1
Yorum
2
Beğeni
5,0
Puan
256
Okunma

Toprağın kokusuna karışan çocukluğumun sesini hâlâ duyarım. Küçük bir köyde, toprak yolların ve geniş tarlaların arasında büyüdüm ben. O yollar, yalnızca ayağımı değil, yüreğimi de yoğuran yerlerdi. Köyün tozu, güneşin kavurucu sıcağıyla karışır, her adımda içime sinerdi. Annemin sesinde sabrın, babamın bakışında umudun izleri vardı. Ben onların umuduydum; belki bir kurtuluş, belki de kendi yorgun hayatlarının bir devamı.
Ama hayat, köyde bile kolay değildi. Fakirliğin dili sessizdir, ama her sabah sofraya oturduğunda en yüksek sesle konuşur. Bizim evde ekmeğin kokusu, yoksulluğun en sıcak hâliydi.
Koşmayı ilk orada öğrendim. Çıplak ayakla, taşların arasından, dikenlerin üstünden geçerek… Ayaklarım kanardı, ama yüreğim hafiflerdi. Her sabah güneşle birlikte koşar, akşamın alacakaranlığıyla eve dönerdim. O zamanlar koşmak bir yarış değil, bir varoluş biçimiydi benim için. Çünkü koştukça kendime yaklaşıyor, toprağa daha çok karışıyor, hayata biraz daha tutunuyordum.
Babam bazen bana bakar ve derdi ki:
“Senin ayakların bir gün seni büyük yerlere taşıyacak oğlum. Ama unutma, gittiğin her yerde onurunla yürü, gerekirse dizlerinin üstünde, ama asla eğilmeden.”
O söz, içimde bir taş gibi kaldı. Her koşuda, her düşüşte o sesi duydum.
Bir gün köyde bir yarış düzenlendi. Koşmak istedim, çünkü koşmak benim nefesimdi. Ama yarışa katılmak için ayakkabı gerekiyordu. Benim ayakkabım yoktu. Köydeki çocuklar gülüp geçtiler. “Ayağında taş bile yokken nasıl koşacaksın?” dediler.
Oysa ben toprakla dosttum; taşla, dikenle kavga etmezdim. Toprak benim annem gibiydi; acıtır ama incitmezdi.
Babam, eski bir ayakkabı buldu bana. Delik deşik, ama benim gözümde dünyalara bedeldi. Yarış günü geldiğinde, o ayakkabıları giydim. Her adımda ayaklarım sızladı, derim soyuldu, ama içimdeki ateş sönmedi. Yarışı tamamlayamadım belki, ama yüreğim hiç pes etmedi. Çünkü ben, düşerken bile koşmaya devam ediyordum.
Babamın bir sözü vardı, her defasında kulaklarımda yankılanırdı:
“Geçme namert köprüsünden, koy götürsün sel seni. Yatma tilki gölgesinde, koy yesin aslan seni.”
Bu söz, bana dünyayı öğretti. Dürüstlüğün, kaybetmek pahasına da olsa eğilmemek olduğunu orada anladım. Hayat bazen sertti, ama ben her darbede biraz daha direnmeyi öğrendim.
Bir gün köyümüze şehirden bir adam geldi. Yetenekli gençleri bulmak için dolaşıyormuş. Beni gördü, koşarken. Toprak yolda, çıplak ayakla. Gülümsedi ama o gülümseme küçümseyiciydi.
“Yatırım olur mu acaba?” dedi alayla.
İçimden sadece şunu söyledim:
“Toprak daha merhametli…”
O an anladım ki, bazı sözler ayakkabıdan bile daha çok yaralar insanı. Ama o da geçti. Çünkü ben, koşmayı birilerine göstermek için değil, var olduğumu hissetmek için yapıyordum.
Yıllar geçti, babamın sözü gibi zaman da beni büyüttü. Babam bir gün, bütün birikimini harcayarak beni şehirdeki büyük bir yarışa götürdü. O an, içimde çocukluğumun bütün taşlı yolları yankılandı. Yarış başladığında yüreğimde babamın sesiyle koştum. Kazanamadım. Ama insanlar o yarışta birinciden çok beni alkışladı. Çünkü ben, yürekle koşuyordum.
Babam gözlerimin içine bakıp dedi ki:
“Senin yüreğin bu dünyaya sığmaz oğlum.”
O cümle, ömrümün direği oldu.
Sonra babamı kaybettim. Bir dağ devrildi içimde. Artık koşmak sadece bir tutku değil, bir dua olmuştu. Her adımda babamı duyardım:
“Geçme namert köprüsünden…”
Ve ben koşardım, toprak ağlayana dek.
Yıllar sonra bir stadyumun kalabalığında, start çizgisinde beklerken, yine babamın sesini duydum. Yarış başladığında, ayaklarım değil, yüreğim koşuyordu. Bitirdiğimde ikinciydim ama halkın gönlünde birinci. Çünkü benim için koşmak, kazanmak değil, insan kalabilmekti.
Şimdi dönüp bakınca anlıyorum…
Ben o küçük koşucuyum hâlâ.
Ayakkabım yıpranmış, dizlerim yara, ama yüreğim hâlâ toprak gibi sıcak.
Benim hikâyem, sadece bir koşunun değil; yoksulluğun, dürüstlüğün, babadan kalan bir öğüdün, insan kalma inadının hikâyesi.
Ve eğer bir gün bir çocuk, çıplak ayakla toprakta koşarsa…
Belki o da benim gibi, her adımında bir yüreğin nasıl direndiğini anlar...
Erol Kekeç/20.09.2023/Sancaktepe/İST
5.0
100% (1)