0
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
149
Okunma
İmam Şâfiî: Bir Yolcunun Hikâyesi
Yazar: Murat Kerem
İlim ve Adaletin Yolcusu
Bir çocuk düşün… Gazze’nin dar sokaklarında yoksullukla büyüyor. Elinde ne defter var ne mürekkep; ama gözlerinde öyle bir ışık parlıyor ki, sanki geleceğin ilim ufuklarını aydınlatacak.
İmam Şâfiî’nin hikâyesi işte o ışıktan doğar. Bu, bir yoksul çocuğun azmiyle, kalem ve kelimeyle koca bir ümmete yön verdiği bir yolculuktur.
Küçücük bir evde başlayan o hikâye, Mekke’nin medreselerinde şekillenir, Medine’nin ilim halkalarında olgunlaşır, Kahire’nin dar sokaklarında bir hakikat destanına dönüşür.
Onun yürüdüğü yolun adı: İlim ve Adalet.
Ve asırlardır o yol hâlâ bize seslenir:
“İlimle yürü, adaletten ayrılma.”
İmam Şâfiî (767–820), yalnızca bir fakih değil; aklıyla kalbi, ilmiyle adaleti birleştiren bir bilgeydi.
“İlim bir nurdur; günah ile o nur söner.” [1] sözünü sadece dilinde değil, bütün hayatında taşıdı.
O nur, satırlardan taşarak kalplere işledi; kimi zaman bir kılıç gibi zulme karşı durdu, kimi zaman bir kandil gibi yol gösterdi.
Mekke’den Medine’ye Uzanan Adımlar
Hicrî 150 yılı… Gazze’de bir çocuk doğdu: Muhammed bin İdrîs.
Aynı gün, büyük imam Ebû Hanîfe vefat etmişti [2]. Âlimler bu tevafuku, “ilmin bir nesilden diğerine intikali” olarak yorumladılar.
Küçük yaşta babasız kaldı. Annesi onu Mekke’ye götürdü. Kur’ân’ı ezberledi; yazı tahtası bulamadığında kemik ve deri parçalarına yazdı [3].
Genç yaşta hâfız oldu. Arapçanın en saf hâlini öğrenmek için Hudeyl kabilesine gönderildi. Yıllar sonra şöyle diyecekti:
— “Ben dilimi Hudeyl’de öğrendim.” [4]
Bir gün annesi ona dedi:
— “Oğlum, Medine’de İmam Mâlik var. Onun ilmi güneş gibidir. Git, ondan öğren.”
Genç Şâfiî yola düştü. Medine’ye vardığında İmam Mâlik’in huzuruna edeple oturdu.
İmam Mâlik tebessüm ederek:
— “Bu gençten büyük şeyler çıkacak.” [5] dedi.
Ve gerçekten de öyle oldu. Şâfiî, hocasından ilim alırken kalbine şu hakikati kazıdı:
“İnsanların çoğu dünyalıkla meşguldür;
hâlbuki zaman keskin bir kılıç gibidir.
Sen onu kesmezsen, o seni keser.” [6]
Kûfe’de Rey ve Kıyasın Meydanı
Irak’a gittiğinde Kûfe meclislerinde tartışmalar sürüyordu.
Bir âlim sordu:
— “Ey Mekke’li genç, bir mesele Kur’ân’da ve sünnette yoksa ne yaparsın?”
Şâfiî şöyle cevap verdi:
— “Önce sünneti ararım. Bulamazsam sahabenin icmâına bakarım. O da yoksa kıyas yaparım. Fakat kıyas, hevesle değil adaletle yapılır.” [7]
Meclis sustu. O anda herkes, farklı ekolleri birleştiren yeni bir yolun doğduğunu hissetti.
Ve Şâfiî’nin dilinden şu beyitler döküldü:
“Dünya hayatında istediğin kadar yaşa,
Sonunda ölüler kervanına katılacaksın.
Nefsinin peşinden koştuğun sürece,
Hakk’a yaklaşmaktan uzak kalacaksın.” [8]
Kahire’nin Dar Sokaklarında Bir Kalem
Kahire’nin dar sokaklarında yürüyen bir âlim… Elinde tomar tomar kâğıtlar…
Talebeleri sordular:
— “Üstad, ne yazıyorsunuz?”
Şâfiî gülümsedi:
— “Bir yol haritası… İlim yolunda yürüyenlere pusula olacak.”
Ve kalemi kâğıda dokundu. Er-Risâle doğdu; usûl-i fıkıh ilk kez sistematik bir çerçeveye kavuştu [9].
Ardından El-Ümm geldi; meseleler, hükümler, fetvalar bir araya toplandı.
Şâfiî sıkça şöyle derdi:
“İlim bir nurdur; günah ile o nur söner.” [1]
Ve şiirlerinde sabrı hatırlatırdı:
“Her darlıkla beraber bir genişlik vardır.
Sabreden kişi, zorluklardan selâmete çıkar.
Gün doğmadan önceki karanlık en koyusudur.
O hâlde umudunu kesme; çünkü sonunda rahmet vardır.” [10]
Talebesi Ahmed bin Hanbel ile Sohbet
Şâfiî yalnızca eserleriyle değil, yetiştirdiği öğrencileriyle de iz bıraktı.
Bunlardan biri, hadis aşkıyla yanıp tutuşan genç bir talebeydi: Ahmed bin Hanbel.
Bir gün Şâfiî ona dedi:
— “Ey Ahmed, hadis ilmini seviyorsun. Bil ki, hadis amel edilmedikçe yalnızca ezber yüküdür.” [11]
Ahmed saygıyla eğildi:
— “Üstad, ben hadisi ezberlerim; fakat onun nasıl yaşanacağını sizden öğrenirim.”
Şâfiî tebessüm etti:
— “Sen ileride hadislerin imamı olacaksın.”
Ve nitekim öyle oldu. Ahmed bin Hanbel, yıllar sonra şöyle diyecekti:
“Benim ilmimde ne varsa, Şâfiî’nin bereketindendir.” [12]
Bir Yolcunun Vedası
820 yılı… Kahire semaları bulutluydu.
İmam Şâfiî ağır hastaydı; talebeleri başucunda toplandı.
Biri sordu:
— “Üstad, bize son nasihatiniz nedir?”
Şâfiî dua etti:
— “Allah’ım, ölümü bana rahmet kıl; beni sana kavuşmaya götüren bir köprü eyle.” [13]
Son nefesinde yüzünde bir tebessüm vardı.
Çünkü onun için ölüm bir son değil, hakikate kavuşmanın ilk adımıydı.
Talebeleri ağlarken, şu beyitleri hatırladılar:
“Benim kabir toprağım, günahlarımı örten bir örtü olacak.
Rabbimin huzuruna boynum bükük çıkacağım.
Affına muhtacım ey Rabbim,
çünkü kulun başka nereye sığınsın?” [14]
Ahlâkı, Takvâsı ve Mirası
Şâfiî’nin vefatından sonra geriye kalan yalnızca eserleri değildi; onun adaletle yoğrulmuş ruhu talebelerinin, ilim halkalarının ve yüzyılların kalbinde yaşamaya devam etti.
İlim, onun elinde sadece bilgi değil; insanın kendi nefsini terbiye etme yoluydu.
Şâfiî, yalnızca kitapların değil, kalplerin de âlimiydi.
Fakirlerin sofrasına oturur, öğrencilerine şefkatle yaklaşırdı.
Takvâyı, ilmin tacı bilirdi.
Bir âlim şöyle demiştir:
“Takvâ ile ilmi birleştirdi; ilmi kalpteki nur olarak gördü.
Onun ahlâkı, ilmin insana kazandırdığı en büyük faziletin örneğiydi.” [15]
Bugün Şâfiî mezhebi Yemen’den Endonezya’ya, Afrika’dan Anadolu’ya kadar milyonların yoludur.
Ama asıl mirası kitapları değil; Kur’ân ve sünneti merkeze alıp akıl ile nakli dengeleyen metodudur.
Şiirlerinde bile aynı öğüt yankılanır:
“Her kim sana kötülük ederse, iyilikle karşılık ver.
En güzel silah, nefsi bağlayan sabırdır.
Kötülüğe kötülükle karşılık vermek kolaydır;
ama kötülüğü iyilikle söndürmek, erdemin ta kendisidir.” [16]
İlimle Yürüyen Adalet
İmam Şâfiî’nin hayatı, çağlar ötesinden fısıldar:
İlim kalpte bir nurdur; günah o nuru söndüren karanlık.
Hakikati arayan kimse, ilimle yürüyorsa asla yalnız kalmaz.
Ve o bize şunu öğretir:
“Ey kardeşim! Hakikati arıyorsan, ilimden şaşma.
İlimle yürüyorsan, adaletten ayrılma.”
Gerçek büyüklük, mansıplarda değil; hakkın ve adaletin yanında kalabilmektedir.
Kaynakça
[1] İbn Abdilberr, Câmi‘ Beyân el-İlm ve Fadlih, c.2, s.118.
[2] Zehebî, Siyerü A‘lâm en-Nübelâ, c.10, s.5.
[3] Nevevî, Tehzîbü’l-Esma ve’l-Lugât, c.1, s.42.
[4] İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, c.9, s.25.
[5] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.10, s.278.
[6] Şâfiî, Dîvânu’ş-Şâfiî, s.47.
[7] Beyhakî, Menâkıbü’ş-Şâfiî, c.1, s.415.
[8] Şâfiî, Dîvânu’ş-Şâfiî, s.62.
[9] Şâfiî, er-Risâle, thk. Ahmed Şâkir, s.5–10.
[10] Şâfiî, Dîvânu’ş-Şâfiî, s.75.
[11] İbn Ebî Hâtim, Âdâbu’ş-Şâfiî ve Menâkıbuh, s.94.
[12] Zehebî, Siyerü A‘lâm en-Nübelâ, c.11, s.177.
[13] Beyhakî, Menâkıbü’ş-Şâfiî, c.2, s.254.
[14] Şâfiî, Dîvânu’ş-Şâfiî, s.89.
[15] Nevevî, Tehzîbü’l-Esma ve’l-Lugât, c.1, s.47.
[16] Şâfiî, Dîvânu’ş-Şâfiî, s.92.