0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
217
Okunma

Bir toplumun aldatılmaya razı oluşunun hikâyesi…
Bir yalanın en parlak hâli, onu bir hakikat gibi sunabilenlerin ellerinde şekillenir.
Sahtekarlar, aldatıcılar… Onlar büyük sözlerin, cafcaflı vaatlerin tüccarlarıdır.
Gerçekle asla tanışmayacak hayalleri, pırıl pırıl bir masal gibi süsleyip göz kamaştırıcı bir hakikat gibi önüne koyarlar toplumun.
İlk yalanın tadı tatlıdır. Çünkü umutla yalanın birbirine karıştığı yerde, insanlar gerçeği değil, duymak istediklerini seçer.
Bu düzenin kuralı basittir:
Küçük bir bahis… ardından büyük bir vaat.
Bir damla ödül… ardından sınırsız bir hayal.
Ve o hayalin esir aldığı zihinler…
İnsan bazen bir yalana yalnızca kandırıldığı için değil, ona inanmayı seçtiği için bağlanır.
Çünkü yıllarca beklediği, umutla ördüğü, biriktirdiği hayal kırıklarının üstüne kurduğu düşlerin bir gün gerçeğe dönüşeceğini düşünür.
Bir yalanın yıkılması, yalnızca bir sözün çürümesi değildir; bir ömrün boşluğa düşmesidir.
İşte bu yüzden insanlar çoğu zaman gerçeğe değil, yalanın hayaline sarılır.
Gerçeği görmek; beklediği ödülün aslında hiç var olmadığını, harcanan yılların geri gelmeyeceğini, bütün çabalarının bir masala yatırıldığını fark etmek demektir.
Ve bu fark ediş, bazıları için bir yıkım, bazıları için ise bir uyanış olur.
Ama yalanın cazibesi, uyanışın acısından daha sıcak gelir çoğu insana.
İşte bu yüzden aldatıldığını bile bile inanmaya devam eder insan;
Çünkü gerçeğe inanmak, kendi yanılgısına yüzünü çevirmektir.
Süt vaadiyle kurulan düzen
Her toplumda bir grup vardır ki, hiç gerçekleşmeyecek süt vaadini bir destan gibi anlatır.
Öküzlerin süt vereceğini…
O sütün herkesi doyuracağını…
Yarınların bu mucizeyle aydınlanacağını söylerler.
Ama aslında yapılan tek şey, inandırılmış kalabalıkların sütünü sağmaktır.
Ne kadar çok inanırlarsa, o kadar çok sağılırlar.
Ne kadar çok alkışlarlarsa, o kadar çok sömürülürler.
Ve bir gün, süt vaadinin hiç var olmadığını anladıklarında bile, çoğu susar; çünkü sustukları kadar var olduklarına inanmışlardır.
Bir toplumun en büyük trajedisi, yalana inananların değil, yalana inanmayı görev bilenlerin çoğalmasıdır.
Süt vermeyen öküzün efsanesini yazanlar, destan yazamaz ama destan okumaya bayılırlar.
Çünkü destan okumak kolaydır: akıl istemez, sorgu istemez, cesaret istemez.
Ama destan yazmak… hakikati görmek, gerçeğe direnmek, yalana sırt çevirmek ister.
Ve bu, yalanın rahat kollarında uyuyan kitlelere hep fazla gelir.
Bir yalanın toplumu esir alışı
Yalan, bir toplumda kök saldığında gerçeğe kulaklar tıkanır.
Herkes birbirine aynı masalı anlatır, aynı vaatleri tekrar eder, aynı sahte umutlara sarılır.
Ve sahtekarlar için bundan daha büyük bir güç yoktur:
Kendini kandıran bir toplumu kandırmak, kandırmaya bile benzemez.
Bu, gönüllü bir esarettir.
Yalan, bir süre sonra toplumsal bir güvenlik battaniyesine dönüşür.
Onu yırtmak, soğuk bir gerçeğe uyanmak gibidir.
Ve insanlar üşümekten korktukları için, yalana sarılıp uyumaya devam eder.
Hakikatin sessiz direnişi
Oysa gerçek, kimseye yaranmaya çalışmaz.
Ne cafcaflıdır, ne parlak…
Kimi zaman acı, kimi zaman keskin, kimi zaman yalnızdır.
Ama bir kez yüzünü gösterdi mi, geri dönüş yoktur.
Çünkü hakikat, bir yalanın bin yılda kurduğu imparatorluğu bir cümlede yıkabilir.
Fakat o cümleyi kuracak dil, çoğu zaman korkunun, çıkarın ya da alışkanlığın zincirlerine vurulmuştur.
Ve zincirler kırılmadıkça, öküzlerin süt vereceğine inananlar her sabah aynı yalanın kahvaltısına oturur.
Bir ömür boyu bir yalana inanmak, bir anlık hakikati görmekten daha kolaydır.
Ama tarih hep şunu fısıldar:
Yalanların en cafcaflısı bile, bir gün hakikatin sessizliği karşısında diz çöker.
Ve o gün geldiğinde, kandırılanlar değil, inanmayı görev bilenler en çok utanır.
Çünkü yalan, aldatıcının değil, inandırılmış kalabalığın ömrünü çalar.
Erol Kekeç/9.10.2025 20:57/Sancaktepe/İST