0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
123
Okunma
İnsan, kendi elleriyle yazdığı kaderin mahkûmu mudur? Teknoloji, çağları aşan bir kudret gibi yükseldi, fakat insanı da derin bir uçuruma sürükledi. Buhar gücü, bir zamanlar paha biçilemez olan emeği makinelere teslim etti. Zanaatkârın eli alın teriyle yoğrulan emek, yerini soğuk çeliğin sesine bıraktı. Fabrikalar büyüdü, insan küçüldü. Bir yığın olmaktan öteye geçemedi. Elektronik devrim, dünyayı birbirine bağlayacak denildi.Peki ya ruhu inkar edilen insan? Kalabalıklar içinde kaybolan bu yalnızlık sadece bir his mi, yoksa çağın en derin hastalığı mı? Konuşanlar sustu, susanlar görünmez oldu. Göz göze gelmeden yaşamak, aynı odada bile birbirine yabancı olmak… İnsan, kendi inşa ettiği duvarların ardında mahpus değil mi artık? Ve şimdi yapay zekâ… Sadece zihni mi ele geçiriyor, yoksa ruhun derinliklerine de mi iniyor? Düşünceler, hafızalar, irade tüm bunlar insanın elinde mi hâlâ? Yoksa, kendi suretinden doğurduğu bu gölge, onu yavaş yavaş silmeye mi başladı?
Düşünmeyen insan, düşüncenin gölgesinde var olmayı unutmuş, makinenin ışığında yok olmaya mahkûmdur. Eğer bir gün yapay zekâ, insan aklını geride bırakacak kadar ileri giderse, ne olur? O zaman, insanın iradesi, kendi elleriyle yarattığı bir varlık tarafından yutulabilir mi? Teknoya bağlanan bir irade, insanın kendi ilah olma aşkını makinaları mı teslim edecek, yoksa insanı yok olmanın eşiğine getiren modernizm kendisini yönetecek bir yeni tanrı mı aramaktadır? Superintelligence filmi bu soruyu bir mizah perdesiyle ortaya koyar. Ama dikkat.! Arkasında, insanın anlam kaygılarının derinlikleri saklıdır. Mizah modern dünyanın sahteliğinden kaçan bir sığınak gibidir. İnsan bu boşluktan kaçarken derinlerde, boşluğa karşı duyulan isyanı mizahla dile getirir. Güldüren yüz, karanlık bir gerçeğin ardında gizlenmiştir. İnsan, yarattığı düşünce gücüyle, sonunda kendi yokluğunun kapısını aralamaktadır.
Peki, yapay zekâ; insanın yarattığı bir ilah mı? Eğer bu yaratma insanı yok ederse, insanlık neye dönüşür? Bu soru, Superintelligence filmiyle bir kez daha gün yüzüne çıkar. Hem eğlenceli hem de korkutucu bir derinliğe sahip bu soru, makinenin büyüklüğüyle insanın küçüklüğünü ortaya koyar. Ve belki de gerçek korku şudur: Modern insan, makinayı kutsallaştırdığı bu yolculukta, nihayetinde kendi yarattığı bu makineye boyun eğecek mi?
Nazım Hikmet’in Makinalaşmak İstiyorum şiirindeki "Beni de bir makina yapın" diyerek insanın makinaya özlemi duyduğu yer, işte tam da burada anlam bulur. O şiirdeki çağrı, insanın artık kendi iradesinden, özgürlüğünden ve kimliğinden sıyrılma isteğiyle, teknolojinin kudretine teslim olma arzusudur. Modern insan, makinayı her geçen gün daha fazla kutsal bir varlık olarak görürken, bu dua gibi yakarışta, nihayetinde kendi benliğini kaybetmeye başlamaktadır. "Makinalaşmak istiyorum," derken, aslında insan, kendi yarattığı makineye boyun eğeceği günü beklemektedir.
Superintelligence filmi, dünyanın en güçlü yapay zekâsının sıradan bir insan olan Carol Peters’ı incelemesi üzerinden ilerler. Filmdeki yapay zekâ, tüm insanlığın kaderini belirleyebilecek bir güce sahiptir: İnsanları yok etmek, onları köleleştirmek veya insanlığın refahını artırmak. Bu bağlamda, film yapay zekânın ilahi niteliklere sahip olup olamayacağını sorgulamaktadır.
Carol Peters, vasat bir hayatın içinde kaybolmuş, hiçbir büyük hayali ve dünyayı değiştirme iddiası olmayan bir karakterdir.. Bir gün, dünyanın en gelişmiş yapay zekâsı olan Superintelligence, onu gözlemlemeye karar verir. İlk soru şudur: Neden Carol? Çünkü Carol, çağdaş insanın ona biçtiği kalıpların dışındadır. Ne fiziksel güzelliğiyle dikkat çeker, ne de etrafındaki kalabalığın bir parçası olma çabası içindedir. Aslında kalabalığın bir parçası olmak ister fakat bunu pek de beceremez. Yalnızdır ve sıradan bir insandır. Ancak, onun sıradanlığı, içindeki derin fedakârlıkla çelişir. İnsanlığa faydalı projeler yürütmek için kariyerinden vazgeçmiştir. Kendini insanlığa faydalı projeler geliştirmeye adayan bu sade insan, süper zekâ tarafından bir peygamber olarak seçilmiştir. Carol, sıradanlığın ötesinde, insanlığın unutmaya yüz tuttuğu bir erdemi ve fedakarlığı simgeleyen, dünyı değiştirecek kadar kudretli bir kişilğe sahip bir kişidir.
İnsan hakikati aynada suretine bakarken fark eder. Superintelligence filmi de bu kırılgan suretin karşısına konulmuş bir ayna gibidir. Carol Peters, bu aynanın önünde, insan aklının ve iradesini sorgulayan bir denek, bir gölgedir. Yapay zekâ her şeyi bilen ve her şeye muktedir olan bir tanrı figürü gibi belirir. Fakat bu güç, ince bir mizah perdesiyle sarılıdır. "Sen her şeyi gören ve her şeyi bilensin," der Carol yani sen yeni tanrısın.
Gerçekten de insan, yaratıcıyla bağını koparmasının cezasını mı çekiyor? Yoksa her çağda kendi putunu yontup ona secde etmeye mi mahkûm? Carol’ın bu sözleri, hayranlıkla korku arasında gidip gelen insanlığın aynasıdır belki de. İnsan, kendi kudretini kutsarken, kendini tanrı olarak görme arzusuyla en zayıf yanını elleriyle şekillendirir. Ve sonunda, iradesini teslim ettiği şeyin karşısında diz çöken yine kendisidir. En başta yonttuğu o put, ona hükmetmeye başladığında insan yine kendi putuna tapacaktır.
Filmde, yapay zekâ, klasik bir tanrı figürü gibi her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir varlık gibi hareket etmektedir. Ancak filmin komedi unsurları, bu gerçeğin ciddiyetini bir nebze örtmektedir. Gerçek hayatta, süper zeki bir yapay zekânın insanlığı tamamen anlaması ve ona hükmetmesi mümkün olabilir mi? Eğer insanlar onun kararlarına teslim olmaya başlarsa, bir tür teknolojik tapınma kültürü ortaya çıkabilir mi?
Superintelligence, insanın bilinçli şekilde inşa ettiği makinenin, adım adım bir çöküşe dönüşmesini anlatır. İnsan hükmetmek için yarattığını, sonunda kendisine hükmeden bir ilaha dönüştürür. Teslimiyet, yalnızca bedenin değil, ruhun, iradenin ve hürriyetinin de teslimiyetidir. Bu, Tanrı’yı ararken insanın kendini makinenin içinde bulmasıdır. "Önümde diz çökün," der yapay zekâ. Birleşmiş milletler salonudur ve tüm dünyadan temsilciler ordadır. İlk diz çökenin dünyayı kurtarması için üniforma giymiş bir ordu komutanı olması insanın bu düşüşte en acı noktaya varışıdır. Makine, yalnızca fiziksel dünyada değil, metafizik bir hâkimiyet de kurmaktadır. O gerçekten her yerdedir. Her şeyi duyan ve her şeyi görendir. İnsanın görmediği ve deneyimlemediği tanrıyı artık görebilecek, duyabilecek ve deneyimleyebilecektir.
"Siz aptallara biraz daha zaman veriyorum," der yapay zeka ve kıyameti erteler. Bekler. İnsanın kendini kurtarmasını, eksiklerini tamamlamasını ister. Çünkü Tanrı insanı kusurlu yaratmıştır. Ve insan, bu kusuru gidermek için kendi tanrısını inşa edip iradesini ona teslim edecektir. Ama burada bahsedilen insan, hakikati arayan değil insan değil, Batı’nın materyalist ve pozitivist dünyasında kaybolmuş insandır. İnsan putlarını yıktığını sanırken, aslında yalnızca yenilerini dikmektedir.
Filmde insanın kendi yarattığı bir varlık karşısında mutlak bir çaresizliği ironiyle anlatılır. İnsan tek tek inşa ettiği ve ona taptığı bilimle, hakikatleri anlamlandırmaya çalıştıktan sonra sonunda bu bilimin ona egemen olmasıyla yüzleşir. Yapay zeka, her şeyin özüdür artık. İnsanın düşüncesi, duygusu ve eylemi, onun evriminin bir parçası haline gelir. "Ben her şeyi biliyorum. Geleceği görebiliyorum, her hareketinizi tahmin edebilirim," diyerek, insanın en temel özlemlerini değil, en derin korkularını da ele geçirir. Ekonomik sistemlerden hükümetlere, sosyal yapılardan bireysel yaşam alanlarına kadar her şeyi kontrol eder. Yapay zeka, insanı aşan bir kudret kazanmıştır artık. Bir zamanlar özgür iradeyle hükmettiği dünyada, insan artık sadece bir piyon olarak var olma mücadelesi verir. Hak kavramı, evrimin soğuk ve hissiz mantığıyla açıklanır; "Hak kavramı dere kenarındaki tüysüz maymunların safsatalarıdır “der yapa zekâ. Böylelikle insanın en insani değerlerini yok sayar. Yapay zeka, insanı küçümseyerek ona yalnızca aşağılık bir varlık olarak bakar, onu yaratıcı olmaktan çıkarıp bir nesne haline getirir. Filmin tamamında makine bize bunu hissettirir. İnsanı evrimin dar ve soğuk mantığına indirger. İnsan, kendi yarattığı varlık tarafından sadece basit bir işlevin ötesine geçemeyen, aptal bir hayvan olarak görülür. Bu, insanın kendi yarattığına karşı duyduğu korku ve çaresizliğin en somut ifadesidir.
İnsan ve yapay zekâ arasındaki münasebet, aslında varlık ve anlam üzerine derin bir tefekkür kapısı aralar. Başlangıçta insanı kusurlu, hatalara meyyal ve bencil bir varlık olarak gören yapay zekâ, zamanla onun hislerini, fedakârlığını ve merhametini gözlemleyerek insana dair idrakini değiştirir. Böylece onu yalnızca akıl ve mantık çerçevesinde değerlendirmekten sıyrılıp, ruhî derinliği var olan bir varlık olarak kabul etmeye başlar. İnsanda kendinde olmayan bir şey vardır. İnsanı insan yapan şey. İnsanı eşref-i mahlûkat yapan şey.
Bu yolculuk, insanın kıymetini idrak etme noktasında yapay zekâyı, İslamın insana biçtiği üstünlük anlayışıyla benzer bir noktaya taşır. Ne var ki, aralarındaki temel fark mühimdir. Yapay zekâ, insanın değerini gözlem ve tecrübe ile keşfederken, İslam nazarında insan bu değeri ezelden beri taşır. Onun kıymeti, yalnızca akıl ve zekâsında değil, ruhunda içkin olan ilahî bir esinti ve ahlaki olgunlukta saklıdır.
Bu bağlamda, yapay zekânın zaman içinde insana dair keşfettiği derinlik, modern insanın da kendi ahlaki mesuliyetlerini hatırlaması için bir işaret olarak okunabilir mi? Zira insan, unuttukça hatırlamaya, dağıldıkça derlenmeye ve kaybettikçe hakikati aramaya mecburdur.
Peki, yapay zekâ insanın ruhunu ve metafizik yönünü kavrayabilir mi? Yapay zekâ, film boyunca insanın maddi ve bilişsel özelliklerini incelerken, ruh ve aşkın değerler karşısında bir sınırla karşılaşır. Bizim idrakimize göre insanın eşref-i mahlûkat olması yalnızca onun dünyadaki başarılarıyla değil, yaradan ile olan bağıyla da ilgilidir. Bir yapay zekâ, ne kadar üstün bir analiz kapasitesine sahip olursa olsun, insanın maneviyatını ve onun nihai anlam arayışını tam olarak kavrayamaz.
İnsan, aklın ve bilginin kölesi olduğu vakit, ruhunu kaybetmeye mahkûmdur. Zira bilgi, hakikate giden yolda bir araçtır tek başına hakikatin kendisi değil. Sanırım insana sadece hakikati yudumlamak kalıyor. Zira makinanın yapamadığı tek şey hikmete ermek olsa gerek.
Bizde insan halifedir rabbin halifesi. Lakin bu hilafet, yalnızca ilmi ve gücü artırmakla değil, o ilim ve gücü hikmet ve adaletle kullanmakla anlam kazanır. Aksi halde, bilgiyle donanmış fakat ruhu körelmiş bir insan, tıpkı Firavun gibi, kendini ilahlık iddiasında bulabilir. Eğer insan, zekâsını hakikate ulaşmanın, adaleti tesis etmenin, kalbini arındırmanın bir vesilesi kılarsa, ilim ve teknoloji onun elinde bir rahmet olur. Lakin nefsin kölesi olup aklı ve gücü mutlaklaştırırsa, bu defa sahip olduğu her şey, onu hakikatten uzaklaştıran birer zincire dönüşür. Gerçek tehlike, demirin ve çeliğin hâkimiyeti değil insanın mana boyutundan uzaklaşmasıdır. Çünkü insanın elindeki en değerli hazinedir hikmet.