3
Yorum
13
Beğeni
4,4
Puan
217
Okunma

Yağmur, küçük kasabanın taş sokaklarına ince ince vuruyordu.
Ay, bulutların arkasına gizlenmişti.
Murat, gece yarısına doğru evine dönüyordu;
ormanın yanındaki dar patikayı kestirme
olarak kullanmayı seviyordu.
Oysa köylüler o yolu
“Karanlık Yol” diye çağırır,
güneş battıktan sonra kimse yaklaşmazdı.
Ama Murat, korkuya inanmazdı.
Ta ki o geceye kadar...
Patikanın ortasına geldiğinde, yağmur birden kesildi.
Her şey sessizleşti.
Ne rüzgâr vardı, ne yaprak hışırtısı.
Yalnızca adımlarının altında ezilen çamur sesi…
Sonra bir ses duydu:
“Murat…”
Ses, çok yakından gelmişti.
Arkaya döndü — kimse yoktu.
“Herhalde yorgunluktandır,” dedi kendi kendine.
Yürümeye devam etti.
Ama birkaç adım sonra yine aynı ses:
“Murat…”
Bu kez fısıltı değil, bir nefes kadar yakındı.
Kalbi hızlandı.
Elini cebine attı, telefonunu çıkardı.
Ekranda saat 00:03 yazıyordu.
Ama tuhaf olan şu ki…
ekranın üstünde sinyal yerine tek kelime yazıyordu:
“BURADAYIM.”
Murat’ın boğazı kurudu.
Telefonu cebine attı, koşmaya başladı.
Birden önü aydınlandı —
ormanın derinliklerinden gelen solgun, beyaz bir ışık…
Işığın içinden bir kadın çıktı.
Uzun, ıslak saçları yüzüne yapışmıştı.
Yalınayak yürüyordu.
Kadın yavaşça konuştu:
“Sen… o gece arabayla buradan geçtin, değil mi?”
Murat’ın nefesi kesildi.
Gerçekten de üç yıl önce bu yoldan geçmişti —
fırtınalı bir gecede bir şeye çarpmış, ama durmamıştı.
O kazadan sonra arabasında
hep bir ıslak kadın parfümü kokusu kalmıştı.
Kadın yaklaştı, sesi artık bir hırıltıya dönüşmüştü:
“Beni bırakıp gittin, Murat…”
Murat geri adım attı ama ayakları bataklığa saplandı.
Kadın ellerini uzattı.
Parmaklarından su damlıyordu —
buz gibi, çürümüş bir koku sardı etrafı.
“Şimdi sıra sende…”
O an orman yeniden karardı.
Yağmur başladı.
Sabah olduğunda köylüler patikanın ortasında
Murat’ın telefonunu buldular.
Ekranda tek bir kelime titriyordu:
“BURADAYIM.
Levent’in telsizinden gelen son cümle yankılanıyordu:
“Buradayız…”
Köyde o gece kimse uyuyamadı.
Rüzgâr esmedi, köpekler ulumadı, sanki bütün köy nefesini tutmuştu.
Ama köyün yaşlılarından biri, Hatice Nine, sessizce dua ediyordu.
Yıllardır kimseye anlatmadığı bir sırrı vardı:
O kadını, yıllar önce o da görmüştü.
O kadının adı Elifti.
Genç yaşta nişanlısıyla birlikte evlenecekken, fırtınalı bir gecede patikada kaybolmuştu.
Köy o günü hiç unutmadı; çünkü sabah olduğunda yalnızca nişanlısının arabası bulunmuştu —
çamura saplanmış, içi ıslak, direksiyonunda ince bir saç teliyle.
Hatice Nine sabah erkenden jandarmaya gitti,
“Levent’i aramayın,” dedi,
“Onu bulamazsınız, çünkü o artık ‘orada’.”
Ama kimse inanmadı.
Üçüncü gün, hava açık ve sessizdi.
Ormanın derinliklerinden bir radyo sesi duyuldu —
Levent’in telsizi kendi kendine yayın yapıyordu.
Ses cızırtılıydı ama bir şey belli oluyordu:
“Karanlıkta su var… aynada yüzüm değil, onun yüzü var…”
Ekipler yeniden ormana girdi.
Her adımda hava daha soğuk, nefesler buharlaşıyordu.
Fenerlerin ışığı sisin içinde kayboluyordu.
Sonra birden birinin çığlığı duyuldu.
Bir asker yere çöktü, titreyerek elini uzattı:
Toprağın altından bir kol sarkıyordu.
Ama o kol canlıydı —
parmakları kıpırdıyordu, sanki yardım ister gibi.
Ekip yaklaştığında kol birden geri çekildi,
ve yerden su fışkırdı.
Toprak, sanki nefes alıyordu.
Levent’in defteri oradaydı.
Sayfaları ıslanmıştı, ama biri okunuyordu:
“Suya baktım… o bana baktı…
Gözleri Elif’in gözleriydi.”
O gün öğleden sonra yağmur başladı,
ve köyün bütün çeşmelerinden çamurlu su akmaya başladı.
Su içen herkes aynı cümleyi fısıldadı,
sanki bir ağızdan konuşur gibi:
“Buradayız…
Derya’dan haber alınamayalı üç gün olmuştu.
Köylüler artık korkudan ormanın adını bile anmıyordu.
Ama şehirden biri geldi:
Gazeteci Derya’nın kardeşi – Selim.
Selim, kardeşinin kaybolduğunu öğrenince
yetkililerin “arama çalışmaları sonuçsuz” demesine aldırmadı.
“Derya hiçbir zaman kaybolmaz,” dedi.
“Eğer gitmişse, bir nedeni vardır.”
Yanında yalnızca iki şey getirmişti:
Derya’nın yedek kamera hafıza kartı
ve ormanda bulunan Elif Kara’nın defteri.
Kamerayı açtı, kayıt bozuktu;
ama görüntülerin arasında bir anlık sahne netti:
Sisli bir ormanda üç kişi —
biri Murat, biri Komiser Levent…
ve üçüncü, Derya.
Hepsi kameraya bakıyordu.
Ama yüzlerinde bir şey vardı —
sanki gözlerinin ardında hiç yaşam kalmamıştı.
Selim durdurdu videoyu.
Ekranın sağ köşesinde bir yazı belirdi:
“Görmek istemediklerini saklama, Selim.”
Birden odadaki ışık söndü.
Monitörden ince bir su damladı — evet, su.
Hemen ardından Derya’nın sesi duyuldu, boğuk ve uzak:
“Selim… geri dön…”
Ama Selim vazgeçmedi.
Defteri açtı, Elif’in son sayfasında yeni bir satır vardı.
Bu satır orada daha önce yoktu.
Yazı ıslaktı, sanki taze yazılmıştı:
“Bir kişi daha gelsin. Dördüncü tamamlanınca dinleneceğiz.”
Selim’in kalbi hızla atmaya başladı.
“Dördüncü mü? Kim dördüncü?” diye mırıldandı.
O anda penceredeki buğuda parmakla yazılmış bir kelime belirdi:
“SEN.”
Rüzgâr kapıyı çarptı, evin lambası patladı.
Birden içeride yağmur kokusu yayıldı.
Selim nefes aldı, ama hava değil su doldu ciğerlerine.
Köyün dışındaki ormandan, aynı anda,
sis yükselmeye başladı.
Ertesi sabah, köylüler gölün kıyısında bir kamera buldu.
Kayıtta, bir adam suyun kenarına kadar yürüyordu.
Arkasında üç siluet bekliyordu:
Murat, Levent ve Derya.
Adam göle baktı ve fısıldadı:
“Artık dört olduk.”
Kamera düşerken, suyun içinden bir yüz belirdi.
Bembeyaz, gözleri simsiyah bir kadın…
Elif.
O an kamera sesi boğdu,
ve kayıt şu cümleyle bitti:
“Buradayız… sonsuza dek.”
Mustafa Yaman
27 eylül 2025
5.0
86% (6)
1.0
14% (1)