1
Yorum
5
Beğeni
5,0
Puan
140
Okunma

İstanbul’un sokağında deniz kokusu gibi yayılırdı Orhan’ın sesi. Dalgasız, sade ama içinde ne varsa açıkça… Şiiri, konuşması gibiydi. Ne süslü ne gürültülü. İçinden ne geçiyorsa onu yazardı. Ama bir gün, içinden geçenleri yazmak yetmedi. Çünkü Nahit vardı artık.
Onu ilk kez bir arkadaş toplantısında gördü. Gözlerinin içi gülen, ama aynı zamanda derin bir yalnızlık taşıyan bu kadını tanıdığı an, başka kimseye yazamayacağını anladı. Belki de o yüzden, yazdıkları da artık mektuba dönüştü.
“Seni düşünmeden geçen bir günüm yok.”
diye yazdı bir mektubun en başına. Şiirlerinde sokak çocuklarını, martıları, kaldırım taşlarını anlatan adam, mektuplarında sadece bir kadını yazıyordu: Nahit’i.
O, şiir gibi bir kadındı Orhan için. Anlatılmaz, ama hep yazılmak istenirdi. Her harfi özlem, her satırı bekleyişti. Mektuplarında sesini duymak isterdi, gülüşünü hayal ederdi. Bazen kıskanırdı, bazen kırılır ama her satırın sonunda mutlaka şöyle derdi:
“Seni seviyorum.”
Nahit de bu mektupları sakladı. Belki Orhan gittiğinde elinde kalan tek şey onlar olacaktı, belki de Orhan’ın kelimelerinde kendini daha çok buluyordu. Her mektupta bir şiir gizliydi, her şiirde bir sitem, bir umut, bir bekleyiş…
Ama hayat şiir gibi değildi. Aşkları ne tam yaşandı ne de tam unutuldu.
Orhan bir gün, bir sokak çukuruna düştü, baş ağrısı diyerek yürüdü gitti hastaneye. Dönemedi. Bir cepte bir sigara paketi, ötekinde ise Nahit’e yazılmış bir mektup vardı.
Aşkları işte orada, o cepten çıkan mektupta ölümsüzleşti.
O günden sonra, Orhan’ın şiirleri hep biraz eksik kaldı.
Ve Nahit’in geceleri hep biraz sessiz.
Ama bir yerde hâlâ Orhan, her mektubun sonunda fısıldıyor:
“Yalnız seni arıyorum.”
5.0
100% (2)