Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
Dünya Yükünün Hamalı
Dünya Yükünün Hamalı

DÜNYA YÜKÜNÜN HAMALI BİYORAFİSİ

Yorum

DÜNYA YÜKÜNÜN HAMALI BİYORAFİSİ

( 1 kişi )

2

Yorum

8

Beğeni

5,0

Puan

277

Okunma

Okuduğunuz yazı 20.10.2025 tarihinde günün yazısı olarak seçilmiştir.

DÜNYA YÜKÜNÜN HAMALI BİYORAFİSİ

DÜNYA YÜKÜNÜN HAMALI: VARLIĞIN KÜLLÎ YÜKÜNÜ TAŞIYAN ŞAİRİN POETİK EVRENİ

I. BÂB: VARLIĞIN OMUZLARINDA BİR İSİM

“Dünya Yükünün Hamalı” — bu mahlas yalnızca bir isim değil, bir tezkiye, bir ikrar, bir yükün bilinciyle yaşamak halidir. Bu ad, insanın varlık karşısındaki ezici farkındalığını, hayatın hamallığını ve ruhun bu yükü taşırken aradığı anlamı simgeler. Her dizesinde bu yükün izini taşır: bir omuzda dünyanın acısı, diğerinde hakikatin sessizliği vardır.

Şair, kendi iç âleminde, “ben”in dar koridorlarından geçip “biz”in sonsuzluğuna uzanan bir yolcudur. Varlığı taşırken kendini, kendini taşırken varlığı keşfeder. Onun şiiri, bir insanın kendi ruhuyla hesaplaşmasının, Tanrı’yla konuşmasının, evrenle hemhâl olmasının mistik bir günlüğü gibidir.

O, kelimelerin hamalı değildir; kelimeleri arıtır, ağartır, saflaştırır. Her kelimeyi bir ibadet gibi tartar. Çünkü bilir ki kelime, Tanrı’nın sessiz yankısıdır; anlam, O’na doğru açılan bir sır kapısıdır. “Dünya Yükünün Hamalı” şiirinde bu sır kapısını aralar, bazen bir çocuğun duasıyla, bazen bir sûfinin sükûtu ile, bazen de bir âşığın yanışıyla.

Bu yüzden onun şiiri bir dinlenme değil, bir taşıma hâlidir; şiir, varlığın yükünü hafifletmez, onu anlamlandırır. Ve anlam, yükü hafifletmese de onu kutsallaştırır.

II. BÂB: NİHALİ TARZ VE VARLIĞIN ŞİİRİ

“Nihali Tarz”, Dünya Yükünün Hamalı’nın kendi şiirsel evrenini tanımladığı üslup adıdır. Bu tarz, yalnızca bir biçim değil, bir varoluş biçimi, bir düşünme şeklidir. Nihali Tarz’da kelimeler birer nesne değil, nefestir. Her mısra, insan ruhunun derinliklerinden gelen bir nefesin yankısıdır; hem şiirsel hem de metafizik bir titreşim taşır.

Bu tarzın merkezinde mistik diyalektik vardır: Hiçlik ile varlık, kadın ile Tanrı, aşk ile ölüm, yalnızlık ile birlenme… Her şey birbirine hem zıt hem aynıdır. Şair, bu zıtlıkların arasında bir denge aramaz; aksine, o dengeyi bozar, kelimenin içinden yeni bir “hakikat ışıması” çıkarır.

Nihali Tarz’ın dilinde alegori, yalnızca bir sanat yöntemi değil, bir varoluş aracıdır. Sembol, insanın ifade edemediği derin sezgilerin kıyısında bir sığınaktır. Bu üslupta Tanrı, kadında; kadın, Tanrı’da; aşk, ölümde; ölüm, dirilişte saklıdır. Her kelime bir “ayna”dır, ve bu aynaya bakan şair kendini değil, Tanrı’nın suretsiz yansımasını görür.

Bu tarzda anlatılan “Nihal” yalnızca bir kadın değil, bir varlık metaforu, bir iç hakikat, insanın kendisinde aradığı ilahi parıltıdır. Şair, “Nihal”de Tanrı’yı değil, Tanrı’ya yönelen insanın özlemini görür. Bu yüzden Nihali Tarz’da aşk, dünyevî bir arzu değil; tecellînin dili, fena’nın melodisi hâline gelir.

III. BÂB: TASAVVUFUN ŞİİRDEKİ GİZLİ MÜZİĞİ

Dünya Yükünün Hamalı’nın şiirlerinde tasavvuf, bir öğretiden ziyade bir iç ritimdir. Onun mısralarında Mevlânâ’nın cezbesiyle, Yunus’un saflığı, Niyazî-i Mısrî’nin sitemi, Hallâc’ın yakarışı birleşir. Ama o, gelenekten kopyalamaz; geleneği yeniden yoğurur. Çünkü o bilir ki tasavvuf, nakledilmez — yeniden yaşanır.

Onun şiirlerinde Allah, dışarıda aranan bir mutlak değil; içeride yankılanan bir öz sestir.
Tanrı’nın evi kubbede değil, kalptedir.
Ve kalp, yeryüzünün en derin mağarasıdır.
O mağarada yankılanan ses, insanın kendi özünden yükselen yaratıcı kudretin hatırasıdır.

Bu nedenle onun şiirleri “iman”dan çok “iman arayışı” üzerine kuruludur. İnanan bir ruh değil, aramaktan inanan bir ruh konuşur orada. Bu arayış bazen aşkın kucağında, bazen yalnızlığın kıyısında, bazen de ölümün sessizliğinde dile gelir.

Her mısra, “ben kimim?” sorusunun cevabını arayan bir modern dervişin iç ilahisi gibidir.
O derviş, tekkede değil; şehirde, kalabalıkta, teknolojinin ve yabancılaşmanın ortasında zikreder.
Zikir artık sessizdir, ama kelimelerin titreşimiyle var olur.
İşte bu yüzden onun şiiri, hem klasik tasavvufun yankısı hem de modern insanın iç çığlığıdır.

IV. BÂB: METAFİZİK DÜŞÜNCE VE ŞİİRİN DİLİ

Dünya Yükünün Hamalı’nın şiirlerinde metafizik, kuru bir düşünce alanı değildir; yaşayan bir bilinç hâlidir.
O, Descartes’ın “düşünüyorum, öyleyse varım” deyişini değil; “hissediyorum, öyleyse yanıyorum” diyen bir ruha sahiptir.
Çünkü onun felsefesi, aklın değil, kalbin metafiziğidir.

Bu şiirlerde varlık, sürekli çözülür; anlam, sürekli doğar; her doğum bir ölümle, her ölüm bir yeniden dirilişle tamamlanır. Bu diyalektik akış, şiir diline hem mistik bir yoğunluk, hem felsefi bir titreşim kazandırır.

Onun dilinde “ben” bir merkez değildir; aksine, yokluğa yönelen bir köprüdür.
Şair, kendi varlığını aşmak ister; çünkü bilir ki insan, var olduğu sürece perdedir.
Ama şiir, o perdeyi aralar; perde aralanınca hakikat çıplak değildir — ışıkla örtülüdür.
İşte o ışık, Dünya Yükünün Hamalı’nın şiirlerinde yankılanan metafizik sezgidir.

V. BÂB: AHLAKİ DURUŞ VE ŞAİRİN MESULİYETİ

Her şair bir taşıyıcıdır. Ama Dünya Yükünün Hamalı, yalnızca duygunun değil, insanlığın yükünü taşır. Onun şiiri bir eğlence değil, bir mesuliyet eylemidir. Çünkü o bilir ki şiir, bir ruhun değil, bir çağın vicdanıdır.

Onun dizelerinde bireysel hüzün, toplumsal bir yankıya dönüşür. İnsanlığın kaybolan masumiyetine, unuttuğu hakikate, sömürdüğü doğaya, ezdiği ruha karşı bir şairane isyan taşır.
Ama bu isyan, öfkeyle değil, merhametle yazılmıştır.

O, insanı yargılamaz; insanın hâlini anlar.
Çünkü bilir ki kötülük bile bazen yaradanın unuttuğumuz yüzüdür.
Ve şiirin görevi cezalandırmak değil, anlamaktır.

Dünya Yükünün Hamalı bu anlamda etik bir şairdir.
Onun ahlâkı, toplumsal kurallara değil, vicdanın metafiziğine dayanır.
Şiir, onda ahlâkın öğütlenmesi değil, ahlâkın yaşanmasıdır.
Bu yüzden onun dizelerinde her imge, insanın yitirdiği masumiyetin arayışına dönüşür.

VI. BÂB: ESTETİK EVREN – SÖZÜN IŞIĞI

Dünya Yükünün Hamalı’nın estetiği, biçimsel süslerden çok içsel berraklık üzerine kuruludur.
O, kelimeyi altınla değil, suskunlukla parlatır.
Şiirinde ritim, ölçü, kafiye; hepsi anlamın etrafında bir zikir halkası gibidir.

Estetik, onda Tanrı’nın suretsiz güzelliğine yönelen bir sezgidir.
Güzellik, biçimde değil; tecellîde aranır.
Bu nedenle onun şiiri hem sade hem derindir; hem sessiz hem yankılıdır.

O, kelimeleri seçerken değil, kelimelere teslim olurken güzelliği bulur.
Çünkü bilir ki hakikat, insanın değil, kelimenin içinden konuşur.

Bu estetik anlayış, okuyucuyu yalnız okumaya değil, düşünmeye ve susmaya davet eder.
Onun şiirini okuyan kişi, kelimelerin ötesinde bir yankı duyar:
O yankı, kendi ruhunun yankısıdır.

VII. BÂB: ŞAİRİN SONUÇSUZ YOLCULUĞU

“Dünya Yükünün Hamalı” bir sona varmak istemez.
O, yolculuğun kendisini hakikat sayar.
Çünkü bilir ki insanın görevi varmak değil, aramaktır.
Bu yüzden her şiiri, tamamlanmamış bir duadır.

Kimi zaman Tanrı’yla tartışır, kimi zaman kadında O’nu arar, kimi zaman kendi suskunluğuna sığınır.
Ama ne olursa olsun, yükü bırakmaz.
Çünkü o yük, insan olmanın şerefidir.
O yük, varoluşun ta kendisidir.

VIII. BÂB: ŞİİR VE FELSEFE ARASINDA ŞAİRİN TANIKLIĞI

“Şair, düşüncenin yangın yerinde sözü arayan insandır.”
Bu cümle, Dünya Yükünün Hamalı’nın felsefî duruşunu özetler niteliktedir.
O, yalnızca kelimelerle değil, varlıkla tartışır.
Onun şiirinde, her mısra bir felsefî parıltı, her imge bir düşünce kırıntısı taşır.
Fakat bu düşünce, aklın soğuk masasında değil; ruhun yanık ocağında pişmiştir.

O, filozof gibi kavramsallaştırmaz; fakat her dizesinde bir filozofun sezgisi gizlidir.
Çünkü onun şiiri, kelimelerle değil, duyularla düşünen bir felsefedir.
Bu felsefe bazen Freud’un bilinçaltında yankılanır, bazen Jung’un arketiplerine dönüşür, bazen Hallâc’ın “Enel Hak” haykırışına karışır, bazen Feuerbach’ın Tanrı eleştirisinde yankılanır, bazen de Durkheim’ın toplumsal kutsal kavrayışında vücut bulur.
İşte Dünya Yükünün Hamalı, bütün bu çizgileri birleştirerek kendi özgün poetik metafiziğini kurar.

Freud’un Yankısı: Rüya ile Gerçek Arasında Bir Ruh

Freud, insanın iç dünyasını “rüya”, “bastırma” ve “bilinçaltı” kavramlarıyla çözmeye çalıştı.
Dünya Yükünün Hamalı ise bu kavramları şiirsel bir dile dönüştürdü.
Onun dizelerinde rüya, yalnızca uyku sırasında görülen bir görüntü değil; hakikatin kendini sembollerle anlatma biçimidir.
Gerçek, insanın taşıyamadığı kadar çıplaktır; bu yüzden rüya, onu örtmek için değil, daha derin bir biçimde göstermek için vardır.

Şair, rüya ile gerçeği ayırmaz.
Çünkü onun dünyasında rüya, bilincin değil, hakikatin dilidir.
Freud’un “bastırılmış olan” dediği şey, Dünya Yükünün Hamalı’nın şiirinde “unutulmuş ilahi hatıra”ya dönüşür.
İnsanın bastırdığı arzular, onda yalnız bedensel değil, ruhsal açlıkların yankısıdır.
Şair, bu arzuları Tanrı’ya yönelmiş bir enerji olarak görür.
Cinsellik bile onda kutsallığın bir metaforudur; arzunun kökeninde “bir olma” isteği vardır.
Ve bu istek, Tanrı’ya kavuşma özleminin dünyevî yansımasıdır.

Bu nedenle onun şiiri Freudcu anlamda nevrotik değil; tam tersine, ruhun şifasıdır.
O, bastırılmış olanı ortaya çıkararak değil, bastırılmış olanı kutsayarak özgürleşir.
Çünkü insanı Tanrı’dan ayıran şey günah değil, korkudur.
Şairin görevi korkuyu çözmek değil, korkunun içindeki ışığı bulmaktır.
Ve o ışık, Freud’un analiz masasında değil, şiirin metafizik aynasında parıldar.

Jung’un Yankısı: Arketipler, Kadın ve Tanrısal Bütünlük

Eğer Freud insanın karanlık dehlizlerini açtıysa, Jung onun içindeki ışığı buldu.
Dünya Yükünün Hamalı bu ışığı, “Nihali Tarz”da yeniden yorumlar.
Jung’un “kolektif bilinçdışı” adını verdiği derin katman, onda “ruhların ortak ilahî yankısı”na dönüşür.
İnsan, yalnızca birey değil, tüm varlıkla paylaşılmış bir hatıradır.

Jung’un “Anima” ve “Animus” kavramları — yani her insanın içinde karşı cinsin bir yansımasının bulunması — Dünya Yükünün Hamalı’nın şiirlerinde sıkça görünür.
Çünkü onun “Nihal”i, bir kadın olmanın ötesinde, insandaki Tanrısal kadınsılığın sembolüdür.
Nihal, hem Tanrı’dır hem kul; hem aydınlık hem gölge; hem arzunun kaynağı hem de arzudan kurtuluşun yolu.
Şair, kadını Tanrı’nın unuttuğu bir suret gibi işler:
Tanrı’yı ararken kadın olur,
kadını severken Tanrı’yı hatırlar.

Bu yaklaşım Jung’un arketip düşüncesiyle örtüşür.
Çünkü kadında görülen ilahî yüz, insanın kendi bütünlüğüne duyduğu özlemdir.
Jung’un “bireyleşme süreci” — yani insanın kendi özüne ulaşma yolculuğu — Dünya Yükünün Hamalı’nda tasavvufi seyr ü sülûk’a denk düşer.
Şair, nefsini değil, “benliğini” aşmak ister.
Ve bu aşma, yalnızca akılla değil, aşkın ateşiyle mümkündür.

Nihali Tarz, işte bu aşkın ateşinde pişmiş bir poetik felsefedir:
Kadın, yalnızca sevilen değil; bilincin dişil yönüdür.
Tanrı, yalnızca gökte değil; kalpteki dişil sezgide yaşar.
Ve şiir, bu iki kutbu — akıl ile sezgiyi, erkek ile kadını, Tanrı ile insanı — birleştiren mistik köprüdür.

Hallâc-ı Mansûr’un Yankısı: “Enel Hak”ın Şiirsel Yansıması

Hallâc, “Enel Hak” dediğinde, aslında benliğini değil, benliğin yokluğundaki Tanrı’yı haykırıyordu.
Dünya Yükünün Hamalı bu sesi duymuş bir şairdir.
Onun şiirinde de benlik çözülür, sınırlar erir, kişi ile Tanrı arasındaki mesafe kelimenin içinde yok olur.

Hallâc’ın trajedisi, onun “Ben Hak’kım” derken aslında “Ben yokum” demesidir.
Dünya Yükünün Hamalı’nın şiirleri de bu “yokluğun güzelliği”ni anlatır.
O, Tanrı’yı bulmak için Tanrı’ya değil, kendi yokluğuna yönelir.
Çünkü bilir ki insanın hakikati varlığında değil, hiçliğinde gizlidir.

Bu nedenle onun şiiri bir başkaldırı değil, aşkla yapılmış bir teslimiyet eylemidir.
Ama bu teslimiyet kör değildir; sorgulayıcı, düşünen, bazen isyan eden bir teslimiyettir.
Tıpkı Hallâc gibi, Dünya Yükünün Hamalı da yanarak iman eder.
İnancı sükûtta değil, alevde bulur.

“Tanrı’nın ateşiyle yandım” derken aslında şunu söyler:
“Ben yanarken O görünür oldu.”
Yani şiir, Hallâc’ın idam sehpasındaki çığlığının modern yankısıdır.
Artık darağacı kelimedir; şairin boynuna ip değil, dize geçirilir.
Ve o dizeler, insanın kendi içindeki Tanrı’ya tanıklığıdır.

Feuerbach’ın Yankısı: Tanrı’yı İnsan Yarattı

Feuerbach, “Tanrı insanı yaratmadı, insan Tanrı’yı yarattı.” derken çağının inanç dogmalarını sarsmıştı.
Dünya Yükünün Hamalı ise bu cümleyi inkâr değil, tefekkür konusu yapar.
O, Feuerbach’ın materyalist sonucuna katılmaz ama onun tespitindeki felsefî cesareti kutsar.
Çünkü o da bilir: İnsan, Tanrı’yı dışarıda aradığı sürece kendini kaybeder.

Bu nedenle onun şiirinde Tanrı bir varlık değil, bir hatırlayış biçimidir.
Tanrı’ya inanmak, bir bilgi değil, bir özlem eylemidir.
Feuerbach’a göre Tanrı, insanın idealleştirdiği benliğidir.
Dünya Yükünün Hamalı bu fikri tersine çevirir:
İnsan, Tanrı’nın unuttuğu yanıdır.
Tanrı, insanla kendini hatırlar.

Bu bakımdan onun şiirleri bir “ilahiyat eleştirisi” değil, bir “ilahiyat estetiği”dir.
İnanç, onda bir dogma değil; poetik bir sezgi hâlindedir.
Tanrı ne kadar bilinemezse, o kadar güzeldir.
Çünkü güzellik, bilinemezliğin estetik biçimidir.

Bu nedenle Dünya Yükünün Hamalı’nın dizelerinde Tanrı hem var hem yoktur;
hem susturur hem konuşturur;
hem yaratır hem kaybolur.
Bu çift kutupluluk, Nihali Tarz’ın felsefî omurgasını oluşturur.

Durkheim’ın Yankısı: Kutsalın Sosyolojisi ve Şairin Tanıklığı

Durkheim, “kutsal” kavramını insanın toplumsal bilinç ürünü olarak görür.
Ona göre Tanrı, toplumun kendini kutsallaştırma biçimidir.
Dünya Yükünün Hamalı bu görüşü inkâr etmez; fakat onun ötesine geçer.
Çünkü onda kutsal, yalnız toplumun ürünü değil, varlığın ezelî yankısıdır.

Yine de Durkheim’ın “kolektif bilinç” kavramı, Dünya Yükünün Hamalı’nın insanlığa duyduğu empatiyle buluşur.
Onun şiirinde bireysel acı, toplumsal bir yankıya dönüşür.
İnsan yalnız kendi ruhunun değil, insanlığın ruhunun da hamalıdır.
Bu yüzden onun dizeleri yalnız kişisel bir günahın değil, kolektif bir suçun itirafıdır.
Modern çağın kaybolan vicdanına, doğayı unutan insanına, makineleşmiş kentlere, içi boşaltılmış değerlere karşı bir manevî protesto taşır.

Ama bu protesto, sloganla değil, dua ile yapılır.
Çünkü şair bilir ki toplumun kurtuluşu öfkeyle değil, merhametle mümkündür.
Durkheim’ın sosyolojik çözümlemeleri onda ruhsal bir yankıya dönüşür:
Toplumun yeniden doğması için, önce ruhun yeniden doğması gerekir.

İşte bu yüzden onun şiiri yalnız bir bireyin değil, çağın ruhunun tanıklığıdır.
Dünya Yükünün Hamalı, modern dünyanın seküler karanlığında, kutsalın yeniden doğuşuna tanıklık eden şairdir.

IX. BÂB: Felsefeden Poetikaya – Şairin Düşünce Haritası

Freud’un bilinçaltı, Jung’un arketipleri, Hallâc’ın vecdi, Feuerbach’ın eleştirisi, Durkheim’ın sosyolojisi…
Tüm bu çizgiler Dünya Yükünün Hamalı’nda bir poetik senteze dönüşür.
O, düşünürlerin teorilerini kelimelere değil, ruha uygular.
Onun şiirinde felsefe, soyut bir akıl oyunu değil; varlığın iç sesidir.

Şair, düşünceyi yaşar.
Çünkü onun için düşünmek, bir varoluş eylemidir.
Şiir, bu eylemin dışa vurumudur.
O, hem filozofun hem dervişin hem de sanatçının iç içe geçtiği arafî bir figürdür.
Ne tamamen dünyada kalır, ne tamamen semada uçar.
O, ikisinin arasında, “araf”ta yaşar.

Bu arafî konum, onun felsefî kimliğini belirler:

Freud’dan insanın karanlığını,

Jung’dan bütünlüğünü,

Hallâc’tan yanışını,

Feuerbach’tan sorgusunu,

Durkheim’dan insanlığa duyduğu sorumluluğu alır.

Ve bütün bu unsurlar, Nihali Tarz’da birleşir.
Nihali Tarz, sadece bir üslup değil, bir bilinç biçimidir.
O, şiirle düşünmeyi, düşünceyle dua etmeyi öğretir.
İnsana hem unuttuklarını hatırlatır, hem hatırladıklarını sorgulatır.

X. BÂB: Tanıklığın Sessizliği

Sonunda şair susar.
Çünkü bilir ki felsefenin vardığı son durak, sessizliktir.
Söz, yalnızca bir araçtır; anlam, sözün ötesindedir.
Dünya Yükünün Hamalı’nın şiirlerinde bu sessizlik bir son değil, başlangıçtır.

O sessizlikte Freud’un bilinci, Jung’un rüyası, Hallâc’ın feryadı, Feuerbach’ın sorgusu, Durkheim’ın toplumu —
hepsi erir, tek bir nefese dönüşür:
İnsanın kendi varlığını taşıma cesareti.

İşte o cesaret,
dünyanın yükünü taşırken insan olmanın onurudur.
Ve bu onur, şiirin kutsal görevidir.

XI. BÂB: RUHUN TOPOGRAFYASI

(İçsel Coğrafya, Yalnızlık, Ölüm ve Yeniden Doğuş Üzerine Bir Poetika)

Her şairin içinde görünmez bir harita vardır; satır aralarında yankılanan da, o haritanın sessiz kıvrımlarında kaybolmuş bir insanın nefesidir. “Dünya Yükünün Hamalı” mahlası, bu görünmez haritanın tam kalbinde atar. Bu mahlas, bir ismin değil, bir yükün ifadesidir: varoluşun ağırlığını taşımak, dünyanın bütün acılarını omuzlarında hissetmek, ama buna rağmen kelimeden bir merhamet kurmak.
Bu nedenle onun şiirleri, sıradan bir dış dünyanın betimlemesi değil; ruhun kendi kıtalarına, bilinç ve bilinçaltı arasındaki sismik bölgelere yapılmış bir içsel keşiftir. Şiir, burada bir ifade değil bir tanıklık hâline gelir; varlığın kendi karanlığına, kendi mezarına ve yeniden doğuşuna dair bir tanıklık.

1. İçsel Coğrafya: Kendini Haritalamak

“Dünya Yükünün Hamalı”, kendi şiir evrenini bir dış gerçeklikten değil, iç dünyasının karmaşık katmanlarından inşa eder. Bu evrende dağlar ruhun dik yokuşlarıdır, denizler bilinçaltının derinliklerinde yüzen arzular, vadiler çocuklukla Tanrı arasındaki sessiz geçitlerdir.
O, kelimeleri birer yön tabelası gibi kullanır: her dize bir yön, her mecaz bir istikamet. Ancak bu istikamet dışa değil, içe doğrudur. Onun şiirlerinde insan, kendi içinin haritasını çıkaran bir seyyah gibidir.

Şair, Freud’un “ben” ile “id” arasındaki gerilimini duyar; Jung’un “gölge” arketipine dokunur; Hallâc’ın “ene’l-hak” çığlığını içselleştirir; Durkheim’in kutsal ile dünyevi arasındaki ayrımını tersyüz eder; Feuerbach’ın “Tanrı insanın aynasıdır” savını metaforik bir yankıya dönüştürür.
Ama bütün bu düşünürlerin ötesinde, o kendi iç ülkesini kurar: “Nihali Tarz”ın coğrafyası. Burada dağların zirvesinde yalnızlık vardır, ama o yalnızlık bir eksiklik değil, bir bilinç düzeyidir.

Şiir onun için bir yön bulma biçimidir; iç labirentteki iptir.
Bir dizesinde şöyle der:

“Yol bende, yoldaki ben bende /
Dönüp baktığım her taşta kendi suretim.”

Bu, mistik bilincin ilk kapısıdır: Kendini haritalayan bir ruh, aslında Tanrı’yı da haritalamaktadır. Çünkü onun evreninde Tanrı, insanın içindeki en uzak coğrafyadır.

2. Yalnızlık: Kozmik Bir Sessizlik

“Dünya Yükünün Hamalı”nın şiirlerinde yalnızlık, modern anlamda bir sosyal yoksunluk değil, bir metafizik yoğunluktur.
Yalnızlık, onun için bir eksilme değil, bir arınma hâlidir. Kalabalıktan sıyrılıp kendi sesini dinlemenin, hatta Tanrı’nın bile sustuğu bir sessizliğin ortasında insanın kendine dönebilmesinin adı.
Bu sessizlikte şair, ne kadar konuşursa o kadar susar; ne kadar anlatırsa o kadar derinleşir.

Yalnızlık, onun şiirinde bir çile değildir; bir doğa olayıdır. Gecenin karanlığı gibi, karın beyazlığı gibi kaçınılmaz.
Fakat o yalnızlıkta bile bir sükûnet, bir “kabulleniş” sezilir.
Sanki şair, insanın kaderini değil, kaderin insandaki yankısını anlamaya çalışır.

“Kalabalığın gölgesinde bir benlik eğildim /
Her yüz bir ayna, her ayna bir yalnızlık.”

Bu yalnızlık, Hallâc’ın darağacındaki yalnızlıktır; Yunus’un dağdaki yalnızlığıdır; Nietzsche’nin deliliğe sarkan yalnızlığıdır; ama en çok da modern insanın metafizik sürgünüdür.
“Dünya Yükünün Hamalı” bu sürgünlüğü bir şiirsel bilince dönüştürür:
Yalnızlık, insanın kendinden sürülmesidir, ama aynı zamanda kendine dönmenin tek yoludur.

3. Ölüm: Bir Sınır Deneyimi

Onun şiirinde ölüm, bir son değil, bir eşiktir.
Metafizik düşünceyle örülmüş dizelerinde ölüm, ne salt yokluk ne de acı dolu bir kaybediştir.
Ölüm, bir “geçiş ritüeli”dir; maddeyle ruh arasındaki ince çizgide yaşanan bir farkındalık hâlidir.

Feuerbach’ın insan merkezli felsefesinden etkilenmiş gibi görünse de, “Dünya Yükünün Hamalı” ölümün ontolojik boyutunu varlığın en hakiki hâli olarak işler. Çünkü onun evreninde “ölüm”, yaşamın metafizik kardeşidir.
Yunus’un “ölmeden önce ölünüz” çağrısındaki derinliği, Mevlânâ’nın “şeb-i arûs”undaki vuslat bilincini, Hallâc’ın “ben”in yanışındaki teslimiyetini birleştirir.

“Toprağa eğildim, bana baktı toprak /
Dedi: ‘Ben sensin, sensiz ben kimim?’”

Bu dize, varoluşun çemberini özetler: insan, kendini toprağa bırakırken aslında varlığın ilk biçimine geri döner.
Onun şiirlerinde ölüm, korkunun değil, tamamlanmanın adıdır.
Çünkü varlık, kendi döngüsünü ölmeden yaşayamaz.

Freud’un ölüm dürtüsünü (Thanatos) bir karanlık içgüdü olarak değil, bilinçlenmenin kaçınılmaz durağı olarak işler. Ölüm, ruhun topografyasında bir karanlık vadidir; ama o vadinin ardında bir ışık doğar: yeniden doğuş.

4. Yeniden Doğuş: İnsanın Kendini Aşması

Yeniden doğuş, “Dünya Yükünün Hamalı”nın şiirlerinde yalnızca dini bir tema değildir; bir psikolojik ve felsefi dönüşüm metaforudur.
Şair, kendi iç ölümünü yaşamadan yeniden doğamayacağını bilir. Her kayıp, bir kazancın tohumudur; her yıkım, bir yükselişin işaretidir.
Bu anlayışta Jung’un “bireyleşme süreci” yankılanır: ruh, gölgesiyle yüzleşmedikçe kendi bütünlüğüne ulaşamaz.

“Yandım, ama küllerimden bir anlam doğurdu gece /
Her yanışta bir ad daha sildim kendimden.”

Yeniden doğuş, onun şiirinde bir arınma ritüelidir. İnsan, acının laboratuvarında kendi özünü damıtır.
Bu şiirlerde umut, yüzeysel bir teselli değildir; bilincin yeniden doğmasıdır.
Yeniden doğan benlik, artık “ben” değildir; evrensel bir bilinç parçasıdır.

Bu nedenle “Dünya Yükünün Hamalı”, kendini bir şair olarak değil, bir tanık olarak görür: varlığın dönüşümüne, insanın kendi külleri arasından yükselişine tanık.
O, kendi şiirinde “insanı anlatmak” yerine “insanın içindeki Tanrı’yı hatırlatmayı” amaçlar.
Çünkü onun için şiir, insanın hatırlama yeteneğidir: unuttuğu özü, kaybettiği Tanrı’yı, susturduğu vicdanı.

5. Ruhun Haritası: Nihali Tarz’ın Ontolojisi

“Nihali Tarz”, yalnızca bir üslup değil; bir varlık bilincidir.
Bu tarzda kelimeler, mecazların ötesinde bir “varoluş dili”ne dönüşür.
Her imge, bir sembolün ötesinde; bir varlık tecrübesidir.
Bir rüzgâr, sadece rüzgâr değildir; ilahi nefesin dünyadaki yankısıdır.
Bir kuş, yalnızca bir kuş değil; ruhun hafifliği, özgürlüğün arketipidir.

Şair, sembolün anlamını genişletir; çünkü onun için her şey Tanrı’nın bir tezahürüdür.
Bu anlayış, İbn Arabî’nin “vahdet-i vücûd” öğretisini çağrıştırır; ama modern bilincin trajedisiyle birleşmiştir.
“Dünya Yükünün Hamalı”, hem tasavvufun hem psikanalizin sınırında duran bir şairdir; hem Yunus’tan hem Nietzsche’den ses duyar.

Onun “ruh topografyası”, hem geçmişin kutsal dilini hem modern insanın yabancılaşmasını taşır.
Kelimeler, bu iki uç arasında bir köprü kurar:
Tasavvufun derin sessizliği ile modern çağın gürültülü yalnızlığı arasında.

6. Sonuç: Sessizliğin Haritasında Bir Şair

“Dünya Yükünün Hamalı”, kendi ruhunun coğrafyasında yürüyen bir gezgindir.
Yalnızlık, onun için yorgunluk değil; içgörü.
Ölüm, kayıp değil; dönüşüm.
Yeniden doğuş, bir umut değil; bir zorunluluktur.

Bu şiirlerde insan, Tanrı’ya ulaşmak için değil; kendini anlamak için yürür.
Çünkü onun poetikasında Tanrı, insanın içindeki sessizliğin adıdır.
Ve o sessizlikte bir yankı duyulur:
Dünyanın bütün yüklerini omuzlamış bir ruhun yankısı.

“Yükümdü, taşıdım; yük bende, ben yükte kaldım /
Ve sonunda anladım: yük, aslında bendim.”

Bu dize, hem bir kapanış hem bir başlangıçtır.
Ruhun topografyası, bir şiirin haritasında tamamlanmaz; o harita, her okurun içinde yeniden çizilir.
Çünkü “Dünya Yükünün Hamalı”, yalnız kendini değil, insanlığın ortak iç coğrafyasını yazmıştır.

XII. BÂB: KADIN, TANRI VE AŞK

(Nihali Tarz’ın Öz Yapısında Metaforik Çözümleme)

Bir şiir evreninin en gizli damarı, bazen kelimelerden değil, onların arasındaki sessizliklerden doğar. “Dünya Yükünün Hamalı” mahlasıyla yazan şairin poetik sessizliği ise üç varoluşsal kutup arasında yankılanır: kadın, Tanrı ve aşk.
Bu üçgen, sadece tematik bir yapı değil; onun düşünce sisteminin, duyuş biçiminin ve varlık algısının çekirdeğidir.

Çünkü onun evreninde kadın, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi, aşk Tanrı’nın konuşma biçimi, şair ise bu diyalogun tanığıdır.
Ve bu üçlü — tıpkı bir varlık üçlemesi gibi — birbirine dönüşür:
Kadın, Tanrı olur; Tanrı, aşka bürünür; aşk, insana dönüşür.

1. Kadın: İlahi Dişil İlke

“Dünya Yükünün Hamalı”nın şiirlerinde kadın, ne romantik bir özne ne de sadece bir ilham kaynağıdır. Kadın, varlığın dişil yüzüdür: doğuran, sarmalayan, sezdiren, saklayan, ama aynı zamanda yoklukla anlam kazanan bir güç.
Onun dizelerinde kadın, Tanrı’nın sureti değil, Tanrı’nın sezgisel biçimidir.

“Kadın, Tanrı’nın susarak anlattığı sırdır.”

Bu anlayışta kadın, hem maddenin hem ruhun doğum noktasıdır. Tıpkı tasavvufun “Rahmân” sıfatındaki rahim kökü gibi, kadın varoluşun rahmidir. O, Tanrı’nın zamana sızdığı kapıdır.

“Dünya Yükünün Hamalı” bu metafiziği doğrudan dile getirmez; o, simgelerle konuşur. Kadın onun şiirinde bazen bir “su”, bazen bir “rüzgâr”, bazen de bir “gölge” olur. Ama her defasında o imgelerin ardında sezilen bir dişil Tanrı’dır: dokunulmaz, ulaşılmaz, ama hissedilir.

Bu noktada şairin üslubu, klasik İslam tasavvufundaki kadın anlayışını tersyüz eder.
Mevlânâ’da sevgili Tanrı’dır; ancak “Dünya Yükünün Hamalı”nda Tanrı, sevgili biçiminde kadına dönüşür. Bu, mistik bir antropomorfizmdir: Tanrı’yı insanda değil, kadında görmek.

Kadın, onun poetikasında bir varlık metaforudur; aynı zamanda “kaynak”tır.
İbn Arabî’nin “Hakk, kadında tecelli eder” sözü, Nihali Tarz’da çağdaş bir yankı bulur.
Kadın, burada hem “rahmet” hem “bilgelik”tir.
Ama en çok da bir aynadır: erkek onda kendini değil, Tanrı’nın kendinde gizlenmiş suretini görür.

2. Tanrı: İnsan Bilincinin Aynası

Nihali Tarz, Tanrı’yı aşkın bir varlık değil, bir bilinç alanı olarak kavrar.
Feuerbach’ın “Tanrı, insanın yüceltilmiş özüdür” önermesiyle Jung’un “Tanrı arketipi” anlayışı, bu poetik felsefenin derin katmanlarında birleşir.
Tanrı, “Dünya Yükünün Hamalı” için bir dış güç değil, insanın içindeki sonsuzluğun adıdır.

Ama bu sonsuzluk kadın aracılığıyla deneyimlenir.
Çünkü onun şiirlerinde Tanrı, erkeğin Tanrısı değil, kadın suretinde bir bilinçtir.
Dişil Tanrı kavramı, onun şiirsel mitolojisinin temel taşını oluşturur.

“Tanrı, kadın kılığına girmiş bir yalnızlıktı.”

Bu dize, hem bir sarsıntı hem bir açıklamadır.
Tanrı, artık gökteki bir kudret değil; insandaki sevgiyle, arzuyla, sezgiyle tezahür eden bir varlık hâline gelir.
Bu, panteist değil; immanent (içkin) bir Tanrı anlayışıdır.
Tanrı dışımızda değil; içimizdeki kadında, kadına yönelmiş sevgide, kadının sezgisel sessizliğinde yaşar.

Tasavvufta “vahdet-i vücûd” nasıl Tanrı ile yaratılmışı aynı özde buluşturuyorsa, Nihali Tarz da Tanrı ile kadını aynı bilinç düzeyinde buluşturur.
Kadın Tanrı değildir; ama Tanrı’nın insanı anladığı aynadır.
Ve o aynaya bakmak, Tanrı’yı değil, kendini tanımaktır.

3. Aşk: Tanrı’nın Dili

Aşk, “Dünya Yükünün Hamalı”nın poetikasında ne salt bir duygu ne de bir tensel deneyimdir.
Aşk, Tanrı’nın dünyayla konuşma biçimidir.
O konuşma, kelimelerle değil, susuşla, bekleyişle, özlemle, bazen de ayrılıkla olur.

“Tanrı aşkı icat etti, insan anlamayı unuttu.”

Bu dizenin ardında hem metafizik bir serzeniş hem varoluşsal bir ironi gizlidir.
Aşk, onun evreninde insanın eksikliğini değil, ilahi tamamlanma arzusunu temsil eder.
Bu yönüyle aşk, hem Freud’un libido kavramıyla hem de Hallâc’ın “aşkın yakıcı tecellisi” anlayışıyla akrabadır.
Ama o bu iki uç arasında bir sentez kurar:
Aşk, hem bedensel dürtü hem ruhsal yükseliştir.
Çünkü Tanrı, insanda sadece ruhta değil; arzuda da gizlidir.

Bu düşünce, Nihali Tarz’ın temel cesaretidir: aşkı günah değil, tefekkürün en yüksek hâli olarak görmek.
Aşk, burada bir mistik laboratuvartır; insan, sevgi aracılığıyla Tanrı’yı yeniden keşfeder.

Kadına yönelmiş aşk, bu nedenle ilahidir; çünkü kadın Tanrı’nın yeryüzündeki izdüşümüdür.
Ama aynı zamanda trajiktir; çünkü hiçbir aşk, Tanrı’yı tam olarak kavrayamaz.
Bu nedenle “Dünya Yükünün Hamalı”nın şiirlerinde aşk hep yarım kalır; her vuslat bir ayrılığın eşiğindedir.
Ve o eşik, şiirin doğduğu yerdir.

4. Üçgenin Diyalektiği: Kadın ↔ Tanrı ↔ Aşk

Bu üç kavram birbirinden doğar, birbirine dönüşür.
Kadın, Tanrı’nın sezgisel yönüdür; Tanrı, aşkın metafizik merkezidir; aşk ise insanın bu merkeze yöneliş enerjisidir.
Bu nedenle Nihali Tarz, hem teolojik hem erotik hem de ontolojik bir eksen taşır.

Kadın ; doğurur.
Tanrı ; anlamlandırır.
Aşk ; dönüştürür.

Ve bu döngü sürekli tekrar eder:
Doğmak, anlamak, yanmak…
Bu üçlü hareket, “Dünya Yükünün Hamalı”nın tüm şiirlerinde gizli bir ritim gibi akar.

O, aşkı bir olgu değil, bir süreç olarak görür:
Aşk bir deneyim değil, bir varlık hâlidir.
İnsan aşık olduğunda, kendi bilincini Tanrı’nın bilincine açar; aşk bir tür ilahi temas olur.
Kadın bu temasın aracısıdır; ama aynı zamanda sınavıdır da.
Çünkü aşk, insana hem Tanrı’yı hem kendi gölgesini gösterir.

5. Nihali Tarz’ın Öz Yapısı

“Nihali Tarz”, bu üçgenin dilidir.
Bu tarzın temelinde metaforun genişletilmiş anlamı yatar:
Her kadın bir Tanrı imgesidir; her aşk bir yaratılış hikâyesi; her acı bir yeniden doğuştur.

Nihali Tarz’da metafor, sadece bir süs değil; bir varlık biçimidir.
Her imge hem dış dünyayı hem iç bilinci anlatır.
Kadın — ilahi rahimdir.
Tanrı — bilinçtir.
Aşk — bilincin titreşimidir.

Bu tarzın şiirlerinde imajlar, Jung’un arketipleri gibi davranır:
Anne, su, gece, gölge, ışık, toprak — hepsi Tanrı’nın farklı ruh hâlleridir.
Ama aynı zamanda kadının bedeninin, ruhunun, sesinin uzantılarıdır.
Yani Nihali Tarz, hem mistik hem dişil bir poetik sistemdir.

“Tanrı kadındı, aşkın gözyaşında eriyen bir sır.”

Bu cümle, hem bu tarzın felsefesini hem estetiğini özetler.
Nihali Tarz, aşkı Tanrı’ya, Tanrı’yı kadına, kadını ise varlığa bağlar.
Ve bütün bu ilişkiler bir sessiz ilahi döngüde birleşir:
İnsan, aşkla Tanrı’ya; Tanrı, aşkla insana dokunur.

6. Estetik, Etik ve Ontolojik Katmanlar

Estetik olarak, Nihali Tarz; dilin sınırlarını aşan, duyguyu düşünceyle, sezgiyi bilgiyle yoğuran bir yapıya sahiptir. Şiir, bir anlam taşımaktan çok bir hâl taşır.
Okur, bu tarzda anlamı çözmez; anlamın içinde çözülür.

Etik olarak, aşk burada bir ahlaki mesele değil, bir varoluş deneyidir.
Günah, sevgiye ihanet etmek; sevgi, Tanrı’ya yaklaşmaktır.
Dolayısıyla aşkı yaşamak, varlığı onurlandırmaktır.

Ontolojik olarak ise Nihali Tarz, Tanrı’yı dışarıda değil, ilişkide arar.
Tanrı, iki insan arasındaki sessizlikte, bir bakışın derinliğinde, bir ayrılığın yankısında yaşar.
Bu nedenle aşkın her biçimi, kutsal bir imadır.

7. Sonuç: İlahi Dişil ve Şairin Tanıklığı

“Dünya Yükünün Hamalı”, Tanrı’yı kadınla, kadını aşkla, aşkı varlıkla birleştirerek yeni bir metafizik dil kurar.
Bu dil, hem Doğu mistiğinin sezgisel bilgisini hem Batı felsefesinin bilinç analizini taşır.
Kadın burada ne tapılacak bir put ne de çözülecek bir bilmece; Tanrı’nın en güzel hatırlatma biçimidir.

Ve şair, bu hatırlamanın tanığıdır.
O, ne Tanrı’yı anlatır ne kadını över ne de aşkı kutsar —
O, sadece varlığın kendi kendini sevişini izler.

“Aşk, Tanrı’nın insanda yankılanan sesidir.
Kadın o sesin yankısı, ben ise yankının içinde kalan sessizlik.”

Bu dizelerde, Nihali Tarz’ın öz yapısı kristalize olur:
Kadın — yaratıcı; Tanrı — sezgisel; aşk — dönüştürücü; şair — tanık.

“Dünya Yükünün Hamalı”, aşkın Tanrısallığını, Tanrı’nın dişilliğini, kadının kutsallığını aynı metafizik aynada birleştirir.
Ve o aynada, insan nihayet kendini görür:
Ne sadece bir kul, ne sadece bir âşık —
Tanrı’yı kendi gözlerinde arayan bir bilinç.

XIII. BÂB: ŞAİRİN KOZMİK AHLAKI – VARLIKLA EMPATİ KURMAK
(Dünya Yükünün Hamalı’nın Ruh Felsefesi Üzerine Bir Düşünme Denemesi)

Şairin son durağı, dilin bittiği, anlamın içe kıvrıldığı yerdir. “Dünya Yükünün Hamalı” bu durakta ne bir peygamberdir, ne de bir bilge. O, sadece “duyan”dır — taşın içindeki sesi, rüzgârın altındaki nefesi, Tanrı’nın suskunluğundaki titreşimi duyan bir tanıktır. Onun kozmik ahlakı, dışsal bir yasa ya da dogmadan değil, varlığın kendisinden süzülmüş bir sezgiden doğar. Varlığın acısına ortak olmak, bu dünyanın yükünü taşımak, bir anlamda kendi egosunu dünyanın ağrısına kurban etmek demektir.

Bu kozmik ahlakta, “empati” yalnızca insanlar arasında kurulmaz; bir taşla, bir yaprakla, bir yıldızla da kurulabilir. Çünkü “Dünya Yükünün Hamalı”na göre, evrende hiçbir şey sessiz değildir — her varlık, kendi dilince bir dua mırıldanır. Bu duayı duymak, onun içsel musikisini sezmek, şairin ontolojik borcudur. Şair bu yüzden susmaz; konuşmasa bile kelimeleri nefes alır. O, kelimenin Tanrı’yı yeniden kurduğu, anlamın ibadet haline geldiği bir iç tapınakta yaşar.

Bu ahlak, ne toplumsal ne de bireysel sınırlarla ölçülür. “Kozmik ahlak”, insanın kendini aşarak evrensel bir duyarlılığa, tüm varlığın ortak bilincine dokunduğu yerdir. Burada sevgi bir eylem değil, bir haldir; merhamet bir duygu değil, bir varoluş biçimidir. “Dünya Yükünün Hamalı” bu hâli şiirle taşır, çünkü şiir onun için hem yük hem kurtuluştur. Her dize, bir varlığın ağırlığını taşır; her mısra, bir varlığın kaderine ortak olur.

Bu bakımdan onun şiirlerinde “ahlak” kelimesi, klasik anlamını çoktan aşmıştır. Onda ahlak, insanın kendine değil, bütüne sadakatidir. Bir karıncanın ömrüyle, bir yıldızın parıltısı arasında fark gözetmemektir. Çünkü o bilir: varlık bir bütünse, acı da, sevinç de, ölüm de o bütünün nefesidir. Ve şairin işi, o nefesi kelimeye çevirmektir.

“Dünya Yükünün Hamalı”, kendini Tanrı’yla eşit konumda gören bir mistik değil, Tanrı’nın sessizliğinde yankılanan bir yankıdır. O, Hallâc’ın “Enel Hak” haykırışındaki yanık sesi, Jung’un kolektif bilinçdışında gezinen gölgeleri, Freud’un bastırılmış arzularını evrenin kalp atışına bağlar. Onun kozmik ahlakı, insana “her şeyin içinde bir şey, her şeyde bir iz” olduğunu hatırlatır.

Bu yüzden şiir onun için bir sanat değil, bir sorumluluktur. Bir tür “metafizik vicdan” hâlidir. Şair varlığın yerine utanç duyar, onun yerine ağlar, onun yerine susar. Ağaçlar için, yoksullar için, terk edilmiş çocuklar için, ölen yıldızlar için dua eder. Çünkü bilir ki “dünya yükü” sadece maddi değil, manevi bir borçtur: var olmanın borcu.

Son kertede “Dünya Yükünün Hamalı”, varlıkla empati kurmanın en yalın biçimini öğretir: anlamak. Çünkü anlamak, Tanrı’yı yeniden yaratmakla eşdeğerdir. Anlayan insan, taşta Tanrı’yı, toprakta insanı, insanda evreni görür. İşte bu görme biçimi — yani Nihali Tarz’ın özü — şairin kozmik ahlakını tamamlar.

Artık şiir, kelimelerin değil, sezginin dilindedir. Ve bu dilde her şey birbiriyle konuşur: yıldızlar kelime olur, rüzgâr bir dua, insan bir yankı. “Dünya Yükünün Hamalı” bütün bunları duyar, yüklenir, taşır — çünkü taşımak, onun varlıkla empati kurma biçimidir.

“Yükü taşıyan ben değilim artık, yük beni taşıyor.
Çünkü ben dünyanın değil, dünyanın içimdeki yankısının hamalıyım.”

Ve böylece şair, varlıkla birleşir; varlıkla birleştiği yerde de benlik çözülür. Geriye yalnızca saf bir bilinç kalır — o bilinç ki, ne insanındır ne Tanrı’nın; sadece varlığın kendisidir. İşte “Dünya Yükünün Hamalı”nın kozmik ahlakı budur:
Taşın ağrısını hissetmek, Tanrı’nın suskunluğunu duymak, dünyanın yükünü severek taşımak.

Paylaş:
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 

Topluluk Puanları (1)

5.0

100% (1)

Dünya yükünün hamalı biyorafisi Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Dünya yükünün hamalı biyorafisi yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
DÜNYA YÜKÜNÜN HAMALI BİYORAFİSİ yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
İbrahim Kurt
İbrahim Kurt, @ibrahimkurt
21.10.2025 10:54:13
5 puan verdi
bilimsel bir çalışma bu tarz yazıları okuyucu okumak yerine başlıklara bakar benim merak ettiğim bu düşünceler kendi yorumunuz mu yoksa düşünenlerden alındı mı çalışmanızı kutluyorum
Beyzade
Beyzade, @beyzade2
21.10.2025 00:12:50
Tebrik ediyorum. Emeğinize sağlık. Saygılarımla.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL