1
Yorum
2
Beğeni
5,0
Puan
136
Okunma
Demir Hoca’nın bıraktığı o sıcak çeliğin yankısı, bir gün Türkmenoğlu’nun sazına karıştı.
Çeliğin içinden çıkan o sıcaklık, bu kez bir ezgiye dönüştü.
Çünkü şiir bazen bir kelimeyle değil, bir sesle doğardı.
Türkmenoğlu Hoca için şiir, bir kelimeden öte bir sestir.
O ses bazen bir çocuğun gülüşünde, bazen bir annenin duasında, bazen de rüzgârın uğultusunda yankılanır.
Onun dizelerinde kelimeler yürümez, ezgiler yürür.
Her mısra bir nota gibi akar ve o notalar birleştiğinde insanın içini ısıtan bir türküye dönüşür.
Küçük yaşta dinlediği halk ezgileri kalbinde bir sızı gibi kalmıştı.
Yıllar geçtikçe o sızı kelimeye dönüştü ve şiire karıştı.
Türkmenoğlu hiçbir zaman kelimeleri yazmak için yazmadı.
O sadece duymak için yazdı.
Çünkü onun kalemiyle dili arasında bir sazın teli kadar ince bir bağ vardı.
Birini titrettiğinde, diğeri mutlaka ses verirdi.
Bir gün bir dostu ona dedi ki,
“Senin şiirlerin okunmaz, söylenir.”
O an gülümsedi, çünkü biliyordu bu cümle onun en sessiz gerçeğiydi.
Şiirinde bir melodi, bir nefes, bir titreşim vardı.
Kelimeler bir araya geldiğinde sanki bir kervan yola çıkıyor, bir dağ yankı veriyor, bir insan kalbi yeniden çarpıyordu.
Ama bir gece, defterinin başında sustu.
Kalemini kaldırdı, bir şeyler yazmak istedi ama hiçbir ses duymadı.
Sanki içindeki ezgi birdenbire kaybolmuştu.
O sessizlik, bir anlığına tüm dünyayı susturdu.
Karanlıkta sadece kendi nefesini duydu,
ve ilk kez yazmak değil, duymak zor geldi ona.
Sonra bir an… dışarıdan bir bebek ağlaması, bir köy köpeğinin sesi, bir yaşlının öksürüğü geldi kulağına.
O sesler birleştiğinde içinden bir türkü doğdu yeniden.
Anladı ki, insan sustuğunda bile hayat şarkı söylemeye devam eder.
Ve o an yeniden yazmaya başladı.
O sessizlik içinde kendi sesini değil, halkın sesini duydu.
Bir nine duasını fısıldıyor, bir çocuk mısra söylüyor, bir genç rüzgârla konuşuyordu.
O yüzden şiirleri hep dilden dile dolaşıyordu.
Çünkü yazdığı her kelime, birine ait bir hikâyeden doğuyordu.
Bir gün kalemini defterin kenarına bıraktı.
Ve içinden bir cümle geçti:
“Ben kelimeleri değil, insanları birleştiriyorum. Çünkü ses hepimizin ortak dili.”
Türkmenoğlu o an anladı,
bir ezgi ne kadar çok dilden geçerse o kadar insana dokunur.
Ve şiir de ancak o kadar gerçek olur.
Sabah olduğunda penceresinden içeri giren ışıkla birlikte defterine bir mısra daha yazdı:
“Her ses bir kalpten geçer, her kalp bir ezgi taşır.”
Sonra sustu.
Ama o sessizlikte bile bir melodi vardı.
Ve o an anladı ki, insanın içindeki ezgi sustuğunda, dünya da sessiz kalır.
İsmail Gökkuş
devam edecekBölüm 9 – Türkmenoğlu Hoca – Dilden Dile Gezen Ezgi
Demir Hoca’nın bıraktığı o sıcak çeliğin yankısı, bir gün Türkmenoğlu’nun sazına karıştı.
Çeliğin içinden çıkan o sıcaklık, bu kez bir ezgiye dönüştü.
Çünkü şiir bazen bir kelimeyle değil, bir sesle doğardı.
Türkmenoğlu Hoca için şiir, bir kelimeden öte bir sestir.
O ses bazen bir çocuğun gülüşünde, bazen bir annenin duasında, bazen de rüzgârın uğultusunda yankılanır.
Onun dizelerinde kelimeler yürümez, ezgiler yürür.
Her mısra bir nota gibi akar ve o notalar birleştiğinde insanın içini ısıtan bir türküye dönüşür.
Küçük yaşta dinlediği halk ezgileri kalbinde bir sızı gibi kalmıştı.
Yıllar geçtikçe o sızı kelimeye dönüştü ve şiire karıştı.
Türkmenoğlu hiçbir zaman kelimeleri yazmak için yazmadı.
O sadece duymak için yazdı.
Çünkü onun kalemiyle dili arasında bir sazın teli kadar ince bir bağ vardı.
Birini titrettiğinde, diğeri mutlaka ses verirdi.
Bir gün bir dostu ona dedi ki,
“Senin şiirlerin okunmaz, söylenir.”
O an gülümsedi, çünkü biliyordu bu cümle onun en sessiz gerçeğiydi.
Şiirinde bir melodi, bir nefes, bir titreşim vardı.
Kelimeler bir araya geldiğinde sanki bir kervan yola çıkıyor, bir dağ yankı veriyor, bir insan kalbi yeniden çarpıyordu.
Ama bir gece, defterinin başında sustu.
Kalemini kaldırdı, bir şeyler yazmak istedi ama hiçbir ses duymadı.
Sanki içindeki ezgi birdenbire kaybolmuştu.
O sessizlik, bir anlığına tüm dünyayı susturdu.
Karanlıkta sadece kendi nefesini duydu,
ve ilk kez yazmak değil, duymak zor geldi ona.
Sonra bir an… dışarıdan bir bebek ağlaması, bir köy köpeğinin sesi, bir yaşlının öksürüğü geldi kulağına.
O sesler birleştiğinde içinden bir türkü doğdu yeniden.
Anladı ki, insan sustuğunda bile hayat şarkı söylemeye devam eder.
Ve o an yeniden yazmaya başladı.
O sessizlik içinde kendi sesini değil, halkın sesini duydu.
Bir nine duasını fısıldıyor, bir çocuk mısra söylüyor, bir genç rüzgârla konuşuyordu.
O yüzden şiirleri hep dilden dile dolaşıyordu.
Çünkü yazdığı her kelime, birine ait bir hikâyeden doğuyordu.
Bir gün kalemini defterin kenarına bıraktı.
Ve içinden bir cümle geçti:
“Ben kelimeleri değil, insanları birleştiriyorum. Çünkü ses hepimizin ortak dili.”
Türkmenoğlu o an anladı,
bir ezgi ne kadar çok dilden geçerse o kadar insana dokunur.
Ve şiir de ancak o kadar gerçek olur.
Sabah olduğunda penceresinden içeri giren ışıkla birlikte defterine bir mısra daha yazdı:
“Her ses bir kalpten geçer, her kalp bir ezgi taşır.”
Sonra sustu.
Ama o sessizlikte bile bir melodi vardı.
Ve o an anladı ki, insanın içindeki ezgi sustuğunda, dünya da sessiz kalır.
İsmail Gökkuş
devam edecek
5.0
100% (1)