1
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
121
Okunma
Furuğ Ferruhzad, 1935 yılında İran’ın başkenti Tahran’da dünyaya geldi. Kadın olmanın bastırıldığı, bireyselliğin yok sayıldığı, itaatin yüceltildiği bir toplumda kendi sesiyle var olmayı seçti. Henüz genç yaşta evlendirildi; evliliği kısa sürdü, boşandı, oğlunu göremedi. Toplumun “ayıp” saydığı ne varsa, cesurca dile getiren şiirleriyle İran edebiyatında yankı uyandırdı.
Yalnızca bir şair değil, sinemacı, düşünür, sanatçı ve mücadele insanıydı. “Ev Karadır” adlı belgesel filmi, İran sinemasında önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Furuğ, 1967’de bir trafik kazasında, henüz 32 yaşındayken hayatını kaybetti. Ancak onun şiiri, sesi ve kadınlığı yalnızca İran’ın değil, tüm dünyadaki suskunluklara karşı yükselmiş bir direniş olarak yaşamaya devam etti.
Sessizliğin içinden gelen kutsal sesti o.
Bir ses düşünün, çölün ortasında yankılanıyor. Ne erkek sesi susturabiliyor onu, ne geleneksel törelerin susturucu dili. İran’ın örtülü karanlığında, bir kadın kendi sesini duyuruyor: Furuğ Ferruhzad. Onun şiiri sadece kelimelerle değil, bir ruh hâliyle yazılmıştır:
“Benim gecem başkadır
benim gecemde yıldızlar
avcunun içi kadar soğuk
ve samimi
benim gecem bir yaradır
dilini yutan bir sessizlik.”
Bu dizelerde yalnızca bir gece değil, bir iç çatışma, bir toplumdan dışlanmışlık, bir kimlik arayışı vardır. Furuğ’un kalemi, kadınlığı pasiflikten çekip alır; onu düşünen, arzulayan, direnç gösteren bir özneye dönüştürür.
Simin Behbahani’nin dediği gibi:
“Furuğ, İran edebiyatında kadının özne olarak konuşabileceğini ispatlayan ilk güçlü sestir.”
Kadın bedeni, aşk, ihanet, doğum, ölüm… Furuğ için şiir, bu temaların estetik süsü değil, varoluşsal soruların alanıdır. Her dizede “kimim ben?” sorusu vardır. Her şiir, bir yankıdan çok bir çağrıdır. Kendi olma, kendi kalma, kendi olmayı savunma çağrısıdır.
Furuğ’un şiirindeki varoluş felsefesi, özellikle “Yeniden Doğuş” şiirinde derinleşir. Burada artık yalnızca toplumsal rol ve cinsiyet kalıpları değil, bizzat yaşamın anlamı, Tanrı, zaman ve ölüm sorgulanır:
“Bütün pencereleri açacağım
ve güneşe diyeceğim:
gir içeri,
gir.
Yalnızlığımın taş avlusuna kadar.”
Burada güneş, hem ışık hem hakikat hem de yüzleşme anlamına gelir. Güneşi içeri almak, dış dünyayı kendi karanlığına çağırmak değil, iç karanlıkla yüzleşmenin cesaretidir. Furuğ’un şiiri, sadece kişisel bir deneyimi değil, bir kuşağın içsel yankılarını da dile getirir.
Shirin Neshat şöyle der:
“Furuğ, kelimeleriyle duvarları yıkan bir kadındı. Onun şiiri, hem sığınak hem patikadır.”
“Yeniden doğmak” onun için dini bir mecaz değildir. Bir kadının kendi içinden geçerek kendi hakikatini yaratmasıdır. Furuğ için şiir, bir mucize değil, bir mücadeledir. Ve o mücadelede en güçlü silahı yine kendi sesidir.
Furuğ, sadece bir kadın şair olarak anılamaz; o, aynı zamanda düşünsel bir figürdür. Dönemin birçok kadın sanatçısının aksine, sadece aşk ya da bireysel acılarla yetinmeyip toplumsal meselelere de duyarlılıkla yaklaşmıştır.
Yönettiği “Ev Karadır” belgeselinde yalnızca cüzzam hastalarını değil, toplumun dışına itilmiş insanları da görünür kılmıştır. O filmde olduğu gibi şiirlerinde de “öteki” olanla dayanışma kurar: hasta, yoksul, kadın, çocuk, yalnız…
Azar Nafisi, onun için şöyle der:
“Onun her dizesi, İran’ın suskun kadınlarının haykırışıdır.”
Furuğ’un sanat anlayışı, yalnızca duyguları estetikle dile getirme değil, hakikati açığa çıkarma çabasıdır. Bu yönüyle onun şiiri, pasif bir duyarlılıktan ziyade aktif bir bilinç hâlidir.
Furuğ Ferruhzad, İran’da kadının aynaya bakarak kendi suretini görmesini sağlayan bir öncüydü. Onun şiirinde, kendini inkâr etmek yerine kendini tanımak isteyen her kadın bir iz bulur. Onun sesi, yalnızca kadınların değil, tüm bastırılmışların, susmaya zorlananların iç sesi olmaya devam ediyor. Ve bugün, her kadın kendi hikâyesini anlatmaya başladığında, o anlatının bir yerinde Furuğ’un yankısı duyuluyor:
“Ben sadece bir kadınım, bir şiirim ben.”