Mezardakilerin pişman oldukları şeyler için, dünyadakiler birbirini kırıp geçiriyorlar. imam gazali
Oğuz Can Hayali
Oğuz Can Hayali

(14) ŞAPKACI

Yorum

(14) ŞAPKACI

( 1 kişi )

0

Yorum

1

Beğeni

5,0

Puan

178

Okunma

(14) ŞAPKACI

Şair Avni Galip adlı namı ünlü bir hükâr()
1453 yılında İstanbul’u alarak
„Kuran’daki Sure’yi yerine getirdim!‘ der
ve azınlıklara eşit yaşam hakkı tanıyarak,
Papa 2.nci Pius’a da şöyle bir mektup yazar;
" Truvalı Aneas soyundan bir İtalyan olan siz,
nasıl olurda Hektor’un öcünü sormayıpta
Yunan’a hak verirsiniz?
Yunan Hiristiyan olduğunundan mı?
Yoksa Anadolu’da kaldığından mı
Truva?“

Başka bir şair
bu soruna şöyle değinir;
„Bir gün gelir yok olur gider İlion!" der,
binlerce yıl evvel Homer.
„İlion“ bugünki Biga Yarımadası‘nın eski yunanca adıdır.
On yıl boyunca orada Kıral Agememnon komutasında
Yunan Orduları İon Kralı Priyam’a karşı,
Truva yada Güzel Helena uğruna
İlyada Destanı’nda savaşır.

Kim yener-kim yenilir;
„Batılı Aşil’mi haklı o zaman,
yoksa Anadolu‘lu Hektor’mu kahraman?"
Bu bilinmez, bilmem nedendir.
Hani „Tahta At Hilesi” ile yok edilen bir yer var ya,
orada utanır Truva!

Alman tüccarı Şiliman
1873 Yılında Çanakkale’ye geldiği zaman,
Hisarlık’ta Kıral Piriam‘ın hazinesini arar,
toprağı bilinçsizce kazar.
bulup-çıkarır altınları
takar karısı Sofiya’ya çektirir boy-boy fotoğrafları.
Buluntuyu çalıp yurt dışına kaçırır,
haksızca Almanya’ya bağışlar.
Buna hiç kimse birşey demez ama,
"Şiliman Yarığı" ile tarih orada yaralanır,
alt-üst olur tüm çağlar,
ağlar Truva!

1915 yılı I.nci Dünya Savaşı sonu1915 yılı,
Sör Hamilton İngiliz orduları komutanı;
„Aşil ve Hektor için savaşıyoruz Çanakkale’de!“ der.
Yine gelir Gelinolu’ya işgalciler,
yine dayanır batı orduları Truva kapılarına,
yine korku sarar tüm Anadolu’yu,
yine yeni bir savaş başlar korumak için yurdu;
Atatürk Mehmetcik‘leri ile Çanakkale’de savaşır,
yine Sevr Barış Anlaşması’nda batı bir „Hileli At“ ile kazanır
kahrolur Truva!

Toprak uludur,
Anadolu ana ile doludur.
Mustafa Kemal Paşa Anadolu’da;
Er, kadın, nine, kız, kızan ve Mehmetçikler ile dayanır,
Kurtuluş Savaşı‘nı kazanır.
döker suya işgalciyi,
ve Lozan’da kurar bu günki bağımsız Türkiye’yi
sevinir Truva!

( oguz can hayali . HOMER 8 Şiiri)
(
) Padişah Fatih Sultan Mehmet’in şiir yazarken kullandığı takma adıdır..

Phillipp kaldırıma düşünce canı yandı. Küçük sancılarla İlkin yerinden doğrulmak istedi, buna güçü yetmeyince ayaklarını öne doğru uzatarak oturma konumuna geçti.Kolarını omuz ardına getirerek, üst gövdesini dayadı ve bu destek üstünde kısa bir süre öylece durarak bekledi:
" Phillipp, neyin var senin?"
"Yo-yok bir şey, düştüm işte.!
Helen onun ayağa kalkmasına yardım etmek içinr kolundan tutununca, Phillipp gördüklerine inanamadı. Bu kolda şimdi gri renkli kışlık bir manto kumaşı vardı. Oysa biraz önce o, ince Şile bezinden uzun kollu beyaz bir gömlek giymişti. Ayrıca bu mantonun kahverengi kürk ile çevrili kol ucunda da, siyah deri eldiven giymiş şık bir el sallanmaktaydı. Bu tuhaflığı ona soracaktı ama, soramadı. Rüya görüyordu herhelde? O An;
" Bonjur madam, bonjur Mösyö..."
Diyerek sağ elinin işaret parmağının ucunu şapkasının altın sırma işlemeli siperine dokunarak onları selamlayan yakışıklı bir İtalyan subayı yanlarında belirdi;
„Sizlere nasıl yardımcı olabilirim?”
“Kocam yere düştü de...”
“İzniniz olursa birlikte kaldırabiliriz.”
Bu ince teklifi;
“Lütfen.”
Diye kabul eden Helen, subay ile Phillipp’i ayağa kaldırdılar. O üstünü silkip, yerdeki küçük çantasını alırken, Helen’de subaya teşekkür etti. Buna katılmak için subayın önüne gelen ve de ne olup-bittiğini henüz kavrayamayan Phillipp, gülümsemeye çalışarak, anlamsız bir;
“İyi günler”
Dedi ve Melon şapkasının ön ucunu tutarak... Çok kısa bir an ”Melon Şapka mı?" diye düşündü ve. parmakları arasında kayan yumuşak kumaşı yokladı. Başını yukarı doğru kaldırınca da, az önce taşıdığı sırt çantasının da sırtından yok oluğunu anımsadı;
" Hayda!"
Diyerek Hellen’e baktı.Onun omuzları üzerindeki sırt çantanın da yok olup, yerinde zümrüt yeşili şık bir şalın durduğunu gördü. Her ikisinin el çantaları ise ellerinde duruyordu. Sorulu gözlerle çevreye bakarken, subay Phillipp’in bu tuhaf davranışlarından kuşkulanmaya başladı.Yavaş ve kısık bir sesle kelimeleri birbirinden ayırarak;
“Pasaport ve Vize kağıtlarınız lütfen?”
İsteğinde bulununca, Helen kağıtları çantasından çıkarıp subaya uzatmıştı bile. Ama onun kuşkulu gözleri Phillipp’in üzerindeydi;
“Buyrun.”
İtalyan subay kağıtları incelerken, Phillipp de biraz önce varlığını farkettiği melon şapkasını kontrol etmek için eline aldığında, subayın yanında duran kısa boylu, küçük yuvarlak güneş gözlüklü, yakası kalkık uzun siyah palto giymiş sivil görevlide şapkasını çıkararak onu selamladı;
" İyi Günler! Birinimi arıyorsunuz?"
" Sapkacı Mösyö Dumont..."
"Ah ya!"
Diye onun konuşmasını kesen sivil görevli, ilerideki önü kırmızı-beyaz tahta bir engelle kapatılmış sokağı gösterdi. O yöne bakan ve nerede olduklarını kestirmeye çalışan Phillipp, önünde durdukları binanın İtalyan Konsolosluğu olduğunu yandaki trafik adasının ortasında duran büyük saat kulesinden anlamıştı. „Demekki biz Çanakkale’deyiz.” diye düşündü. Bulundukları yerden başlayan bir engel ile girecekleri sokağın kapatılmış olduğunuda görüncede; „Bu tüm tuhaf olayların anlamı ne olabilir ki?“ sorusuna içinden çözüm aradı. Onu en çok kaygılandıran şey ise, şu Şapkacı Mösyö Dumont’un kim olabileceğiydi. Kağıtları incelemeyi bitiren subay, başını kaldırarak Phillipp’e;
“Oraya giremezsiniz, Mösyö!”
Emrini verdi ve Helen’e dönerek öne eğildi, onu centilmence selamlayarak vize kağıdı ve pasaportları geri verdi. Phillipp’in;
„Niçin?”
Sorusuna da;
" Orası yasak bölgedir!"
Sert açıklamasını yaptıktan sonra yeniden Helene dönerek ansızın ses tonunu değiştirdi ve ince bir şekilde;
"Madam. Şu yandaki sokağı dolaşarak arka uçtan şapkacı dükkanına ulaşabilirsiniz.”
Diyerek göz kırptı ve;
“İyi yolculuklar.”
Dileği ile şapkasının ucunu sağ elinin işaret parmağıyla tıkladı. Bu çapkın uğurlamayı kısa bir tebessümle geçiştiren Hellen’in yüz İfadesinden, yolları uzadığı için canı sıkılmış olduğu belli oluyordu. Phillipp’de her ikisine saygıyla esenlik dileyerek yanlarından ayrıldı, Helen onun koluna girip ;
" Sen böyle bir barışın haklı olabileceğine inanıyormusun?"
Sorusuyla sorguya başladı;
" Savaş bitmedeki, barıştan söz edilsin Helen."
" Sevr anlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu sınırlarının Çanakkale’ye kadar küçüldüğüne göre..."
„ Çanakkale Anadolu’dadır ama Anadolu değildir Helen!"
„Ama onun bir parçası...”
“Başlangıcı desen daha iyi olur Helen.”
„ Senin başlangıç dediğin?“
" Gözetilen şeye göre değişir Helen."
" Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa topraklarında yarım asır boyu devlet olmasına karşı olan sendin"
" O başka Helen. "
Phillipp’in, bu ”ders veren bir bir öğretmen gibi’” tekdüze ve bilgiç bir tonla her cümlesinin sonunda ismini tekrarlamasından rahatsız olan Helen;
" Allahaşkına vazgeç, ikide-birde ismimi anmaktan!"
" Olur He..."
Güldüler. Phillipp;
" Savaşın kimler tarafından, niçin ve hangi çıkarlar gözedilerek çıkarıldığını sende iyi biliyorsun."
Dedi . Karşılık alamayınca sözüne devamla;
" Doğuda petrol yatakları ve Filistin, Batıda Kostantinopolis ve Vatikan."
" Bu Anadolu topraklarda yıllarca önce Yunan ve İtalyan asıllı insanların yaşadığını unutma!"
" Sende onlardan önceki Anadolu Kavimleri’ni!"
Aynı tartışmaya yeniden başlamayı istemeyen Helen sustu;
"Cephenin niçin Çanakkale’de açıldığını biliyorsun?"
"Aman Phillipp, sen bu Truva Teorisi’ni bir türlü terkedemiyeceksin."
" Tarihin tekrar olduğunu söyleyen sendin."
" Peki bu Sevr Anlaşması’na imza atmak yenilgiyi kabul etmek değilmidir, sence?"
"Tahta At Hilesi ile kazanılan her zaferin geçici olduğunu tarih Truva’da göstermiştir."
Her zaman olduğu gibi yine bilmeceli konuşan Phillipp’in bu cevaplarıyla ne demek istediğini Helen iyi biliyordu. Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte1.nci Dünya Savaşını kaybetmesini Phillipp bir türlü kabullenememişti. Ama Alman olduğundan değil.
Bu Konuşmaların eşliğinde girecekleri sokağın başına kadar geldiler. Helen durdu. Öne doğru eğilerek
mantosunun aralığından sol dizini dışarı çıkarıp, uzun eteğini birazcık yukarı çekti ve altındaki siyah yüksek ökçeli ayakkabılarına baktı, çamurlanmıştılar. Ansızın köşedeki kahvede oturan çeşitli ülke erlerinden Islık ve yaygara sesleri gelince, hızla eteğini aşşağıya bırakarak mantosunu kapattı ve erlere tatlı bir gülümsemeyle karşılık verdi. Böylece alkış ve gösteri sesleri kesilince, kolunda asılı duran el çantasını açan Helen, içinden aldığı mendil ile öne eğildi ve ayakkabılarının sivri uçlarına bulaşmış çamurları sildi;
" Yolların kötü olduğunu ben sana söylemiştim Helen."
Bu hatırlatmaya sinirlenen helen hızla doğrularak;
" Hayatım, bende senin gibi spor ayakkabılar mı giyeydim bu şık etekliğimin altına?"
Dedi ve bol dantelli eteğini palto ile birlikte yukarı kaldırarak fileli siyah naylon çoraplarını ona gösterdi. Kahvenin önünde oturan erler yeniden coşkulu bir gösteriye başlayınca, bu sefe onlara doğru dönüp aşşağıya bıraktığı mantosunu her iki yandan tuttu; Öndeki ayağının dizini kırarak üstüne hafifçe çöktü, baş ve gövdesini öne eğip onlara böyle ince bir karşılık verdi. Islık ve gösteri sesleri alkışlar arasına gömülerek kayboldular. Yeniden Phillipp’e dönerek;
" Siz erkeklerin böyle bir derdi yok!"
Sitemi ile elindeki çamurlu mendili silkeledi ve kol çantasını açıp, içine koydu;
" Kadınlara spor ayakkabı giyme yasağını ben koymadım ki Helen!"
Bu haksız eleştiriyi duyan Helen alınmıştı;
" Golf Ayakkabılarımın üstüne birde bana pantolon giydirseydin!"
Dedi ve eteğinin ön ucunu; El çantasının asılı olduğu eli ile özenle yukarıda tutup, Phillipp’in koluna girerek konuşmadan yürüdüler. Gerçektende haklıydı. Onun pantolon giymiş bir şekilde sokakta yürüyebileceğini düşünmek bile olanaksızdı. Böyle bir şey Paris, Berlin, Roma gibi modern şehirlerde bile hoş karşılanmazdı. Hele savaşı kazanmış devletler tarafından ele geçirilmiş olan bu Çanakkale şehrinde ise, asla;
"Phillipp, gel şu köşedeki kahvede oturalım. Ben yüksek topuklu ayakkabılarını değiştireceğim. Yolun bu kadar kötü olduğunu düşünmemiştim."
Her ikiside Saat Kulesi’nin arkasındaki sokağın köşesinde duran kahveye doğru yürüdüler. Tüm masalar çeşitli ülkelerin yabancı erleriyle doluydu. Onların kahveye gelip oturacağını anlayan bir gurup en öndeki masayı boşaltarak gerideki duvara dayalı sedirde boş olan yerlere çekildiler. Onlara teşekkür eden Helen, el valizini yere koyarak sandalyesine oturdu ve ayakkabılarını değiştirmek için öne eğildi.
Kahvedeki masaların etrafındaki erlerin savaş yorgunu oldukları görünüşlerinden belli idi. Giysileri yer-yer yırtık, yamalı ve sararmış, pantolonları ise buruşuk, tozlu. eski ve haraptılar. Bu saçı-sakallarına karışmış halleriyle Birinci Dünya savaşı kartpostallarından çıkmış gibiydiler. Phillippp bu kederli ve mutsuz görünüşün tüm çevreyi kapsamış olan loş ve gri bir ışıktan geldiğini biliyordu. Bu Perişan darma-dağınık tabloyu daha iyi inceleyebilmek için sandalyesinden kalkmadan çevresine bakındı. Kahve duvarına yaslanmış bir Avusturalya bayrağının etrafında yüzlerindeki görünüşten savaş bıkkını olduğu belli olan bir yığın Avusturalya eri toplanmıştı. Kimi duvara dayanmış, kimi yere çökerek sırt çantalarına yaslanmış, ülkelerinden onbinlerce kilometre uzakta bir şeyin gelmesini yada bitmesini beklemekteydiler. Gözlerini onlardan ayırdı ve masanın üzerinde duran bir tanıtma kağıdını eline alarak, alçak sesle okumaya başladı;
" Güneş şu mavi göğü terkedene, yerküre uzay boşluğuna gömülüp-gidip kaybolana kadar, insanlar hep anacak sizi..."
O an Helen el valizinden çıkarıp kucağına koyduğu topuksuz bir çift ayakkabıyı düşürmemeye çaba göstererek, büyük bir ustalıkla yüksek topuklu ayakkabılarını ayağından çıkarmaya çalışıyordu. Phillipp’in ne dediğini anlamak için durdu, doğruldu ve ona baktı. Phillipp devamla;
"...çünki siz Avusturalya Kıtası’nın cessur erleri, Çanakkale’nin eşsiz tarihine gömüldünüz!"
Helen’e doğru dönen Phillipp, başını iki yana salladıktan sonra okumasına devam etti;
" Aşil ve Hektor’un başlattığı bu savaş binlerce yıl sonra sizler tarafından kazanılıp, burada bir anıt olacaktır!"
Bakışlarını yukarı kaldırarak, Helen’e okuması için Kağıdı uzattı;
" Avusturalya ordusunun komutanı İan hamilton’un Gelibolu’da şehit düşen onbinlerce askerin anı töreninde yaptığı konuşma!"
Hellen kağıdı alarak kısa bir göz attıktan sonra masanın üstüne koydu ve kucağındaki topuksuz ayakkabıları tek-tek ayağına geçirdikten sonra, çamurlu olanları aynı torbaya koyup çantanın köşesine sıkıştırdı, kapağını kapatarak kilitledi, oturduğu yerin yanına yere dik bir şekilde koydu ve, gelen garsona iki çay söyledi;
"Hemen!"
Diyerek uzaklaşan garsonun ardından, masanın üstünde duran az önce bıraktığı kağıdı alarak okudu. Yeniden masanın üstüne koyarkende;
" Yazık!"
Dedikten sonra garsonun getirdiği çayı içmeye başladı. Bir sigara yakan Phillipp;
" Onca yolu demekki Gelibolu’da ölmek için gelmişler."
Dumanını havaya üfleyerek çayından bir yudum aldı ve;
" Kim, kimin ile, kime karşı ve niçin sorularının cevbını bile bilmeden!"
Diyede ekledi. Konuşmadan çaylarını içip hesabı ödediler ve kalkıp yollarına devam ettiler.
Çukurlarına çamur dolmuş, bombeli parlak granit taşlarıyla gelişi-güzel döşeli olan bu engebeli yol cidden çok kötüydü. Kaldırım taşlarıyla yol kenarı arasındaki olukta birikmiş olan su, çöp ve diğer artıklardan gelen ağır bir pis koku vardı çevrede. Yer-yer yıkılmış yada bombalanmış binalar, bakımsız eski taş bahçe duvarları, terkedilmiş evler, rafları boş vitrinler, kepenkleri kapalı dükkanlar, çevredeki bıkkın ve mutsuz insan görüntüleri, derinliğe doğru gittikçe silik ve soluk bir boşlukta eriyip kaybolmaktaydılar. O güzelim mavi gök yerine gri ve soğuk bir sis örtüsü vardı burada. Bulut arasından sızmaya çalışan güneşin kuvvetli ışınları, soluk ve sararmış bir halde çevreyi aydınlatmaya çalışıyordu. Beygirleri cılız at arabaları, semerlerine İnsafsızca mal yüklenmiş eşşekler, ağır el arabakarını çeken yada iten ayakçı esnaflar, sırtlarında yük taşıyan hammallar durgunluğa birazcık devinim katıyorlardı ama sokak bu görünüşüyle yıpranmış bir siyah-beyaz savaş fotoğrafını anımsatıyordu;
" Ben bu Çanakkale savaşını Osmanlı İmparatorluğunun zülmüne karşı yapılan halkların bağımsızlık baş kaldırısı olarak görüyorum..."
Deyince Phillipp onun sözünü kesti;
" Ama Helen! Fatih Sultan Mehmet’in söylediği; " Bana tanrım yıllar sonra Truva gibi haksız bir savaşın öcünü almaya fırsat verdiği için ona teşekkür botrçluyum. Böylece Truva’yı yakıp-yıkan bir neslin erlerini yenerek Hektor ve Aşil’in öcünü aldım!" dediğini unutma."
" Bu Kritobulos adlı bir Bizanslı tarihçinin varsayımıdır ki, oda bunu birinden duymuş. Duyduğu kimsede..."
"Tamam, tamam Helen! Haklısın ama görüyorsunki burada yine aynı savaş sürmekte."
Helen sustu ve cevap yerine girdikleri sokağı incelemeye başladı. Develer vardı bu dar sokakta, birşeyler getirip-götüren veya yere diz çökmüş dinlenen ve durmadan geveleyen develer. Cami avlusunun önündeki çeşmede testi, güğüm ve kovalarına su doldurmak için sıra bekleyen kız, kadın ve nineler duruyordu. Onların gözlerindeki üzgün anlamı çözmek ise çok zordu. Bağzı gözler; Cepheden gelmeyenin gelmesini beklerken, kimide savaşta yitirdiği şehidini yada hastahanede yatan yiğidini düşünmekteydi. Kadın, kız, delikanlı, oğul, er ve kocalarını Kurtuluş Savaşı ordularına katılmak için Anadolu’ya gönderen gözler ise umutluydu. Akan suyun biriktiği biraz ilerideki yalakta; Kemikleri sayılası cılız, küçük ve büyük baş hayvanlar, su içmek için birbirleri ile itişmekteydiler. Caminin karşısındaki dükkanların birinde ise, oldukça boş olan tezgahının yanında oturan köylü;
" Buyrun beyim!"
Diyerek ayağa kalktı. Böylece savaş sonrasında hiç denecek kadar azalan turistlerden arta kalan Helen ve Phillipp adlı bir Alman çiftini iş yerine çekmek istedi;
" Avrupa çeşitlerimiz içeride."
Davetiyle de öndeki sergide duran yerli malları küçümsedi. Aslında bu iş yerinin önünde ve içindeki mallar yenik düşmüş bir geçmişin ürünü idiler. Bu çağırıya olağan olarak yüz vermediler. Kaldırım taşının yolla
birleştiği yerde, köpek demeye kimsenin dili varamıyacağı kadar cılız bir yaratık duruyordu. Daha doğrusu
zorlukla ayakta durmaya çalışıyordu;
" Ay sen ne güzel şeysin böyle!"
Diyen Helen durdu ve yanına çömelip, onu okşamaya çalıştı. Köpek yerinde debelenip boynunu kırarak
Helen’e mahzun bir şekilde bakınca; Onun yarı açık, bulanık gözlerinde çorba kazanından kurtulmuş
olmanın mutluluğunu gören Helen, el çantasını açarak içinden küçük bir kutu çıkardı. Üstünde özenle bağlanmış süslü bir bağcığı çözdükten sonra, renkli ambalaj kağıdını yırttı ve kutuyu açtı. Şık siyah eldivenleriyle tuttuğu tereyağlı kurabiyeleri bölerek, parçalarını köpeğin önüne koydu. Başını bile eğemiyecek kadar halsiz olan köpeğe, Helen’in eline alıp-parçaladığı kurabiyeleri sevgiyle onun ağzının ucuna kadar götürüp tutarak yedirişini hayranlıkla seyreden Phillipp’in aklına bir soru takıldı;
" Umarım Mösyö Dumont telgrafımızı almıştır!"
Ona bakmadan;
" Geleceğimizi biliyormu acaba?"
Diye köpeği besleme işini sürdürdü;
" Savaş bu Helen! Telgrafı çeksen bile, onu dağıtan görevlinin yerinde olup-olmadığını bilemezsin. Ama ben yinede Truva‘yı bu derece seven bir adamın, karısı Alman diye Çanakkale’den ayrılacğını sanmıyorum.
Mutlaka onuda suçlamışlardır.”
Bu yargıya karşı çıkmak için başını yukarı kaldran Helen;
" Neden? Dorethe’nin aynı zamanda Fransız vatandaşı olduğınu ve Birinci Dünya Savaşı‘nın bittiğini
unutma!"
" Bence çıkarlar arası savaş hiçbir zaman bitmez, Helen."
" Paylaşılacak bir şey kalmayınca..."
Son kurabiye parçasının bittiğini, ellerini iki yana açıp avcunun içinin boş olduğunu gösteren ve el içlerini birbirine çarparak kırıntıları yere silken Helen, köpeğin korkarak sindiğini görünce, bir elini onun çenesinin altına koyarak mahsun başını kendine doğru yukarı kaldırdı;
“ Sana değil sevgilim, sana değil!“
Sözleriyle kaburgaları sayılacak kadar cılız olan sırtını öbür eliyle okşayarak, onu teskin etmeye çalıştı;
„ Fazla olan herşeyimi senin ile paylaşmaya hazırım!"
Bu söze duygulanan Phillipp;
" Truva’dan başka..."
Mırıldanmasıyla onu elinden tutup yukarı çekerek kaldırdı ve yola koyuldular.
Yolda, bu dar sokağın yenik taşlarını ayaklarındaki er postallarla rap-rap döverek uygun adım yürüyen bir yabancı er bölüğü ile karşılaştılar. Önde yürüyen subay Helen ve Phillipp’i görünce;
“ Dikkat!”
Emriyle, beyaz eldivenli sağ elini kaldırarak şapkasının siper uzantısına çakı gibi getirdi ve başını yürüyüş temposunu bozmadan onlara doğru çevirip-bakarak selam verdi. Arkasında yürüyen çeşitli ülkelere ait erlerde, sırtlarına dayalı olan tüfeklerini kıpırdatmadan, başlarını onlara doğru çevirerek buna katılınca, her ikiside durmak zorunda kaldı. Helen başını öne eğerek, Phillipp’te melon şapkasını yukarı kaldırarak karşılık verdiler;
" Mutlaka seni sivil bir General’e benzetti bu subay?"
Diye gülen Helen’e;
" Senide Büyük Elçi’ye."
Karşılığını veren Phillipp, bu cevabındaki benzetmesinde haksız olduğunu çok iyi biliyordu. Kadınların böyle vali, elçi gibi yüksek yerlere gelebileceklerini, o günlerde düşünmek bile olanaksızdı;
“ Büyük elçinin hanımına desen iyi olur.”
Deyinmecesiyle onun yanılgısını düzelten Helen’in ses tonunda, onun ne kadar haklı olduğunun izleri vardı. Er bölüğü önlerinden geçip-gidince;
“ Haklısın!”
Diyen Phillipp, Helen’in ne demek istediğini iyi bildiğinen onunla tartışmaya girmedi ve şapkasını başına geçirdi. Helen’de onun koluna girerek konuşmadan yola koyuldular.
Ansızın sokağın orta yerindeki bir caminin minaresine yerleştirilmiş ses yükselticisinden bozuk bir Fransız şivesiyle türkçe olarak; “Çanakkale halkına önemle bildirilir!” diye bir ses duyuldu. Bu bildirgede; Ulusal yabancı yönetiminin kararlarına ve padişah Vahdettin tarafından imzalanmış Sevr Anlaşması’nın kurallarına kayıtsız-şartsız uyulması gerektiği anımsatılıyor, uymayanlar hakkında da uygulanacak yaptırımlar tek-tek sıralanıyordu.
Sokaktaki iş yerlerinin üstünde asılı duran göstergelerdeki yada cam vitrinlerindeki isimlerden, bu uzun sokağın ulusal bir özellik taşıdığı belli idi. Aralara serpili müslüman ve osmanlı isimlerinin bulunduğu iş yerlerinin ise kepenkleri ya kapalıydı yada içleri boş idiler. Üstünde “Kosta Tevlidis” yazılı kırmızı-oval, kenarları küçük yeşil yapraklı sarı dallarla ve renkli çiçeklerle süslü tahta bir göstergenin bulunduğu iş yerinin önüne kadar gelerek durdular. Burası gemi ve deniz gereçleri satan büyük bir iş yeriydi. Phillipp;
" Kosta’nın kapalı olacağını hiç beklemiyordum. Hayırdır İnşallah!"
Diyerek kapının önünden geri-geri gitti, başını yukarı kaldırdı ve birinci katın pencerelerine baktı.
Perdeler sım-sıkı kapalıydı. Birinin kıpırdadığını görüncede;
" Demekki içeride birileri var!"
Diye mırıldandı. Şüphelenmişti;
" Ama niçin güpe-gündüz perdeler kapalı?"
Geriye dönerek, karşı kaldırımdaki rafları ve önündeki segisi boş denecek kadar az köy ürünleri
serpilmiş olan iş yerine doğru ilerledi. Basık bir tahta kasanın üstüne oturmuş onları seyreden kişiye;
" Selamın Aleyküm!"
Diyerek başıyla selam verdi;
" Aleyküm Selam."
Yerinden kalkmayan adam Phillipp’in;
" Kosta?"
Sorusunu bekliyormuş gibi;
" Savaş öncesi Alman’larla, Savaş sırası Osmanlı’larla ve şimdide başkaldırıcılar ile Anadolu’da işbirliği yaptığı gerekçesiyle mallarına el kondu ve iş yeri kapatıldı."
Diyerek ayağa kalktı ve iş yerine girip-kayboldu. Bu konuşmayı duyan Helen;
" İnanamıyorum! Nesil boyu denizci olan bu dürüst aileyi; İş ilişkisi kurdu diye suçlamak
haksızlıktır!"
„ Zaman değiştikçe müşterilerde değişir Helen."
" Başkaldırıcılar ile ne gibi bir ilişkisi olabilirki bu Kosta’nın?"
" Onun yerinde bende olsam böyle yapardım, haksız suçlamaları kabul edeceğime."
Sokağın sonuna doğru gelirken, Phillipp iç çekerek düşünceli bir sesle;
" Zor günler bekliyor bizi Helen."
" Mösyö Dumont ve Dorethe‘yi desen daha iyi olur. Biz nede olsa misafiriz. "
" Mutlaka onlarada baskı yapmışlardır."
" Niçin? Dorethe’nin Alman olduğundan mı?"
" Hayır! Onunda Kosta gibi Truva ve Anadolu dostu olduğundan."
Helen Kocasından aldığı bu haklı karşılığa söyleyecek bir söz bulamadı ve kuşkulu adımlarla köşeyi döndüler. Bu aokağın girişi yine kırmızı-beyaz tahta bir güvenlik engeli ile kapatılmıştı. Oysa onlar bu yolun köşesinde, deniz kıyısına paralel olan şapkacı üretim ve satış yerinin bulunduğu dar sokağa ulaşmanın sevinci içindeydiler.

Paylaş:
1 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 

Topluluk Puanları (1)

5.0

100% (1)

(14) şapkacı Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz (14) şapkacı yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
(14) ŞAPKACI yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL