1
Yorum
6
Beğeni
0,0
Puan
154
Okunma
Gerek bu köyden, gerek dünyanın herhangi bir yerinden bakan biri için, kimin erken uyandığı bilinmezdi ama bu köyde sabahın ilk ışıklarıyla birlikte küçük ve büyükbaş hayvanları güden çoban Ahmet ile aile fertlerinin hemen hemen hepsi, günlük işlerinin ucundan tutmuş olurdu. Sessizliği tırmalayan rüzgârın uğultusu ve köyün içinden geçen küçük derenin çıkardığı su homurtusu dışında her şey birbirine benzerdi.
Köy evleri kimi yerde omuz omuza, kimi yerdeyse yıllardır küskün iki hasım gibi sırt sırta dururdu. Tanış olan yalnızca gökyüzüyle, göz alabildiğince dağ yamaçlarına uzanan çam ormanlarıydı. Dağlar, sanki kahramanlıklarını birbirine anlatan avcılar gibiydi; kimsenin canının yanmadığı eski avların ardından kalan derin bir huzurla susarlardı.
Köy evlerinin kapıları her yöne açılırdı. Evler tek katlı, en fazla iki odalıydı. Pencereleri küçük, yeşil ya da mavi renklere boyanmış olurdu. Kapı önlerinde iki metre uzunluğunda, bir metre yüksekliğinde beyaz taşlar bulunurdu. Bu taşlar kimi zaman koyun sürülerine tuz yedirmek için kullanılır, kimi zaman da ev halkı, çevreden gelen konu komşu ya da köye uğrayan satıcılar tarafından oturup soluklanmak için tercih edilirdi.
Evlerin bahçe konumuna uyan yerlerine herhangi bir meyve ağacı dikilmezdi; bahçeler, yabani hayvanlardan ve soğuktan korunmak için taşlarla örülmüştü. Tarım çok çeşitli değildi: buğday, arpa, patates, şeker pancarı, biraz da soğan ve sarımsaktan ibaretti. Yol kenarlarında filizlenen yabani otlar ise köyün manzarasını tamamlar; renk renk çiçekler, geniş yapraklı otlar ve bin derde deva şifalı bitkilerle doğa kendi zenginliğini sergilerdi.
Hele o bitkilerin kullanım alanları yok mu! Yaz sıcağında tereyağları ya da yoğurtlar eriyip ekşimesin diye üzerleri o koca yeşil yapraklarla kapatılırdı. Bu bitki tereyağın üzerinde güzel bir aroma da bırakırdı. Her ne kadar kim tarafından keşfedildiği bilinmese de, iyi bir fikir olduğu kesindi.
İnsan sesleriyle doğanın sesi, Kösedağı’nın eteklerinde birbirinden zar zor ayrılırdı. Mevsimler, ikiz kardeşler gibi birbirine çok benzerdi. Sabahları soğuk bir kış günü hissi verir, öğlene doğruysa güneş tepedeyken insanlar kaçacak gölge arardı. Sabahın ilk saatlerinde evlerin kapı ve pencereleri, yarı uykulu insanların kıpırtılarıyla aralanırdı.
Dakikalar önce ahırdan sütleri sağıp dışarı bırakan Elif’in telaşlı ayak sesleri duyulurdu. Bir an önce sütleri çoban Ahmet’e teslim etmeli, sonra günlük işlerine dönmeliydi. Evde yaşlı babaannesi, dedesi, annesi, babası, ağabeyi Kemal ve onun eşi Güllüzar vardı. Gün her zamanki gibi “yıka, pişir, hazırla” telaşlarıyla geçecekti.
Sevilmeye ihtiyaç duyulan bir yer düşlerdi sevenler... Elif’in kalbinde bir sıcaklık oluşalı birkaç ay olmuştu. Çoban Ahmet’in oğlu Ali askerden yeni dönmüştü; gül kokulu, yakışıklı bir delikanlıydı. Bu, köydeki kızların gözünden kaçmıyordu. Elif her ne kadar Ali’ye gizli bir sevgi beslese de, onun kendisine bakmayacağını düşünüyordu. Çünkü gözlerinden biri doğuştan kaymıştı ve bu, onun için büyük bir sıkıntıydı.
Ali’nin annesi Arife, güzel bir kadındı; babası Ahmet de öyle. Evlatları da onlar gibi eli yüzü düzgün, çevrede hayranlık uyandıran gençlerdi. Her düğünde, her toplantıda onların adı geçerdi. Kızlar, onlara talip olduklarını çekinmeden dile getirirlerdi.
Bu köyde sevginin adı biraz farklı algılanırdı. Herkes birbirinin iyi yönlerini görmeyi tercih eder, hata yapmak günlerce zihinleri meşgul ederdi. Sevgi konusunda herkes haddini bilirdi. Bunun nedeni, Alevî yol ve erkânındaki kuralların baskın oluşuydu. “Eline, diline, beline sahip ol.” sözü burada bir öğüt değil, yaşam biçimiydi.
Elif’in gözlerindeki küçük engeline takılı kalmasının sebebi ise çocukluğunda uğradığı akran zorbalığıydı. Sevmek, birinin gözünden kendini sevebilmektir; bu aslında en büyük yetenektir.
Evin tek gelini Güllüzar, aile zoruyla Elif’in ağabeyiyle evlenmişti. Gizli bir sevdası vardı. Eşine karşı sevgisizliğini, bir çocuk hayaliyle kamufle ederdi. “Onu severim, sevgimi ondan yaşarım.” diye düşünürdü. Fakat gönül bu; uzak bir yerde yaşasa belki görmezdi, duyguları canını bu kadar acıtmazdı.
Güllüzar’ın sevdasını bütün köy bilirdi. Düğünlerde Hasan’la bakışmaları dikkat çeker, kadınlar ve erkekler bu fısıltıları dilden dile yayardı. Kimileri, kavuşamayan iki yürek olduklarını söylerdi.
Güllüzar’ın babası toprak meraklısı bir adamdı. Tek derdi kızının sevgisi değil, topraklarına başkasının ortak olmamasıydı. Bu yüzden kızını, sevdiği değil, kaderdaşının donuk yüzlü kardeşinin oğluna vermişti. Kızına kayınvalide olacak yengesi Türmen’in ruh hastası olduğunu da biliyordu ama “Onları yedirir, içirir, kızımıza iyi davranırlar.” diye düşünmüştü. Oysa durum hiç de öyle değildi.
Güllüzar’ın kaldığı odanın duvarlarında hüzün sesleri, imdat çığlıkları yankılanıyordu. Babası dâhil kimse o çığlıklara sahip çıkmadı. Aksine, mutluluklarının büyüdüğü yalanını yaydılar.
Bu evlerde sofraya otururken “Aç mısın, tok musun?” diye sorulmazdı. Bir kadının söz hakkı olup olmadığına da bakılmazdı. Güllüzar da birçok kadın gibi, “başkasının kendisi üzerindeki söz hakkı” korkusuyla yaşardı.
Elif taş çatlasa on yedisinde görünüyordu ama köylü hesabına göre yirmi beşini geçmiş sayılırdı. Hafif etine dolgun, kemiksi yüzünü gizemli kılan sarı saçları beline kadar inerdi. Üzerindeki elbiseler ise Güllüzar’ın giymedikleriydi. Kimine göre “emanet”, kimine göre “mecburiyet”ti bu giyim. Ama Elif aynaya her baktığında, üzerinde kendine ait olmayan bir şeyin ağırlığını hissederdi.
Bir akşamüstü, Elif saçlarını tarıyor, yüzüne krem sürüyor, Güllüzar’ın odasındaki küçük aynada kendine bakarak bir türkü mırıldanıyordu. Güllüzar onu sessizce izledi. Bir şey diyecek oldu ama içinden “Aman, günümü bir kavga ile bitirmeyeyim.” deyip dışarı çıktı.
Evde yoğurt, peynir ve taze ekmek kokusu yayılıyordu. Yaşını almış kaynanası ve babaannesi, her zamanki gibi biri hakkında konuşuyorlardı. Bu konuşmalar Güllüzar’ı yıpratıyor, herkesten biraz daha uzaklaştırıyordu.
O sırada Elif, farkında olmadan kapı eşiğinden çıkarken dengesini kaybetti, toparlanıp kendini sokağın boşluğunda buldu. O akşam Elif’in aklını karıştıran şey, otlaktan dönen inekler değil, Ali’yi görmesiydi. Ali göz ucuyla annesine bakıp Elif’e ince bir tebessümle dokunur gibi baktı.
Ama ne gariptir ki, Ali’nin annesi Arife, Elif’i hiçbir zaman sevmemişti. Çevresine hep şöyle derdi:
> “Bu kör kız bir gün başımıza bela olur, demedi demeyin.”
Güllüzar, yalnızlığını bazen gökyüzüne, bazen annesinin mezar taşına anlatmakla meşgulken, Elif çoktan Ali’yi kafeslemiş ve onunla bir yola çıkacaklarının sözünü annesine ve ablasına söylemişti. Evde bir telaş başlamıştı.
Fakat Elif’in annesi Türmen, Arife’den çekinirdi. Çünkü Arife, oğlunu çok seven Güllüzar’ı alıp onunla evlendirmek isterdi. Türmen ise ne diyeceğini bilemiyordu. “Bir gözü şaşı kızımı oğluma alır mıyım?” sözü dilden dile dolaştı.
Sonunda Arife, oğluyla Elif arasında gelişen sevgi sözlerinden haberdar olmuş ve kesin bir dille hayır demişti. Elif ise suskun bir dev gibi, olaylar büyümeden annesi tarafından komşu köydeki dayısına, halı dokumayı öğrenmesi bahanesiyle gönderildi.
O kış halı tezgâhının başında geçen günler, Elif’in evlilik işini bahara bırakmıştı…