1
Yorum
11
Beğeni
0,0
Puan
182
Okunma
Ay ve yıldızın kadim hikâyesi, aşklarının dünya üzerine düşen gölgesini anlatmakta. Her gölge karanlıkken onlar kızıla düşen beyazdı. Zira aktı aşkları, zikirleri paktı…
Her zaman olmasa da güneşin yetmediği yerlerde dünyayı gözetlerdi. Parlamak değildi gayesi, karanlığı parlatmaktı. Bazen bulutlar maniydi bazen de ilahi emrin verdiği güzergâh… Biliyordu vazifesini, yörüngesinde tutsaklığın hikmetini… Dünya döndükçe o da dünyaya eşlik edecekti… Ne uzaklaşacak ne yakınlaşacak; aynı düzenekte kalacak değişmeyen düzende var olacaktı…
Sırf iki yüzlü olmamak adına belki de tek yüzünü gösteriyordu. Sadece ışığıyla değil davranışıyla da halleriyle de insanlığı aydınlatıyordu. Kimi anlıyor, anlamak istemeyense zaten anlamıyordu… Gölge de kalmanın insanı halden hale sokabileceğini haykırıyordu. Yarımay, dolunay, hilâl…
Bir gün bir yıldız gelmiş. İsmi Âsım’mış. Ay hallerinden Hilâl’miş… Yıldız aşık olmuş Hilâl’e ama seslenmeye çekinmiş. Ne diyecekti ki? Bir müddet Ay’ı izlemiş yarım haline, dolunay haline şahit olmuş… Yıldız kendi kendine: “Ne kadar da alımlı sadece parlamakla kalmıyor cilveleriyle, yol alışıyla ne de çalımlı…” Ay fark etmiş yıldızı, seslenmiş: “Hey! Sende kimsin beni mi gözetliyorsun?” Yıldız utanmış, birazda sıkılarak ve heyecanla: “Evet, affet ne olur, kapıldım endamına ne güzel dolanıyorsun ne kadar da sadıksın vatanına…”
Ay’ın ruhunu okşamıştı bu sözler. Kızarmıştı yanakları, nabzı olsaydı belki de damarı çatlayacaktı. Bir müddet kirpiklerini kastı durdu öylece. Yıldız vaktinin az olduğunu biliyordu; bir iz, bir imge, bir nakış bırakmalıydı…Keza sonraki gelişi oldukça uzun sürecek, bu zaman zarfında ay tarafından unutulmamalıydı… Yıldız devam etmiş sözlerine:
“Pek zamanım yok, ben de senin gibiyim. Durmak istesem de bir ölçüye göre devem etmeliyim. Bir yanım dur derken sol yanım vazifeni bil demekte. Bilirim ki karşı gelmek helâk, yanında durmamaksa, çile demek. Utanırım söyleyemem ama ben sana tutuldum tutsak olduğum yol gibi. Marifet durmak mı yoksa gitmek mi. Söyle bana Nur yüzlüm hangisi…?”
İç çekmiş Ay hıçkırmış da hafiften. Titremiş sesi ışığına yansıtmış bilemeden… Hislenmesi böyleymiş, kendi de yeni öğrenmiş. Yıldız korkmuş bir şey oluyor diye, tedirginleşmiş. Ay yıldızın gözlerine baktı Hilale dönüşmüştü örtmüştü utangaçlığından namahrem bedenini. Yıldıza üzüldü rahatlatması gerekiyordu… Sonra titreyen ışıkları gibi yıldızın gönlüne şöyle süzüldü:
“Rahat ol iyiyim. İlk kez böyle oldum bilemedim o titreme ruhumdandır. Bizi cisim sanırlar ama bilmezler ki ruhumuzda, kalbimiz de vardır… Anlıyorum seni aynı eşikteyiz… Atlamak mı eza atlamamak mı? Bende bilemiyorum biz Hak yolcusuyuz yolumuz belli. Ama gitmeden söyle çok mu sevdin beni?”
Yıldız, sessizliğe gömüldü söylemese dertti ama söylese daha büyük dertti. Ayı dertlendirerek, gitmesi gereken karanlık yöne doğru gitti.
Ay, şaşırdı önce: “Nereye gitti nasıl görmedim bir anda nasıl yok oldu?” Sonra iç çekti: “Sanki gördün mü geldiğini, gittiğini göreceksin?” Üzüldü bir anda kendini hiç olmadığı kadar yalnız hissetti. Işıklarını normale döndürüp dünyaya aktı: “Ah Dünya, sende mihmansın kâinatta. Hep kol kola gibiyiz ama birbirimize yabancı sen yolunda ben yolumda. Anlık bir rüyaydı geldi geçti dayanmaktan başka çere mi var? Ya sen, Dünya nasıl dayanıyorsun bunca acıya?”
Dünya, duymazlıktan geldi. Zira en iyi yaptığı işti: “Duymazlıktan gelmek.” Duysa barındırır mıydı bunca katili. Ay, dünyanın sessizliğine de bir anlam veremedi. Gece günü sararken doğdu, güneş doğarken saklandı. Ama bir yerlerde hep vardı giden yıldız gibi: “kim bilir şimdi hangi galakside” dedi. Sonra içine bir fitne düştü: “Acaba oralarda başka Ay Yüzlüler var mı? Bakıp bana söylediklerini onlara da söylüyor mu? Yok canım söylemiyordur. Adı ki Âsım, doğru yol üzerinedir. Hem duramaması itikatten, beni üzmemesi sevgiden olsa gerek…” diyerek kendini rahatlattı.
Ay, sabırla devam etti yolculuğuna. Dünyadakilere şahit oluşu içini acıtırken iyi şeyler de görüyordu. Teselliden nasibine her daim şükrederek: “Keşke şu yıldız gelse düşse gölgemiz dünya üzerine… Tanık olsalar sevgimize öğrenseler sevmeyi Allah’ın lütfuyla… Özledim çok özledim kapanmasın yollar, karanlıklara doğ yıldızım ne olur umutlarıma…”
İki yüz yıl geçmişti. Bu sözü duyan yıldız çok sevinmişti. Bir yandan biliyordu tekrar gideceğini. Seslense olmaz seslenmese olmaz! Ay Yarım’dı… Yıldız gittikten sonra hep o evrede kalmıştı… Dayanamadı selam verdi yıldız. Ay parladı olanca gücüyle:
“Ay! Yıldızım sensin Aleyküm selam ve rahmetullahi ve berekatühu, hû!”
“Ne güzel karşılaşma küsersin sandım…”
“Küsmek mi haşa, gidişin imandandı inandım. Dönüşün aşktan, bir bilsen sana ben ne çok susadım…”
“Levh-i kalemle yazılan haktır, rızayla vardım. Dünyaya meylin anladım ki hak için vardır. Sen hilal ol ben yıldız düşelim dünyaya, hiç ayrılmayalım. Ne dersin?”
“Ben ki dervişanım alelade semahım sadece kendimce. Sen ki yıldızsın adın Âsım yazılmışsın baş köşeye. Hayır desem hadsizlik, evet desem yetersizlik. bana sorma sen söyle. Neresi kaldı vatan diyeceğimiz yer, her taraf kirli her taraf engerek!”
“İşte, bir yer var adı gibi “Anadolu” … Savaştılar tarih boyu hak için, hakikat için. Sen ay Ben Yıldız, olacaksak Türk’e bayrak olalım, Yaşayalım yaşatalım ve bir daha “İstiklal Marşı” yazdırtmayalım…”
Düşmüşler bir bayrağa ki kızılmış rengi. Zira o kızıl şehadetten gelmekteymiş. Her “Türk” aslında Mehmetçik anlamına gelmekteymiş.