1
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
269
Okunma

Kendi tanımını yapamayanlar, başkalarının gölgesine sığınarak yaşamayı üstünlük zannederler.
Kendisi olmayı başaramayan her birey ve her toplum, yüceliği taklit etmekte, kimliği ise başkasının aynasından okumakta arar.
Oysa bu bir meziyet değil; derin bir özgüvensizliğin ve varoluş utancının savunma refleksidir.
Geçmişten bugüne birçok çevrede görülen bu hâl, özellikle muhafazakâr ve dindar kesimin kendi değer dünyasına yabancılaşarak, sol ve seküler entelektüel çevrelerin diline öykünmesinde açıkça ortaya çıkar.
Kendisine ait bir bilgi geleneği, estetik algı ve tarih bilinci olduğu hâlde, bunları sahneye koymakta tereddüt edenlerin çoğu, kendi değerlerini bile sorgular hâle gelmiş, hatta kimi zaman onları aşağılamayı aydınlanma belirtisi sanmıştır.
Bu durum yalnızca bir psikolojik arıza değil;
toplumsal bir kişilik kaybıdır.
Kendi değerlerinden utanmak, kendi sesini duyamamak, kendisi gibi düşünmeye cesaret edememek…
Bunlar bir bireyin değil, bir medeniyetin çöküş işaretleridir.
Ve bugün bu çöküş artık yerel değil; küresel boyutludur.
Başkalarının Aynasında Kendini Arayanlar
Dün çevremizdeki okumuş takımı, dinî ve kültürel referanslardan uzak bireylerdi;
onlar tarafından kabul görmek, onların masalarına oturmak, onların diliyle konuşmak bir “seviye” göstergesi sayılıyordu.
Bugün ise bu durum yalnızca fikir alanında değil;
yaşam biçimi, eğitim modeli, sanat, eğlence, toplumsal estetik, hatta sevincin ve öfkenin ritmine kadar,
Bir toplum kendi kimliğini saklayıp, başka bir kimliğin kılığına büründüğünde,
aslında yavaş bir intihara başlamış olur.
Kendine yabancılaşan bir toplumun sonu bellidir:
Düşünmesi taklittir,
Yaşaması taklittir,
Hatta mutluluğu bile ödünç alınmıştır.
Ve en acısı şudur:
İnsan kendi güneşini bırakıp başkasının gölgesinde üşür.
Eğitim Örneği: Kendi Fıtratının Dışında Bir Elbise
Bugün eğitim konuşulduğunda herkes Finlandiya örneğini ağzına alır;
Montessori eğitim modeli bir vitrin süsü hâline gelmiştir.
Oysa kendi kültüründe yaparak öğrenme, usta-çırak ilişkisi, hayatın içinden öğrenme, yüzlerce yıllık organik birikim olarak zaten mevcuttu.
Ama biz ne yaptık?
Çocuğu doğadan kopardık,
Fıtratın duyu kapılarını kapattık,
Onu dört duvarın içine hapsedip kitap sayfalarını hafızaya yükledik.
Böylece zihni işleyen değil, taşıyan bireyler yetiştirdik.
Ve sonunda fıtratın hafızası dondu.
Bunun nedeni açıktır:
Kendi değerini bilmeyen, kendine ait olanı geliştiremez.
Geliştiremeyen ise başkasının ürettiğini kutsamak zorunda kalır.
Kendini Yitirenin Seçtiği Yol: Kaçış
Bir bireye nereli olduğunu sorun; derhal cevap gelir.
Ama yaşamına bakarsınız, o coğrafyanın ruhundan iz yoktur.
Kendi kaderinden kaçar, kendi sesini kısmış, kendi rengini silmiştir.
Oysa en büyük felaket başka biri olmaya çalışmaktır.
Çünkü insan başka birinin gölgesinde durdukça:
Kendi kalbini işitmez,
Kendi aklını işletemez,
Kendi benliğini inşa edemez.
Ve sonunda kendini kaybeder.
Kendini kaybeden, mutluluğu da kaybeder.
Omurga: Var Olmanın Şartı
İnsan bir omurga taşır.
Bu omurga kişisel olduğu kadar toplumsaldır da.
Toplumsal omurga inşa edilmediği sürece,
fertler sürüngen bir hayatın sürünenleri olmaktan kurtulamaz.
Sürüngenler kabuk değiştirir;
fakat insanın yapması gereken kabuğu değil özü değiştirmektir.
Öz değişti mi:
Kültür kök salar,
Kimlik berraklaşır,
Kişilik bütünleşir,
Toplum ayağa kalkar.
Ve kompleks kendiliğinden yok olur.
Kendine Dönüş Çağrısı
Artık yeni bir diriliş hamlesine ihtiyaç vardır.
Bu hamle başkasına benzeme çabasıyla değil,
kendine dönme cesaretiyle başlayacaktır.
Herkes kendisi olsun.
Herkes kendi güneşinin altında dursun.
Herkes kendi sesini duysun.
Ve hep birlikte haykıralım:
Ben, sen, o — biziz.
Kendimize döndüğümüzde yeniden doğacağız.
Gelin, omurgalı bir yaşamın kapısını birlikte aralayalım.
Gelin, aynalarda yeniden kendimizi görelim.
Gelin, kendi kaderimizi kendi ellerimizle yazalım...
04.02.2020
Erol KEKEÇ