0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
120
Okunma

Bölüm 3.1: Zeytin Ağaçlarının Gölgesinde
Kirene’nin kıyılarına bakan bir tepede, Eratosthenes’in evi. Akşamüstü rüzgârı, zeytin ağaçlarının yapraklarını hışırdatıyor.
Babası, Doron, zeytin ve şarap ticaretiyle uğraşan saygın bir adamdı. Akıllı, tutarlı ama fazlasıyla temkinliydi. Her şeyin ölçüsü olmalıydı ona göre: ticaretin karı, yolculuğun riski, bir çocuğun hayalleri.
O gün, akşam yemeğinde Eratosthenes söze cesaretle başladı.
“Baba… Kallistratos hoca benim Atina’ya gitmem gerektiğini düşünüyor. Daha çok şey öğrenebilmem için…”
Doron, oğlunun gözlerinin içine bakmadan zeytinyağını ekmeğine sürdü.
“Atina büyük şehir. Büyük şehirler büyük sorunlar getirir. Burada, Kirene’de işin başına geçmelisin. Zekânı pazarlıkta kullan, felsefede değil.”
Annesi, Elara, başını hafifçe eğdi. Oğlunun yüreğindeki ateşi görüyordu ama kocasının inadını da iyi bilirdi.
Ertesi gün, sabah vakti Kallistratos kapılarını çaldı. Babası Doron ile avluda karşılaştılar.
“Ah, Kallistratos. Yine mi geldin? Eratos’u filozof yapma çabandan vazgeçmedin anlaşılan.”
“Ben onu filozof yapmak istemiyorum, Doron. Zaten o zaten olmuş bile. Sadece gözünü ufka çevirmesi gerekiyor. Sen onun zekâsının çerçevesi olma, pusulası ol.”
Doron, kısa bir sessizlikten sonra sertçe iç çekti.
“Ben de biliyorum o çocuğun farklı olduğunu. Ama ticaret gibi hayat da hesap işi. Atina’da kim ona kol kanat gerecek?”
“Elini bırakmazsam ben,” dedi Kallistratos. “Söz veriyorum, Eratos Kirene’nin gururu olacak. Hem tüccar olmasına engel yok; sadece dünya hakkında daha fazla şey bilerek yapacak ticaretini.”
Akşam olduğunda Doron, oğlunu yanına çağırdı.
Bir parşömen parçasına titizce sardığı küçük bir kese verdi.
“Bu, büyük dedenin bana bıraktığı gümüşler. Atina’ya giderken yanında götür. Ama şunu unutma: Ne kadar yükseğe çıkarsan çık, Kirene’nin tozunu ayaklarından silme. Orası senin kökün.”
Annesi, onu kapıda uğurlarken cebine küçük bir zeytin dalı koydu.
“Bunu Atina’da bir yere dik. Belki bir gün biz de gölgesinde otururuz.”
O gece, Eratosthenes, gemiye binmeden önce son kez evlerinin arkasındaki zeytinlikte yürüdü. Ay ışığında yapraklar gümüş gibi parlıyordu.
“Dünya ne kadar büyük?”
diye yine sordu kendi kendine.
Ama bu kez cevap Atina’daydı.
Bölüm 4: Göğe Yazılmış Harita
Akdeniz’in açıklarında, bir Fenike ticaret gemisinin güvertesi – MÖ 254 civarı, gece vakti
Rüzgâr, geminin yelkenlerini şişirirken tuz kokusu Eratosthenes’in burnuna doldu. Gözlerini gökyüzünden ayırmadan bir kürekçinin yanına oturdu. Gecenin sessizliğini sadece ahşap direklerin gıcırtısı ve dalgaların mırıltısı bozuyordu.
Gökyüzü, onun için bir kitap gibiydi. Her gece başka bir sayfa açılıyordu.
“Bu yıldızlar… hep aynı yöne mi bakıyor?” diye sordu kendi kendine, ama yanındaki yaşlı denizci duymuştu.
“Hayır,” dedi denizci. “Ama bazıları hep kuzeyde kalır. Denizciler kuzey yıldızını takip eder. Kaybolmamak için…”
Eratosthenes, parmağıyla gökyüzünde bir daire çizdi.
“Yani... dünya dönüyor olsa, bu yıldızlar sabitmiş gibi görünür, değil mi? Ama ya biz dönüyorsak? Belki de gökyüzü değil, biz hareket ediyoruz...”
Yaşlı denizci ona güldü.
“Sen filozof musun, çocuk? Yoksa geceyi fazla mı izledin?”
Eratosthenes gülümsedi ama içi kaynıyordu. Gökyüzü, ona yön gösteriyor gibiydi.
Belki de coğrafya sadece toprakla değil, yıldızlarla da ilgilidir, diye düşündü.
Eğer yıldızlar yönü gösteriyorsa, belki de gölgeler mesafeyi gösteriyordur.
O anda içinden geçenleri yazacak bir defteri olsaydı, not ederdi:
“Dünya, görünenin ötesinde bir düzene sahip olmalı. Yön, gölge, ışık… Hepsi birlikte bir sırrı fısıldıyor.”
Bölüm 5 – Yıldızların İzinde
Eratosthenes, gemi Atina kıyılarından uzaklaşıp açık denize yöneldikçe büyülenen gözlerle etrafını inceliyordu. Bu onun ilk uzun yolculuğuydu. Denizin tuzlu kokusu, dalgaların ritmik sesi ve rüzgârın yelkenlerde çıkardığı uğultu, zihnine kazınıyordu. Ama en çok ilgisini çeken şey, geminin yönünü nasıl bulduğu olmuştu.
Güneşin batışıyla birlikte gökyüzü mora çalan bir laciverte büründü. Geminin ahşap direkleri, yelkenleri rüzgârla dolarken geceye karışan hışırtılar çıkarıyordu. Eratosthenes, kıç güvertede oturmuştu. Elinde bir parşömen yoktu belki ama zihni notlarla doluydu. Gözleri, gökyüzündeki yıldızlara kilitlenmişti.
Gece, Akdeniz’in ortasında bir Fenike gemisi. Ufuk çizgisi neredeyse görünmüyor. Ay, dalgaların üzerinden zar zor yükseliyor. Geminin güvertesinde, baş omuzluğuna oturmuş bir çocuk: Eratosthenes.
Deniz serin, ama merak sıcak. Eratosthenes dizlerini kendine çekmiş, gökyüzüne bakıyor. Yıldızlar, bir papirüs üzerine serpilmiş mürekkep damlaları gibi.
Başüstünde elleri nasırlı yaşlı bir gemici, ona yolculuk boyunca sık sık bilgi veriyordu.
Yanına yaşlı bir gemici yaklaşıyor. Sakalları tuzdan beyazlamış, elleri halatla kalınlaşmış biri. Adı Myron. Sessizce onun yanına oturdu.
“Uyumadın mı, küçük bilgin?”
Eratosthenes başını kaldırıyor.
“Peki nasıl buluyorsunuz yönünüzü? Bunca suyun ortasında hiçbir şey aynı görünmüyor.”
“Kıyı seyri yaparız,” demişti, “Dağlara, kulelere bakarız. Geceleri ise kıyılarda yakılan ateşleri izleriz.” Sonra gökyüzünü göstermişti, “Ve elbette yıldızlar... Gündüz güneş, gece Kutup Yıldızı bize rehberlik eder.”
Eratosthenes gözlerini kısarak gökyüzüne bakmıştı. “Kutup Yıldızı mı?”
Gemici başıyla onayladı. “Şurada, Büyük Ayı’yı takip et, onun ucunu iki kat yukarı uzat... İşte, o sabit yıldızdır. Her zaman kuzeyi gösterir.”
“Her zaman aynı yerde mi kalır?”
“Her zaman,” dedi gemici, “göğün sabit lambası gibidir.”
Eratosthenes, bu bilgiyle yetinmedi. Yıldızların hafifçe hareket ettiğini fark ettiğinde, zihni, basit bir yön bulmanın ötesine geçmişti artık.
Güneşin batışıyla birlikte gökyüzü mora çalan bir laciverte büründü. Kıç güvertede oturan Eratosthenes, gözlerini göğe dikti. Kutup Yıldızı gerçekten de sabitti. Ama diğer yıldızlar, gece boyunca onun çevresinde döner gibi görünüyordu.
“Ama neden?” diye fısıldadı kendi kendine.
“Eğer gökyüzü dönüyorsa, neden bu yıldız sabit?
Ya da belki... belki de gökyüzü değil, Dünya dönüyordur?”
Yanına yaklaşan genç bir tayfa, onun göğe dalıp gitmiş bakışlarını görünce gülümsedi.
“Yıldızlar seni büyüledi galiba, efendi.”
Eratosthenes, düşüncelerinden sıyrılıp başını çevirdi.
“Büyü değil,” dedi. “Göğün hareketlerini anlamak, Dünya’yı anlamanın anahtarıdır.”
Tayfa kaşlarını kaldırdı. “Gökyüzü asırlardır böyle, değişmez. Ne anlamı olabilir ki?”
Eratosthenes gülümsedi, “Bazen en sabit sandığımız şeyler, en büyük soruları gizler içinde.”
Myron, bir halatı gösterdi.
“Bu da iskandil. Denizin dibini ölçeriz. Ucuna donyağı süreriz. Denizin derinliğini ölçeriz. Nerede olduğumuzu aşağıdan da anlarız.”
Eratosthenes’in gözleri parladı.
“Sanki dünya bir yazıt gibi… üstünde izler var. Siz onları okuyorsunuz.”
“Ve sen onları okuyacaksın belki de,” dedi Myron. “Gözlerin bizden daha uzağa bakıyor.”
Eratosthenes gülümsedi.
“Bir gün yıldızların hareketini anlamak istiyorum. Belki dünyanın büyüklüğünü bile ölçebilirim.”
Myron omzuna dokundu.
“Bize yerimizi söyleyen biri her zaman gerekir. Hem denizde, hem hayatta.”
Geminin pruvasında sabahın ilk ışıkları belirdiğinde, Eratosthenes hâlâ yıldızlara bakıyordu.
Ama artık sadece onları izlemiyor, onları dinliyordu.
O gece, gökyüzü onun için sadece bir yön pusulası değil, bilinmeyene açılan bir kapı olmuştu.
DEVAM EDECEK...