0
Yorum
2
Beğeni
5,0
Puan
208
Okunma
Akşam ezanı, her okunuşunda beni benden alıp götürür. Nedendir, bilmiyorum ya da bildiğimi sanıyorum da, emin değilim. Makamdan mı, vakitten mi? Çağırdıkları, hatırlattıkları çoktur; belki ondan. Ama doğru olan şudur: Segâh makamının hakkını vererek okunmuşsa, içinde hüzne benzer bir duygu akıntısı kabarır, yükselir. Kısa tutuluşuna, hızlı okunuşuna üzülür, hiç bitmesin isterim. Hatta bazen de asıl sebep, ezan vakti olmalı, diye düşünürüm. Öyle ya, günün akşama çevrildiği, güneşin ufukta batarken göğü kızıla boyadığı saatler... Hele yaz günlerinin akşam ezanları için bu etki ve manzara ne kadar büyülüdür.
İşte tam o esnada birden çocukluğum cisimleşir belleğimde, ete kemiğe bürünüverir her şey! Evimizin önündeki toprak sokak günün telaşından, gürültüsünden sıyrılırken balkon, pencere veya kapı önlerinde son noktayı koymaya hazırdır anne sesleri...
“Oğlum neredesin?”
“Hadi akşam oldu Gülten, gel artık!”
Duruma göre de benzer yanıtlar ulanır bu çağrılara...
“Tamam, geliyorum!”
“Anne ya, biraz daha!”
Çocukluğumun ilk devresi dünya hayatına katıldığım bu kasabada geçti. Söz konusu hayat, ne kadarı bana ait olduğunu bilmediğim bir hayattı. Hakeza dünyam da o derece küçük, sığ, kuşatılmış... Buna karşın renksiz ve alelade gelmedi bana, kesinlikle. Yük değildi ve tat bırakıyordu ruhumda, yaşadığım günler. Yani mutlu olmanın sınırlarını bilemesem de, erinçli ve mutluydum basbayağı. Belki hayattan beklentim çok yüksek değildi de, o yüzden. Olabilir! Umudun, arzunun, hayâlin bendeki ölçüsünden çok, çevremdeki insanların yaşama bakışı ve tarzı belirliyordu duygularımı. Eh, onlara yeten bana niye yetmesindi ki?
Meraklı bir çocuk muydum? Evet! Ama öyle her şeyi kurcalayan, bozan, haşarılık düzeyinde bir merak değil... O yüzden meraklıdan ziyade ‘dikkatli’ ve ‘ilgili’ bir yaradılışa sahiptim diyeceğim. İki insan konuşsa, ona eklenen beden diliyle birlikte söylenen ve ima edilen baktım ki çelişik, durup düşünürdüm insanlar niye böyle? Söze az katılan, ‘gözlemevi’ gibi çalışan bir dikkat! İçe dönük bir ruhun derininde işleyen beyin süzgeci; bir kıyas, akıl yürütme, not etme özelliği... Bunun için dilimle iyi geçinme mecburiyetim vardı! Kelimelerin kabuğunu kırar, kavram alanını didiklerdim o yaşlarımda. Kitaplara düşkünlüğüm, bunun gereği veya sonucu mudur, bilemeyeceğim artık.
Babam, manifaturacı esnafı ve annem, ev hanımıydı. İkisi de çocukluğunu İkinci Dünya savaşı yıllarında geçirmiş... Cumhuriyet’in kuruluşunu izleyen süreci bin bir mahrumiyet ve zorlukla yaşamış bir kuşaktan ama öncekilere kıyasla daha imkânları geniş bir ortamda büyümüşler. Hiç değilse ilkokula gitmişler, okuryazarlık düzeyinde öğrenim görmüşler! Ayrıca ülke genelinde bir seferberlik başlatılmış o yıllarda; tarımı, hayvancılığı bilinçli yapsınlar, el sanatlarını ve kalfalığı öğrensinler diye.
Kasabaya elektrik sadece akşamları birkaç saatlik veriliyor ve ekmek karneye bağlı... Üretim kıt, ihtiyaçlara erişim zor, hayat pahalı ve meşakkatli... Yeni yeni, o da devlet destekli sanayi yatırımlarıyla temel gereksinimler yerli üretimle sağlanmaya çalışılıyor. Çırçır, basma ve şeker fabrikaları, Sümerbank çatısı altında ayakkabı, kumaş, iç giyimi imalatı ve satışı; demir, çelik, bakır madeni işletmeleri ile yer altında ilkel şartlarda faaliyet yürüten kömür ocakları... Köyden kente göçü kışkırtacak bir endüstri yatırımı yok henüz... Özel girişimcilik atölye düzeyinde; birkaç büyük şehir ve civarında kümelenmiş... Nitelikli iş talebi de işçi sayısı da yetersiz; acil ihtiyaç sayılmayacak kadar... Ortaokul mezunlarının banka müdürü yapıldığı yıllar...
Bunları niye anlattım? Yola çıktığı noktayı dikkate almayan geldiği yeri ve gideceği yönü doğru belirleyemez de, ondan! Bundan sonra anlatacağım hiçbir şey, buraya kadar anlattıklarım olmadan yeterince ve hakkıyla kavranmış olmayacaktır. Bugünün mevcut imkânları bize, hiçbirimize emeksiz bağışlanmadı çünkü... Unutmayın ki; ‘diş diş, tırnak tırnak, göz göz’ mücadeleyle yaşandı bunca zorluklar, milletçe. Topyekûn azim, sabır ve adanmışlık ile mücadele kararlılığını ülkü edinmeden, büyük bedeller ödemeden refaha erilmiyor ne yapsanız! Ama aymazlığa düşerseniz; çabayı, gayreti yeterli görürseniz, yazık olur! “Ne oldum değil, ne olacağım demeli insan!” “Sakın ha, bize bir şey olmaz!” demeyin. Kalkınmanın kazanımlarıyla kıymet bilmezliğin hoyratlığı birbirini sıfırlayıverir, birkaç yılda. Her zaman böyle bir tehlike ve ihtimal vardır, aman rehavete kapılmayın, genç kardeşlerim!
Akşam ezanları sizin de gök kubbenizde ebediyen duyulsun, çocukluğunuza götürsün sizi de... Hatırlatıp dursun nereden nereye gelindiğini, zamanın boşa akmadığını tatlı hüznüyle...
5.0
100% (1)