0
Yorum
6
Beğeni
0,0
Puan
146
Okunma
Size bir ölümün hikayesini anlatmamı ister misiniz?
Ne bir bıçak izi var, ne de bir çığlık.
Yalnızca bir gülüş var yankılanan,
içimde, en karanlık yerimde.
Ve o gülüş, bütün geceleri suç ortağı yaptı bana.
Ben onu zifiri bir zamanda tanıdım.
Gökyüzü, kendi küllerinden doğmayı unutmuş bir geceye benziyordu.
Rüzgâr bile yürümekten vazgeçmişti,
gece kendi ağırlığıyla üzerime kapanmıştı.
Sessizlik boynuma ip gibi dolanmıştı.
Oysa o, sessizliğe bile anlam katan bir sesti.
Bir gülüşüyle ay utandı,
yıldızlar dizlerinin dibine düştü.
Ben o zaman anladım:
bazı kadınlar sabahı getirmez,
gecenin içini parlatır sadece.
Ve her ışığın bir bedeli vardır —
benimki, ona inanmaktı.
Yaklaştıkça içimdeki karanlık titredi.
Onun gülüşü, sanki uzun zamandır unuttuğum bir tınıyı hatırlatıyordu bana.
Her kelimesi, bir duanın yarım kalmış kısmı gibiydi
neye inandığımı, neyi unuttuğumu bile ayıramadım o anda.
Gözlerindeki ela ton, suya düşen gün batımı gibi değişiyordu her bakışta.
Bir an sıcak, bir an soğuk.
Dokunduğunda ise bedenim değil,
benliğim yankılandı içimde.
O dokunuşta doğa bile eğiliyordu sanki;
rüzgâr yönünü değiştiriyor,
ağaçlar daha sessiz nefes alıyordu.
O kadının yanında zaman başka türlü yürüyordu.
Dakikalar, bir bıçak kadar keskinleşiyor,
ve ben, her saniyede biraz daha kan kaybediyordum —
ama buna yaşamak diyordum.
Bir sabah, onun sessizliğinde bir şey değişti.
Sanki gülüşünün ardında bir tını eksilmişti.
Ben hissettim , çünkü katiller sessizlikleri ile tanınır.
O sustuğunda kuşlar da ötmedi,
ve ben ilk kez kendimi değil, ondan arta kalan boşluğu dinledim.
Orada yankılanan bendim, ama ses onundu.
Bir insanın kalbinde bazen öyle bir yankı olur ki,
söz değil, niyet öldürür seni.
O da öyle baktı o sabah
içimdeki bütün duaları susturan bir bakışla.
Anladım ki o, hayat vermek için değil,
hayatın nasıl alınabileceğini göstermek için dokunmuş bana.
Gülüşü bir vaatti,
ama her vaadin ardında bir mezar vardı.
Ve o gün, içimdeki ben sustu.
Çünkü anladım,
ben artık sadece onun suç yeriydim.
O’ndan kalan ses, içimde zincire dönüştü;
“Benimki bana, seninki sana.
Bendeki sen beni bağlar.”
Bu sesi kessem bile, yankısı kalıyordu.
O an gözlerimin içine baktı ve sustu.
Bazı sessizlikler öyledir ki,
bir bıçaktan daha derin girer tenine.
Ruhuna işler adeta.
Sonra anladım,
sustuğu yerden öldürmeye başlamıştı beni.
Ne bir söz,
ne bir elveda.
Sadece o bakış…
bir kefen gibi serildi üzerime.
Ben onu değil,
bendeki onu taşıyordum aslında.
O günden sonra aynalar yabancılaştı,
adım sesini kaybetti,
ve ben sadece nefes alan bir gölgeye dönüştüm.
Artık ne ben vardım,
ne o.
Sadece öldürülmüş bir “biz” kaldı aramızda
ve hâlâ geceleri,
bir gülüş sesiyle uyanıyorum;
her seferinde aynı yerden kanaya kanaya.
Şimdi anlıyorum,
her ölüm bir yok oluş değilmiş,
bazıları bir şekil değişimiymiş.
O gitti,
ama gitmekle kalmadı;
rüzgâra karıştı, göğe sindi,
benden geriye kalan her yere sızdı.
Adını andığımda hava değişiyor hâlâ;
bazen yağmur başlıyor,
bazen aynalar buğulanıyor.
Artık neyi özlediğimi bile bilmiyorum;
onun sesini mi,
yoksa o sesin içindeki sessizliği mi.
Kendime her baktığımda,
onun suretini taşıyorum.
Katil dediğim şey belki de bendim
çünkü hâlâ yaşıyor olması için
her gece biraz daha öldürüyorum kendimi.
Ve bazı sabahlar,
güneş doğmadan hemen önce,
bir anlığına onun kokusunu duyuyorum rüzgârda.
O an biliyorum:
Bir katil, asla gerçekten gitmez.
Sadece kurbanının içinde yaşamaya devam eder.
Tıpkı onun hâlâ aklımın tüm koridorlarında yaşadığı gibi…
Tıpkı yüreğimin her an sızlaması gibi.
Bilin isterim;
“İnsan, en çok kendini öldürerek yaşar.”
bedengi