0
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
139
Okunma
İlmin Mirası: Kûfe’den Hanefî Mektebine
Yazar: Murat Kerem
Kûfe’de Bir Gece
Kûfe sokaklarına gece çökmüştü. Kandillerin ışığı çarşı duvarlarında titrerken bir evin içinde bambaşka bir ışık yanıyordu. Talebeler diz çökmüş, önlerinde Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.) oturuyordu. Zayıf bedeninde bir dağ gibi duran vakar vardı.
Kur’ân’dan bir âyet okudu. Ardından sustu, gözleri uzaklara daldı:
— “Ben bu âyeti Resûlullah’ın (s.a.v.) mübarek dudaklarından işittiğimde… Medine’nin taş sokaklarına yağmur yağıyordu. O gün kalbime öyle bir sekinet indi ki, hâlâ bu âyeti her okuyuşumda aynı ferahlığı duyarım.”
Talebeler nefeslerini tutmuştu. O âyet artık yalnızca bir lafız değil; kalplere kazınan bir hakikat olmuştu.
Bir İlmin Başlangıcı
Hz. Ömer (r.a.), adalet ve feraset timsaliydi. Onun en büyük hizmetlerinden biri, sahabenin önde gelen âlimlerini İslâm coğrafyasının farklı bölgelerine göndermesiydi. Bu vazife için seçilenlerden biri de Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.) oldu. Kûfe’ye kadı ve muallim olarak tayin edildi [1].
Bu, tarihin seyrini değiştiren bir karardı.
Kûfe, yeni kurulmuş bir garnizon şehriydi. Çeşitli kabilelerin bir araya geldiği bu merkez, kısa sürede İslâm ilminin kalbinin attığı bir beldeye dönüştü. Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.), burada yalnızca kadılık yapmadı; ilim halkaları kurdu. Etrafında toplanan gençler, Kur’ân’ı, sünneti ve İslâm ahlâkını doğrudan bir sahabiden öğrenme bahtiyarlığına eriştiler [2].
Talebeleri arasında Alkame b. Kays, Mesrûk b. Ecda‘, Esved en-Nehâî gibi büyük âlimler vardı. Bu isimler, ilerleyen nesillerde Kûfe mektebinin temel taşlarını oluşturdu.
Tefsir Meclisi
Bir gün Alkame sordu:
— “Ey hocam, bu âyette geçen ‘takvâ sahipleri’ kimlerdir? Yalnızca çok ibadet edenler mi?”
Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.) tebessüm etti, elini kalbine koydu:
— “Takvâ, yalnızca çok namaz kılmak değildir. Takvâ, kalbi Allah’a teslim etmektir. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: ‘Takvâ buradadır.’ Sonra göğsünü işaret etti. İşte Kur’ân’ın muradı, insanın kalbini Allah’a bağlamasıdır.”
Bu anlayış, Kûfe ekolünde tefsirin özünü belirledi. Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.), âyetleri yalnızca lafız üzerinden değil; sebeb-i nüzûl, hikmet ve yaşanmışlık boyutuyla açıkladı [3]. Böylece tefsir, “yaşanan bir hakikat” hâline geldi.
Hadis Halkası
Bir başka derste Mesrûk b. Ecda‘ söz aldı:
— “Ya Ebâ Abdirrahman, bize Resûlullah’tan (s.a.v.) duyduğun bir hadis söyle.”
Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.) gözlerini kapattı, sesi titreyerek aktardı:
— “Resûlullah (s.a.v.) buyurdu: ‘Doğru olunuz; doğruluk insanı iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür.’”
O an odada derin bir sessizlik oldu. Talebeler başlarını eğdi. Mesrûk fısıldadı:
— “Sanki Resûlullah’ın sesini duydum.”
Kûfe mektebi, hadis ilminde işte bu ruh üzerine inşa edildi. Abdullah b. Mes‘ûd’dan (r.a.) hadis işiten talebeler, bu rivayet zincirini sağlam bir şekilde sonraki nesillere aktardılar. Bu yüzden Kûfe ekolünün hadisleri, güvenilirliğiyle temayüz etti [4].
Kıraat Halkası
Bir gün Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.), Alkame’ye Kur’ân okumasını söyledi. Alkeme okudu, o ise onu durdurdu:
— “Alkeme, Kur’ân’ı yalnızca dilinle değil, kalbinle oku. Kalp olmadan yapılan kıraat, susuz toprağa yağan yağmur gibidir. Ses çıkar ama filiz vermez.”
Bu öğüt, kıraat ilminin ruhunu şekillendirdi. Abdullah b. Mes‘ûd’un (r.a.) Kûfe’de öğrettiği kıraat, talebeleri aracılığıyla nesiller boyu aktarıldı. Hafs rivayetiyle dünyada en yaygın hâle gelen okuyuş da bu ekolün bereketli bir meyvesidir [5].
Fıkıh Münazarası
Bir gece Esved en-Nehâî sordu:
— “Ya hocam, bir meselede açık bir hadis bulamıyorsak ne yapmalıyız?”
Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.) düşündü, sonra sükûnetle konuştu:
— “Önce Kur’ân’a bakarsınız. Kur’ân’da bulamazsanız, Resûlullah’ın (s.a.v.) sünnetine müracaat edersiniz. Eğer orada da açık bir yol yoksa, aklınızı ve kalbinizi kullanarak kıyas yaparsınız. Ama her şeyden önce Allah’ın rızasını gözetirsiniz.”
Bu tavır, Kûfe ekolünde “rey ve içtihad metodunun” doğuşunu müjdeledi [6].
Böylece meseleler yalnızca rivayetlere dayalı kalmadı; aklî muhakeme ile zenginleşti. Bu usul, Basra’nın kelâmî yönünden, Medine’nin hadis merkezli ekolünden farklı bir renk kattı.
İmam Ebû Hanîfe’ye Uzanan Yol
Asırlar sonra Kûfe’de doğan İmam Ebû Hanîfe (ö. 767), Abdullah b. Mes‘ûd’un (r.a.) ilmî mirasını zirveye taşıdı. Onun hocası Hammad, İbrahim en-Nehaî’nin talebesiydi; o da Alkame’den, o da Abdullah b. Mes‘ûd’dan (r.a.) ders almıştı. Böylece silsile doğrudan bu büyük sahabeye uzanıyordu [7].
Ebû Hanîfe’nin ortaya koyduğu fıkhî usul, İslâm dünyasının en yaygın mezhebi olan Hanefî mektebinin doğmasına vesile oldu. Böylece Abdullah b. Mes‘ûd’un (r.a.) Kûfe’de yaktığı ilim meşalesi, asırlar boyunca milyonlarca Müslümanın yolunu aydınlattı.
İlmin Devrimi
Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.) ve talebelerinin kurduğu bu mektep, dört büyük sütun üzerine yükseldi:
• Tefsir: Âyetleri yaşanan bir hakikat olarak açıklamak.
• Hadis: Resûlullah’ın (s.a.v.) sesini sahih rivayetlerle nesillere taşımak.
• Kıraat: Kur’ân’ı kalbin nefesiyle okumak.
• Fıkıh: Akılla nakli birleştirip yeni meselelere çözüm bulmak.
Kûfe’de başlayan kıvılcım, asırlara yayılan bir ışığa dönüştü.
Bir Mum
Abdullah b. Mes‘ûd’un (r.a.) halkasında yanan tek bir mum, milyonlarca kandili tutuşturdu.
Onun ilmi; İmam Ebû Hanîfe’nin fıkıh mirasında, kıraat imamlarının okuyuşunda, müfessirlerin satırlarında ve muhaddislerin rivayetlerinde asırlar boyunca yaşamaya devam etti.
Bediüzzaman Said Nursî, bu hakikati Risale-i Nur’da şu veciz sözle dile getirir:
“Bir şem’a, başkasını tutuşturmakla nurundan hiçbir şey kaybetmediği gibi; belki ışığı ziyadeleşir. İhlâs ile hareket eden, hem kendi kazanır, hem kardeşinin kazanmasına yardım eder.”
(Mektubat, Yirminci Mektup)
İşte Abdullah b. Mes‘ûd’un (r.a.) Kûfe’de yaktığı o ilim kandili de böyledir:
Bir mumdan binlerce kandil yanmış, ışık azalmamış; bilakis çoğalmış, nesillerin yolunu aydınlatmıştır.
Ve o nur, hâlâ yanmakta, hâlâ gönüllere ışık düşürmektedir…
Kaynakça
[1] Taberî, Târîh, IV, 174.
[2] İbn Hacer, el-İsâbe, II, 369.
[3] İbn Sa‘d, Tabakât, III, 145.
[4] Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, VI, 390.
[5] Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 247.
[6] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, III, 38.
[7] Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, VI, 390.
[8] Said Nursî, Mektubat, Yirminci Mektup.