Bir kimsenin beni yüzüme karşı methetmeye hakkı olursa, yüzüme karşı beni tenkit etmeye de hakkı olması lazımdır. bısmark
Oğuz Can Hayali
Oğuz Can Hayali

(13) ŞERBETÇİ

Yorum

(13) ŞERBETÇİ

0

Yorum

2

Beğeni

0,0

Puan

177

Okunma

(13) ŞERBETÇİ

Kucak dolu sevgi, destan at bana,
koy başıma güneşi-ayı,
karanlık rüzgarı kova.
bekleleye yılar-yılı,
göme beni aydınlıklara
adım T-r-u-v-a-!

Ese yel! Ese ki çöze
sicim gibi üstüme-üstüme
yağmurlara gebe bulutları
yağdıra;
Adım İ-l-y-a-d-a-!

Dinle,
duy denizin sesini, nefesini,
doldur tuzlu yosun kokusunu çiğerlerine;
Harf-harf, kelime-kelime, hece!
Adım O-d-y-s-s-e.

Şenlene Çanakkale;
Ki orada ölümü korudu ölüm,
ki orada toprak uğruna can verdi insan,
ki orada vatan uğruna o gün
destan oldu kahraman,
ki A-n-a-f-a-r-t-a-l-a-r bura,
ora T-r-u-v-a!

Varmıydı,
2 Bin yıl boyu yaşarmıydı?
Görürmüydü görmediklerimizi bu kör göz, şaşar.
Homer’in Odysse Destanı ise şöyle başlar;()

“Anlat bana Tanrıça, binbir düzenli yaman Adamı,
kutsal Troya’yı yerle bir etmişti hani,
sonra sürülmüş durmuştu ordan oraya,
ne çok şeyler görmüş, ne çok insan tanımıştı,
ne çok acı çekmişti denizlerde yüreği,
kurtarayım derken kendi canını,
yoldaşlarına dönüş yolunu açayım derken.”
(
) HOMER 9 şiiri. İçeri dizeler; Azra ERHAT / A. Kadir. ODYSSEIA. Can Yayınları. S 43’den alıntıdır.

Arabalı Vapur İskelesine ayak basan Phillipp;
“Zannımca bale gösterisi bitti?”
Gibi anlamsız bir düşünceyle ön ve yanlarında yürüyen yolculara baktı. Onların giysilerinin biraz önce tiyatro salonunda oturan şık seyircilerinkine benzemediğini görünce, yaşadığı tüm şeylerin düş olduğunu anladı;
“Acaba ben gittikçe mantıklı düşünme yeteneğini kaybediyormuyum? “
Diye mırıldandı. O yalnızca Atina’da küçük bir beyin sarsıntusı geçirmişti ve doktorun önerdiği ilaçlarıda kullanmaktaydı. Doktorun salık verdiği “Dinlenme” öğüdü ise, ancak bu Antik erlerin kovalaması bildiğinde gerçekleşebilirdi. Gördüğü düşler ile gerçek yaşam arasında çelişkiler arttıkça kendine karşı olan özgüveni de gittikçe zayıflamaktaydı. Durum daha da kötüleşirse kontrollarını Almanya’da yaptırmayı ve orada dinlenmeyi bile düşünmekteydi. Kurgular öyle amansız arka-arkaya ve sık bir şekilde geliyorlardı ki, sebebini irdeleyecek kadar bile zaman bulamıyordu artık. Kuğu Gölü Bale gösterisi süresinin; Vapurun iskeleye yanaşma manevrası ile rampalarını indirme arasında geçen çok kısa bir zamanda sığdığını ve bu düşün inanılmaz derecede gerçeğe yakın olduğunu hatırlayınca korkuya kapıldı. Bunu mutlaka önde yürüyen Helene anlatmalıydı. Yetişmek için adımlarını hızlandırdı ve onu sırt çantasından tutarak durdurdu
“Helen!”
“Ne var?”
Artık tüm çelişkilerini ona anlatmaya kararlıydı;
“Şu iskele yanındaki sahilde biraz otursak...”
“Ben yorgun değilim ki.”
“Bir sigara içmek istiyorum da.”
Saatine bakan Helen;
“Nasılsa saat 8’de kalkan Truva minibüsüne yetişemiyeceğiz. Burada kısa bir bir mola verebiliriz.”
Diyerek yürümesini sürdürdü ve sahil yolununu deniz kıyısından ayıran alçak bir duvarın önünde gelincede, durarak sırtından çıkardığı çantasını, el çantası ile birlikte yere koydu. Phillipp’te onların yanına kendininkileri yerleştirdikten sonra konuya nereden başlaması gerektiğini düşünürken bir sigara yaktı. Dumanı dışarıya üflemek için başını yukarı kaldıdığında; İskele alanındaki kalabalığın içinden çıkan beyaz eteklikli erlerininü bir elinde dik bir şekilde tuttukları uzun mızrakları, öbüründe yuvarlak kalkanları ile onlara doğru geldiğini görünce yüzünde bir gülme izi belirdi. Onların giyimleri vapurdakiler gibiydi ama ayaklarına doğal meşin sandaletler yerine çeşitli renk ve görünüşlerde gülünç ayakkabılar vardı.Topukları yüksek kadın ayakkabılıları giymiş olanların; Alışıkısız, zor ve yalpayarak yürüdüklerini görünce şaşkınlıktan ağzı açık kaldı, Nerdeyse dudakları arasındaki sigarası yere düşecekti. Gülmemek için hemen sırtını alana çevirerek önündeki duvarın üstüne her iki elini dayadı ve kollarını dirseklerinden kırarak öne doğru eğildi. İçinden de “Bu yeni saçmalığın sebebi ne olabilir ki?” diye durumu irdelemeye çalışıyordu. Yaşadığını sandığı şeylerin hepsi gerçek dışı ve düş gücünün eseri olduğunu biliyordu ama niçin saçmalığın biri biterken, bir yenisi başlıyordu? Aklı başında bir bilim adamı olarak bunları önemsememesi gerektiğine karar vererek yerinde doğruldu, dudağındaki sigarayı eline aldı ve geri dönerek düşünceli bir şekilde ona bakan erleri izlemeye başladı. Helen’in;
“Sen sigaranı içerken bende alanın şu üst köşesindeki Turizm Bürosu’na gidip Truva üzerine yeni çıkmış bir tanıtma kitabını almak istiyorum..”
Arzusunu duyunca
“Olur.”
Diyerek duvara hafifçe belini yasladığı anda karşısındaki erlerin bir kısmı yana çekilerek Helen’e yol verdiklerini, diğerlerinin ise onun peşinden gittiğini gördü. Onu uyarmak için sönmüş sigarasını duvarın üstüne bırakarak ileri atıldığında yanda duran bir sürü tuhaf ayakkabılı kısa eteklikli erler, uzun mızraklarının sivri uçları ile onun önünü kestiler. Phillipp, öbür yana doğru seğirtti. Oradaki erler de, mızraklarını kafes gibi göğüsünün önünde çaprazlayarak ilerlemesine engellediler.
Ansızın arkasında bir şangırtı sesi duyuldu. Bu sesten irkilen erler, kafesi çözüp, mızrak uçlarını öne doğru tutarak ağır adımlarla geri-geri çekilmeye başladılar. Phillipp gözünün önünde sergilenen bu yeni oyuna artık hiçbir anlam veremiyordu. Çevresinden gelen-geçen, birbirleriyle sohbet eden Çanakkale halkının da “olanlardan habersiz kendi işleri ile uğraşması” akıl alacak bir şey değildi. Kulağında şangırdayan sese doğru kafasını çevirdiğinde, orada; Kepinden ayağındaki lastik spor ayakkabısına kadar beyaz plastik elbise giymiş bir seyyar şerbet satıcısının onu gülerek selamladığını gördü. Bu adam sırtında taşıdığı üç boğumlu şerbet güğümünü, omuzlarını oynatıp-salladıkça, üzerindeki demir zincire dizili maden pullar birbirine vurup, bakır güğümde bu sesi çıkarıyorlardı. Uzakta duran erler ise, yere dik bir şekilde koydukları mızraklarına dayanmış, korkulu gözlerle şerbetçiye bakmaktaydılar. Phillipp, bu sesi rıhtıma ayak bastığından beri duyar gibiydi ama, nedense “bilinç altı” denen süzgeç bu algısını arka plana itmişti. Göz kırparak yanından geçen şerbetçi, önünde ansızın yere çömeldi ve erlere doğru; Omuzlarıyla sekizler çizip kalçasını beline karşıt yönde kıvırarak doğrulmadan ördek adımlarıyla 2-3 çalımlı hamle daha yaptı. Güğümden çıkan şangırtılardan irkilen erler korkuyla geri döndüler ve yüksek topuklu ayakkabıları üstünde yalpalaya-seke-töközlene trafik lambasını geçerek caddenin öbür tarafında toplandılar.
Bu gülünç kovalamaca oyunununu kuşkuyla seyreden Phillipp içinden; “Bir bu eksikti!” diye olayların çarpıklığına karşı çıktı.“Olamaz böyle şey!”de diyemiyordu, çünki hepsi gözlerinin önünde geçmekteydi. Bunlar bir hikayede yada romanda anlatıtlsa; “Haydi canım sende!” der ve okumayı bırakabilirdi. Ama tüm bu saçmalıkların sonunu ve sebebini öğrenme isteği içinde son derece büyük olduğundan ve “katılımdan başka hiçbir seçeneği olmadığını” bildiğinden kendini olayların akışına bıraktı.Yaşam bir kitap değildi ki, beğenmediğin yerde kapatıp, rafa koyasın!” düşüncesi ile bu işbirlikçi tutumunu bilgiç bir şekilde kendine bağışlattıktan sonra;
“Erler bu adamdan korktup-kaçtıklarına göre benim gördüklerim demmekki düş değilmiş.”
Diyerek yeniden bu yaşananın bir parçası oluverdi.
Ayağa kalkıp ona doğru dönen ve bir elinde tuttuğu cam bardak ile tabağını zil-çalar gibi avucunun içinde vurup şıngırdatan şerbetçi;
“ Kan suyu, can şerbeti buuuğz!”
Bağırtısıyla önüne kadar gelerek durdu;
“ Nar şerbeti vereyimmi abi?”
" Doldur bakalım!"
Hoppala! Bu cevapta nereden çıkmıştı? Normal olarak Phillipp böyle bir soruya kesinlikle “Hayır!” yada “Teşekkür ederim.” cevabını verirdi. Çünkü o, bugüne kadar sokak satıcılarından hiçbirşey satın almamıştı ki! Şerbetçi bir el hüneriyle, şakırdattığı tabağı, bardağın altına kaydırıverdi. Öbür eliyle de pantolon kemerindeki kancaya asılı duran su ibriğini aldı. Bu ibrikten bardağın içine azıcık su dökerek, çalkaladıktan sonra su ibriğini kemerindeki yerine astı. Bardağın içindeki suyu tabağın üstüne septi ve böylece onuda yarım-yamalak yıkadı ve suyu yere döktükten sonra başını yukarı kaldırmadan Phillipp’in kulağına yaklaşarak burnunun ucuyla alanın öbür köşesini gösterdi ve;
" Caddeyi şu trafik lambalarından karşıya geç!”
Fısıltısıyla tabağı bardağın altına yerleştiriverdi. Phillipp, adamın ne demek istediğini anlamadığı için şaşırmıştı. Onun;
“ Efendim?”
Sorusuna cevap vermeden elindeki bardağı güğümün dibinden çıkıp öne doğru gelen plastik hortumun ucundaki musluğun altına kadar getiren şerbetçi;
" O yolu kesen hükmet Parkı’ndan, soldaki girişe sap!”
Duyduklarından hiç birşey anlamayan Phillipp şaşkın bir şekilde;
“ Hükümet mi, neyin girişi?”
Diyebildi. Kulağına dahada yaklaşıp kısık sesle gizli bir sır verir gibi;
“ Gireceğin cadde şu yolun ilerisindeki parkın arkasındadır.”
Açıklamasıyla yeniden doğrulan şerbetçi ciddiyetini bozmadan başıyla ilerideki caddeyi gösterdi ve hortumun ucundaki musluğu açtı. Şimdi o hem öne doğru eğilip-yukarı kalkıyor, hemde bardağı musluğun ucuna yaklaşıp-uzaklaştırarak nar şerbetinin köpüklü olmasını sağlıyordu;
“ Ne parkı yahu?”
Karşı çıkmasını duymamış gibi;
“ Parkın arkasındaki caddede, soldaki ikinci sokağa sap!”
Emrini verdiğinde elindeki bardak köpüklü nar şerbetiyle dolmuştu bile;
"Sağda dördüncü dükkan Antikacı’dır."
Diyerek sözünü bitirdi ve musluğu kapattıp bardağı ona uzattırken, şaşırmış gözlerle ona bakan Phillipp’in;
" Antikacı Dükkanı mı ? "
Sorusuna da, başını kaldırıp yüzüne bakarak;
“ Evet, orada senin gidip-alman için teslim edilmiş bir şey var!"
“ Ne antikacısı, ne teslimi be adam?”
Diye sinirli bir şekilde karşı çıktığında, bunada aldırmayarak elindeki köpüklü nar şerbeti dolu bardağı yeniden uzatıp-gülümseyen şerbetçi;
“ Köşeleri sarı deriden üçgen şekilde kundaklanmış, sırtıda aynı sarı deri ile kaplı bir cild kapağı."
Açıklamasını yaptı. O nar şerbeti dolu bardağı alırken, köşedeki Turizm Bürosu önündeki pencerenin çıkmasına dizilmiş Truva Tanıtma Kitapları’nı inceleyen Helen’de başını yukarı kaldırıp alana baktı ve gözlerine inanamadı. Phillipp, bir sokak satıcısından aldığı şerbeti elinde tutuyordu. Şerbetçi;
" Haydi afiyet olsun!”
Deyince, Phillipp’te elinde olmadan teşekkür ederek bardağı kaldırıp dudaklarına değdirdi. Aslında bu Antikacı Dükkanı’nın ve cild kapağının ne olduğunu sormalıydı, ama nedense onun için, köpüklü nar şerbetini içmekten başka bir iş kalmamıştı. Bir yudum yutkundu. Damağında asılı kalan lezzeti diliyle yalarken bile içinden; “Gerçekten nefis bir şey bu nar şerbeti!” diye düşünmekteydi. Bardağı yeniden yukarı kaldırıp bir yudum daha içince; Soğuk ve buruk bir tad, damağından midesine değil de, kan yoluyla doğrudan-doğruya beynine ulaşmıştı. Böylece içinde bir mutluluk duygusu beliren ve tüm şüphelerinden arınan Phillipp, az önce şerbetçinin dediklerini hatırlayınca, içmesine ara verip;
“Ne cildi, ne kapağı birader?”
Sorusunu safça yeniden sordu. Şerbetçi; “Köşeleri sarı deriden üçgen şeklinde kaplanmış...” Diye başlayan aynı cümleyi az yüksek tonla, tek-tek kelimelerin üstüne basıp-vurgulayarak anlaşılır şekilde yineledi. Oda bu cümleyi ezberliyormuş gibi mırıldanarak şerbetini yudum-yudum içti. O ara Truzim Bürosu’na giren Helen içinden; “Bu adamı yanlız bırakmak tehlikeli olmaya başladı!’ diye yakınarak satın aldıklarının ücretini ödedi. Eğer ona biri; “Kocan, sokak satıcısından bir şey satın aldı!” dese, buna asla inanmazdı. Çünki Phillipp, şimdiye kadar bir kurabiye bile alırken, tezgahtaki işçinin plastik eldiven giymediğini yada kağıt kullanmadan eliyle kurabiyeyi tutuğunu gördüğü an, satın almaktan vazgeçip, çıkar-giderdi pastahaneden. Oysa o şimdi; Bir sokak satıcısından aldığı, yarım-yamalak yıkanmış bir bardaktan şerbet içiyordu. Şerbetçi Phillipp’e elini uzatarak
“Akaş.”
Diye kendini tanıtınca;
“Memnun oldum.
Diyerek bu eli sıkan Phillipp; Ne gördüklerine, ne işittiklerine nede Çanakkale’ye ayak bastığından beri yaşadığı tuhaf olayların gerçek olabileceğine bir türlü akıl erdiremiyordu. Olayların son derece hızla ve aralık vermeden arka-arkaya gelişi, irdelemesine fırsat bile vermiyordu. Biri biterken, ardından bir diğeri başlıyordu. “Nasıl olsa hepsi düş.” diye düşünerek sıktığı eli bıraktığı anda onların yanında beliren Helen’in;
“ Merhaba Phillipp?”
Sözüyle kendine geldi;
“ Size de bir nar şerbeti vereyim mi, Abla?”.
Kaşlarını kaldırıp, gülümseyerek başını iki yana sallayan Helen;
“ Hayır, teşekkür ederim.”
Cevabını verdi ve ona suçlu gözlerle bakan Phillipp’e dönerek;
“ Şerbetini bitirde, bir an önce gidelim buradan”
Şerbetçiye dönüp onunla vedalaştıktan sonra da;
“ Truva’ya kalkan 9 Minibüsünü kaçırmak istemiyorum.”
Açıklaması ile iskele duvarının dibinde duran sırt çantasını giymek için yanlarından ayrıldı. Phillipp son yudumu içip, boş bardağı geri verirken ücreti sordu;
“ İki lira.”
Parayı alan şerbetçi her ikisine de;
” Yolunuz açık olsun.”
Diyerek dostça yanlarından ayrılmıştı. Phillipp ise ona şüpheli gözlerle bakan Helen’in yanına geldi, onun yukarıda tuttuğu sırt çantasını giydi, yerde duran el çantasını aldı ve konuşmadan yürüyerek alanı sınırlayan geniş ana caddenin sağ köşesine kadar geldiler. Her ikiside olayların tuhaflığına hiçbir anlam verememelerine rağmen yinede birbirlerine soru sormaktan kaçındılar. Trafik lambalarının önüne geldiklerinde Helen;
“ Beni bir dakika burada beklermisin? Truva üzerine yeni yayınlanmış bir tanıtma kitabını satın almayı unuttum da.”
Diyerek geri dönüp yanından ayrıldı ve arkalarında duran Turizm bürosona girdi. Aynı anda caddenin karşısındaki trafik lambasının önünde halkın arasına karışmış beyaz kısa etekli, uzun mızraklı ve yuvarlak kalkanlı erler, Phillipp’e bakmaktaydılar. İşin tuhafı; Erlerin yanlarındaki Çanakkale halkı, onların varlığını hissetmeden, kendi uğraşları ile meşgul idiler. Ansızın aklına nar suyu şerbetçisi geldi. Kendi kendine; “Bu adam benim gibi bu erleri görebildiğine göre, demekki tüm gördüklerim düş değilmiş.” diye içinden fikir yürütürken;
“Merhaba.”
Diyen ve ansızın yanında beliren şerbetçiyi görünce şaşırdı. O Phillipp’e başını çevirmeden caddenin karşısında duran kısa beyaz eteklikli erleri gözlemekteydi;
“Korkma, onlardan size hiçbir zarar gelmez!”
Öğüdünü duyduğunda bile; ”Çevremdeki kalabalık bu derece sıkışıkken, bu adam kocaman güğümüyle nasıl olurda böyle sessiz-sedasız ve çabucak yanıma gelebildi ki?” diye düşünmekteydi. Onun biraz önce söylediği sözler aklına gelince;
“Niçin?”
Sorusunu sordu. Dönerek ona bakan şerbetçi;
“Akçe sende oldukça...”
Dedi ama sözünün gerisini getiremiyerek sustu. Sanki söylememesi gereken bir şeyi ağzından kaçırmıştı ve pişman olduğu belliydi. Phillipp içinden; “Demek bu adam Akçe’nin bende olduğunuda biliyor?” irdelemesini yaparken Akçe’nin;
“Evet!”
Diyen çocuksu sesini duyunca her ikiside güldüler.
Bir fotoğraf makinası flaşının patlaması gibi, ansızın parlayarak etrafa yayılan kuvvetli bir ışık kısa bir sürede göz kamaştırınca, her ikisinin gülücüğü dudaklarında dona kaldı. Bu ışığın şiddeti ile çok gözlerini sıkıca yuman ve sonra yumruklarının tersiyle kapaklarını ovalayan Phillipp, açıp çevresine baktığında da, caddenin karşısında tuhaf bir değişik olduğunu fark etti. Tüm dikkatini o yana toplayınca da; Çanakkale halkı ve beyaz eteklikli erlerin şimdi orada silikleşerek donmuş bir şekilde hareketsiz durduklarını gördü. Trafik lambasındaki ışık “sarı” ya değişmişti ama, “yeşil” olmaya hiç niyeti yok gibiydi. Sorduğu;
“Peki bu erler neden peşimizder?”
Sorusuyla başlayan cümlesinde ve aldığı karşılıkta başlayan; Kelimelerin içindeki derinlik, yavaşlık, titreme ve yankı her ikisinin de “gerçek dışı bir düzeyde” olduklarını belirtmekteydiler;
“ Truva’ya gitmenizi önlemek için.”
Duyduğu bu tılsımlı sese şaşırarak o yöne dönen Phillipp; Şerbetçinin arkasında duran ve karşıya geçmek için bekleyen insanların da “renk ve canlılıklarını yitirerek heykel gibi katılaşmış” öylece durduklarını gördü. Sanki onlar saydam bir ortamın içinde arka planda “Son anda çekilmiş bir fotoğrafa yapışıp-kalmış gibi” hareketsiz bir şekilde durmaktaydılar. Biraz önce şerbetçiden aldığı cevabının kısa, tartışmasız ve anlaşılır olduğunu bile-bile yinede sordu;
“ Niçin bizi önlesinler ki?”
“Akçe ile yapacağınız böyle bir ziyaret şu an tehlikeli olduğu için...”
Cevabı süresince ve devamında gelen cümledeki kelimelerin bu olağan dışılığı; Gittikçe dahada yayılarak-sündü, ses tonu kalınlaşıp derileşmeye başladı ve;
“B-İ-Z-İ-M G-Ö-R-E-V-İ-M-İ-Z Y-A-L-N-I-Z-C-A S-İ-Z-L-E-R-İ K-O-R-U-M-A-K-T-I-R-! “
Şeklinde boğuk, yankılı ve muammalı bir şekilde şerbetçinin gırtlağından çıkmaya başladı. Aynı anda şerbet güğümü kaybolarak, sırtından aşşağı beyaz kumaştan yere kadar uzayan bir elbise aktı, kepsiz başında gür kır saçlar dışarı fışkırdı ve yüzünde uzun ak sakallar türerken; Burun, alın, elmacık kemikleri ile çenesi de ön ve yana doğru genişledi, yada Phillipp’e öyle geldi. Uzaydan gelen birinin sesi gibi, ses dahada boğularak-kalınlaşıp gittikçe boğularak yavaşladı ve ağız boşluğunda titreşimli bir derinlik kazandı;
“ B-U C-İ-L-D K-AP-A-Ğ-I N-I M-U-T-L-A-K-A B-U-L-M-A-L-I-S-I-N-! “
Öğüdünü vermeye başladığı anda; Ebise ve yüzünün görünüşü yeniden eski haline döndü;
“ A-K-Ç-E-’-N-İ-N K-I-S-A B-İ-R S-Ü-R-E S-A-N-A T-E-S-L-İ-M E-D-İ-L-D-İ-Ğ-İ-N-İ . . .”
Sözü süresince hızlanan cümlenin sonunda da normalleşen ses, yankısını kaybetti. Şimdi karşısında; sırtında üç boğumlu güğümü ile duruyordu ve bir elinin işaret ile orta parmağını şaklatıp;
“ Unutma!”
Emrini verdiği anda Phillipp kendine geldi. “Ben yine düşmü gördüm?” sorusunu kendi-kendine sorarken, aldığı;
“Evet!”
Cevabı aynı anda şerbetçi ve Akçe’den gelince, her üçüde güldüler;
“ Ama sizin sattığınız ve benim içtiğim nar suyu şerbeti gerçek ve nefis idi!”
“ Ne yazık ki, hepsi yalnızca senin düşlerinde var!”
“ Ya Helen! Helen’de sizi görebildiğine göre? ”
“ Onun gördükleri sadece Akçe’nin bir yansıtmasıdır.”
“ Peki, bu beyaz eteklikli erlerin ayaklarındaki gülünç ayakkabılar neyin-nesi?”
Sorusu ile bakışlarını caddenin karşısına çevirerek erleri gösterdi. Artık tüm tuhaflıkların sebebini bilmek istiyordu;
“ Onlar Çanakkale’nin Anadolu toprağına çıplak ayak yada altı meşin sandaletleriyle bastıklarında, yada çıplak el ve elbisesiz vucutları toprağa değdiğinde, eriyip kaybolurlar. Anadolu’nun tılsımıdır bu.”
Phillipp bu açıklamayı çocukça bulup içinden; “Yok be!” diye kinayeli bir şekilde karşı çıktığı halde, aldırmadı. Nasıl olsa her şey düş idi;
“ Ya şimdi giydikleri?”
“ Onların altı mutlaka yapay lastik yada plastiktir. Toprakla ilişki kuramadıklarından...”
Phillipp içinden gülümseyerek;”Çanakkale’de nar şerbeti satan bir adamdan bundan daha iyi açıklama beklenemezdi zaten!” diye düşündü, ama tüm bilmek istediklerinin cevabını alabilmek için yinede sordu;
" Peki, Helen bu beyaz gölgeleri niçin göremiyor?"
" Onuda sen Akçe’ye sor."
” Phillipp!”
Diyen ve arka satıhtan onlara doğru gelen Helen’i görünce dahada şaşırdı. Çünki o; “Bir buğunun yada sisin içinden çıkıp-geliyormuş gibi” donmuş heykellerin vucudunu yara-yara öne çıkarak ona doğru yaklaşmaktaydı. Ayrıca son olarak söylenen 4 kelimeyi de duymuş olduğu belliydi. Şerbetçi suçlu bir şekilde başını öne eğerek gitmek istediğinde, Helen dost bir gülümsemeyle onun yolunu;
” Yine mi siz?”
Sorusuyla kesti;
” Sormak istediğim bir şey vardı da...”
“ Buyrun?”.
“ Truva’ya mı gidiyorsunuz?"
" Evet?"
“ Tavsiye etmem!”
Sözü ile Helen’i geçen şerbetçi, donmuş saydam Çanakkale halkının arasına dalarak kayboldu. Güğümünden çıkan şangırtılar kalabalığa değdikçe hepsi eski renklerine kavuştular ama heykel gibi hareketsiz bir şekilde durmayı sürdürdüler. Onun;
“ Nar şerbetiiii, buğzzzz!”
Sesi Phillipp’in kulaklarına dolan diğer ses ve gürültülerin içinde, gittikçe azalarak uzaklaştı ve kayboldu. Helen’in onu göğsünden dürterek;
“ Bu Adamla ne konuştun sen?”
Sorusuna;
“ Hiiiç!”
Cevabını vererek sırtını ona dönen Phillipp; “Demek ki farketmemiş.” diye düşünerek rahatlamıştı. Helen ise;
“ Pardon”
Diyerek kalabalığı araladı ve onun yanına geldi;
“ Ama ben onun sana; ”Akçe’ye sor!” dediğini duydum. “
Phillipp’in “Suç üstü yaklanmış gibi” sustuğunu görünce de;
“ Bak Phillipp! Ben tüm bu olanlardan gittikçe endişe duymaya başlıyorum!”
Aynı anda Akçe’nin; “Caddeyi, alanın öbür taraftaki trafik lambalarından geçersen olayların sebebini anlarsın!” öğüdü fısıltı şeklinde kulaklarına gelince Phillipp’in ;
„Haydi canım sende.“
Karşılığını duyan ve kızarak;
" Ne demek istiyorsun sen? Yani endişe duymakta haksızmıyım?"
Sorusuna;;
" Tavsiye etmezmiş!”
Diyerek durumu kurtarmaya çalıştı ve;
“ Oda kim oluyor ki? Şerbetçiyse, şerbetini satmakla kalsın!"
Cevabıyla tüm olayları birbirine karıştırarak meseleyi böylece geçiştirmiş oldu. Ama aynı zamanda içinde doğan ve karşı koyamadığı bir duyguyu yenemeyerek caddeyi iskele alanının öbür köşesindeki trafik lambalarından geçmeye karar vermişti. Bunu Helen’e nasıl anlatabileceğinin yollarını ararken, gözü hala caddenin karşısında “sarı” yanmakta israr eden trafik lambasınına ilişince; ”Bu ne biçim bir düş be!” diye içinden söylenirken, kulaklarına;
“ Helen! Caddeyi öbür taraftaftaki lambalardan geçsek?”
Diyen bir öneri geldi. Ama ne yazık ki duyduğu sesde kendi sesiydi. Helen, caddenin karşısına baktığından, onun bu sözü dudaklarını oynatmadan söylediğini nereden bilebilirdi ki? Bu beklenmedik isteğe şaşıran, ona doğru dönen Helen’e, soru sormak fırsatı vermeden, Akçe’nn sözünü;
“ Ne dersin?”
Sorusu ile tamamladığını duyunca, oda hemen dudaklarını bu sorunun ritminde uygun bir şekilde oynattı;
“ Neden?”
“ Burası Kalabalık.
“ Orasıda kalabalık!”
“ Ama ben bu sefer caddenin öbür tarafındaki kaldırımda yürümek istiyorum.”
“ Phillipp! Caddeyi hangi kaldırımdan yürürsen-yürü vede hangi trafik lambalarından karşıya geçersen-geç, yinede bu yol seni Truva minibüslerinin kalktığı köprünün altına giden kavşağa götürür.”
" Olsun!"
Şakasıyla çocuk gibi;
“ N’olur.. Lütfen.. Haydi... Hatırım için...”
Cilveleriyle Helen’i yumuşatmak için; Gülüp, ötesine berisine dokunarak onuda güldürmeye çalıştı. Bu gıdıklamalardan kurtulmak için yana ve geriye doğru seyirten Helen; Sırt çantasıyla, çevresinde bekleyen yolculara çarpınca, onları hem canlandırdı, hemde rahatsız etti. Ansızın trafik lambasının yeşil yanması vede arkadan gelen baskının artmasıyla, ellerinde olmadan Çanakkale halkının eşliğinde böylece caddenin karşıya geçmiş oldular. Yaya kaldırımının başlangıcında duran ve etrafına bakınan Phillipp, az önce buradaki beyaz-kısa eteklikli erleri aradı. Onların kaybolmuş olduğunu görünce de;
Allah, allah! ”
Diye söylenmeye başladı;
“ Niçin durdun Phillipp?”
“ Hiiiiç! Aklıma birşey geldi de.”
“ Eğer düşündüğün...”
Diye Helen henüz konuşmasına yeni başlamıştı ki, Akçe’de Helen’in sesini aynen taklit edip-yayarak alaycı bir şekilde;
“ Şerbetçinin dediği şey ise...”
Kelimelerini yinelediğini duyar-duymaz; Dudaklarını hemen kelimelerin eşliğinde oynatan Phillipp, hızla bir elini ceketinin iç cebine soktu ve Akçe’yi yakalayarak susturdu. Sözünü de;
“...mesele yok.”
Bağırtısı ile tamamladı ve;
“ Haydi öyleyse Truva’ya gidiyoruz.”
Diyerek onu belinden tutup kendine çekerek yanağından öptü. Phillipp’in sesindeki bu ton değişikliği, yükselme-alçalma ve birbiri üstüne binen kelime ikilemelerine aldırmayan Helen saatine bakmak için bu tek elin kıskaçından kurtuldu. Phillipp ise bu sefer onun diğer elini yakaladı;
“ Yarım saat vaktimiz var.”
Phillipp’in elini bırakarak;
“ Acele edersek 9 minibüsüne yetişebiliriz. Haydi öyleyse davran! Köprü altında 1 saat daha beklemek istemiyorum.”
Diyen Helen ondan ayrıldı ve önden yürüdü. Aynı zamanda da içinden; “Yine bu adamın tuhaflığı üstünde” diye düşünerek onun sıhhatinden endişe duymaktaydı. Phillipp, yere koyduğu el çantasını almak için eğilirken bile, kuvvetli bir kıskaç tarafından yakalanmış olan ceketinin iç cebindeki elini dışarıya çekerek çıkarmaya çalışıyordu. Her ne kadar çabaladıysa da bunu başaramadı. Gittikçe artan bir kuvvet onun vucudunu geriye doğru çekmekteydi. Karşı koyamayarak bu çekişin yönünde birkaç adım geri attı. Çekimin şiddeti dahada artınca ayakkabılarının ökçeleri üstünde sürüklenerek kaldırımda gerilemesine bir süre kaydı;
“ Dur hele!”
Sendelemesini yaptığı son anda; Topuklarıda yerden kesildiğini hissetti. Sırt üstü düşmemek için vucudu ekseninde yarım daire çark ederek bakışlarını yere doğru çevirdi. Aynı anda ceketinin iç cebindeki elini de kurtularıp dışarı çıkararak öne uzattı ve böylece karın-üstü uçuş posisyonuna gelmiş oldu. Her ne kadar;
“ He-leeeeen!”
Çığlığıyla ondan yardım istediysede, karşı koyamadığı gizli bir kuvvet tarafından ondan süratle uzaklaşmaktaydı. Caddenin her iki yanındaki tüm görüntüler; Gittikçe artan bir hızla kayarak ona doğru gelip gerisinde küçülmeye başladılar. Çekişin hızı doruğuna ulaştığında da, bu vakum hortumunun içinde kendi ekseni etrafında, öne uzattığı kollarının doğrultusunda hızla döne-döne yükselerek düşünme yeteneğini kaybetti. Gözlerinin önündeki görüntüler de gittikçe eriyerek, yerini göz kamaştırıcı bir ışığa bıraktılar. Phillipp şimdi bu ışığın bir parçasıydı ve herşey burada bem-beyazdı artık.

Paylaş:
2 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
(13) şerbetÇi Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz (13) şerbetÇi yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
(13) ŞERBETÇİ yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL