0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
236
Okunma

Bir çağ düşün; zamanı parçalara bölmüş,
her lahzayı bir planın içine hapsetmiş…
İnsanın iç sesini susturan bu çağda
her şey ölçülür, tartılır, değerlendirilir —
ama hiçbir şey yaşanmaz.
Modern insan, zamanı yönetmeye çalışan bir tanrıya dönüştü.
Ajandasında günleri dizdi,
sabahını verimlilikle, gecesini üretkenlikle süsledi.
Ama bir gün farkına vardı ki,
bu planların içinde kendisi yoktu...
Zamanı yönetmek isterken,
zamanın dışına düşmüştü.
Dakikaları düzenlemişti ama duygularını kaybetmişti.
Güneşin doğuşunu bir fotoğraftan izler olmuştu;
rüzgârın tenine değdiğini hatırlamayalı yıllar geçmişti.
Zamanın gerçek yüzünü göremeyen,
onun sadece “akıp giden bir sayı” olduğunu sanan insan,
aslında kendi kalbini kaybetmişti.
Saatin tik takları arasında
ruhun nabzı sessizce durmuştu...
Her şey aceleyle yapılır artık;
sohbetler bile zaman yönetimine dâhildir.
Bir dostu dinlemek için vakit yoktur,
çünkü “takvimde boşluk yok.”
Sevgi bile planlanır —
belki cuma akşamına, belki hafta sonuna sığar.
Zaman, insanın elinden kayarken
insan hâlâ onu yakaladığını sanır.
Oysa zaman bir şey değildir ki yakalansın;
zaman, yaşanmak ister.
Bir bakışın içinde,
bir sessizliğin derinliğinde,
bir çocuğun gülüşünde saklıdır o.
Ama modern insanın gözleri bunlara kapalıdır.
Artık kimse “şimdi ”de değildir.
Herkes geleceğe koşar —
ama kimse o geleceğe varamaz.
Çünkü geleceğe varanlar,
bugünü yaşamadan geçmiş olurlar.
Ve bir gün, insan fark eder:
Zamanın dışına düşmüştür.
Zaman ilerlerken o donmuştur.
Dakikaları doldurmuştur ama anları boş bırakmıştır.
Hayat, bir dosya gibi tamamlanmış ama yaşanmamıştır.
Zamanın özü, şimdidir.
Ama biz o “şimdiyi, bir geçiş anı zannettik.
Oysa “şimdi”, tüm geçmişin ve geleceğin kavşağıdır.
Orada durabilenler, zamanı yönetmez — zaman olur.
Bir su damlası, içinde okyanusu taşır.
Bir an da, içinde bir ömrü.
Ama biz o anı kaçırırız,
çünkü sürekli bir sonraki ana hazırlanırız.
Bir gün, yaşlı bir adam şöyle demişti:
“Gençken hep zamanım yoktu.
Yaşlanınca zamanım oldu, ama yaşayacak gücüm kalmadı.”
İşte insanın ironisi budur.
Zamanın en bol olduğu anlarda, onu boşa harcar;
en kıymetli olduğu anda ise,
onu durdurmak ister ama durduramaz.
Zamanı yönetmeye çalışmak,
okyanusu avuçla taşımaya benzer.
Bir süre taşırsın, sonra fark edersin ki
okyanus değil, sadece birkaç damla kalmış elinde.
Ama parmak aralarından kayan o damlalar,
gerçek yaşamın kendisidir.
“An” bir armağandır —
biz ise onu görev zannediyoruz.
Bir çocuğun gülüşü,
bir dostun sessizce omzuna dokunuşu,
bir pencereden giren sabah ışığı…
Bunların her biri “zamanın özü” dür.
Ama hiçbir plan kitabında bu anlar yer almaz.
Çünkü modern insan “önemli şeyleri” kovalar,
ama yaşamın özü hiçbir zaman “önemli” görünmez.
O, küçük detaylarda gizlidir;
kalbin bir titreşiminde,
bir nefesin aralığında.
Ve insan, bunu hatırladığı an
zamanın kapısı yeniden açılır.
O an, artık “yönetilecek” bir şey değildir;
yaşanacak bir hakikattir.
Zamanla savaşmayı bıraktığında,
zaman seninle konuşmaya başlar.
Çünkü zaman aslında düşman değil,
senin aynandır.
Zaman, insana neyle meşgul olduğunu gösterir.
Boşlukta değil, meşguliyetin içinde kayboluruz.
Meşguliyet, modern çağın en kibar esaretidir.
Bir insanın elleri doluyken,
kalbi hep boştur.
Belki de yeniden insan olmanın yolu,
boş kalmayı öğrenmektir.
Boş kalmak, tembellik değil;
varoluşun sesini duymaktır.
Bir gün hiçbir plan yapmadan,
sadece yürümek gerek.
Bir ağacın gölgesine oturup,
hiçbir şey yapmadan
zamanın geçişini hissetmek gerek.
İşte orada,
yaşamın özü fısıldanır kulağına:
“Ben geçmiyorum, sen uzaklaşıyorsun.”
İnsanın zamanı kaybetmesi,
kendini kaybetmesidir aslında.
Çünkü insan, zamandan yapılmıştır.
Hatıralar, izler, sesler —
hepsi birer zaman kırıntısıdır.
Bir gün bunların kıymetini anladığında,
zaman artık seni kovalamaz.
Sen zamanı yakalamaya çalışmazsın,
sadece onunla beraber yürürsün.
Artık biliyoruz ki:
Zamanı yönetmek değil,
onunla yaşamak gerek.
Zaman, bir tablo gibidir —
ne kadar bakarsan o kadar derinleşir.
Ama bir tabloyu anlamak için,
önce durup bakmak gerekir.
Durmak…
Modern insanın en korktuğu şey.
Oysa tüm dönüşümler, durmakla başlar.
Durduğunda, zamanın seni sarmalayan bir nefes olduğunu fark edersin.
Zaman, yaşanmadığında öç alır.
Bir sabah aynaya baktığında
gözlerinin altındaki çizgilerle konuşur:
“Ben geçmedim, sen fark etmedin.”
Ve o anda anlarsın:
Asıl mesele zamanı yönetmek değil,
ona değer verebilmektir.
Bir anı gerçekten yaşamak,
bir ömrü kurtarır.
İnsanlığın yok oluşu
savaşlarda değil,
zamanı yaşamayı unuttuğu anlarda başlar.
Çünkü zamanı unutan insan,
kendini de unutur.
Ama hâlâ geç değil.
Zamanın nabzı hâlâ atıyor —
belki yavaş, ama derinden.
Bir kahkahanın içinde,
bir bakışta,
bir susuşta saklı.
Zaman, hâlâ seninle konuşuyor.
Sadece biraz sessiz ol.
Dinle.
Ve sonunda fark edeceksin:
Zaman sensin.
Yaşam, senin farkındalığın kadar var.
Ve insan, zamanı hissettiği ölçüde insandır...
Erol Kekeç/25.10.2025/Sancaktepe/İST