0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
149
Okunma

İlmin Mirası: Kûfe’den Hanefî Mektebine
Yazar: Murat Kerem
Kûfe’de Bir Gece
Kûfe sokaklarına gece çökmüştü. Kandillerin ışığı çarşı duvarlarında titrerken bir evin içinde bambaşka bir ışık yanıyordu. Talebeler diz çökmüş, önlerinde Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.) oturuyordu. Zayıf bedeninde bir dağ gibi duran vakar vardı.
Kur’ân’dan bir ayet okudu. Ardından sustu, gözleri uzaklara daldı:
— “Ben bu ayeti Resûlullah’ın dudaklarından işittiğimde… Medine’nin taş sokakları üzerine yağmur iniyordu. O gün kalbime öyle bir sekinet indi ki, hâlâ bu ayeti her okuyuşumda aynı ferahlığı duyarım.”
Talebeler nefeslerini tutmuştu. Ayet artık yalnızca lafız değil; kalplere kazınan bir hakikatti.
Bir İlmin Başlangıcı
Hz. Ömer (r.a.), adalet ve feraset timsaliydi. Onun en büyük hizmetlerinden biri, sahabenin önde gelen âlimlerini İslâm coğrafyasının farklı bölgelerine göndermesiydi. Bu vazife için seçilenlerden biri de Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.) oldu. Onu Kûfe’ye kadı ve muallim olarak tayin etti [1]. Bu, tarihin seyrini değiştiren bir karar oldu.
Kûfe, siyasî olarak yeni kurulmuş bir garnizon şehriydi. Çeşitli kabilelerin bir araya geldiği bu merkez, kısa sürede İslâm ilminin kalbinin attığı bir belde hâline geldi. Abdullah b. Mes‘ûd, burada sadece kadılık yapmadı; aynı zamanda ilim halkaları kurdu. Onun etrafında toplanan gençler, Kur’ân’ı, sünneti ve İslâmî ahlâkı doğrudan bir sahabiden öğrenme fırsatı buldular [2].
Talebeleri arasında Alkame b. Kays, Mesrûk b. Ecda‘, Esved en-Nehâî gibi büyük âlimler vardı. Bu isimler, sonraki nesillerde Kûfe mektebinin temel taşları oldular.
Tefsir Meclisi
Bir gün Alkame sordu:
— “Ey hocam, bu ayette geçen ‘takvâ sahipleri’ kimlerdir? Yalnızca ibadet edenler mi?”
Abdullah tebessüm etti, elini kalbine koydu:
— “Takvâ, sadece çok namaz kılmak değildir. Takvâ, kalbi Allah’a teslim etmektir. Resûlullah buyurdu ki: ‘Takvâ buradadır.’ Sonra göğsünü işaret etti. İşte Kur’ân’ın muradı, insanın kalbini Allah’a bağlamasıdır.”
İşte bu yaklaşım, Kûfe ekolünde tefsirin özünü belirledi. Abdullah b. Mes‘ûd, ayetleri yalnızca lafız üzerinden değil, sebeb-i nüzûl, hikmet ve yaşanmışlıklarıyla açıkladı [3]. Böylece tefsir, “yaşanan bir hakikat” olarak talebelerin kalbine yerleşti.
Hadis Halkası
Başka bir derste Mesrûk b. Ecda‘ söz aldı:
— “Ya Ebâ Abdirrahman, bize Resûlullah’tan duyduğun bir hadis söyle.”
Abdullah gözlerini kapattı, sesi titreyerek aktardı:
— “Resûlullah buyurdu: ‘Doğru olunuz, doğruluk insanı iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür.’”
O an odada sessizlik oldu. Talebeler gözlerini yere indirdi. Mesrûk fısıldadı:
— “Sanki Resûlullah’ın sesini duydum.”
İşte Kûfe mektebi hadis rivayetinde böyle bir ruh üzerine inşa edildi. Abdullah’tan hadis işiten talebeler, zinciri sağlam bir şekilde sonraki nesillere aktardılar. Bu yüzden Kûfe ekolünün hadisleri, güvenilirliğiyle temayüz etti [4].
Kıraat Halkası
Bir gün Abdullah, Alkame’ye Kur’ân okumasını söyledi. Alkame okudu. Sonra Abdullah onu durdurdu:
— “Alkame, Kur’ân’ı yalnızca dilinle değil, kalbinle oku. Kalp olmadan okunan kıraat, susuz toprağa yağan yağmur gibidir. Ses çıkar ama filiz vermez.”
Bu tavır, kıraat ilminin ruhunu şekillendirdi. Abdullah b. Mes‘ûd’un Kûfe’de öğrettiği kıraat, talebeleri aracılığıyla nesiller boyu aktarıldı. Hafs rivayetiyle bütün dünyada yaygınlaşan okuyuş da bu ekolün bir meyvesidir [5].
Fıkıh Münazarası
Bir gece talebelerden Esved en-Nehâî sordu:
— “Ya hocam, diyelim ki bir meselede açık bir hadis bulamıyoruz. O zaman ne yapmalıyız?”
Abdullah düşündü, sonra yavaşça konuştu:
— “Önce Kur’ân’a bakarsınız. Kur’ân’da bulamazsanız Resûlullah’ın sünnetine bakarsınız. Eğer orada da açık bir yol yoksa, aklınızı ve kalbinizi kullanarak kıyas yaparsınız. Ama her şeyden önce Allah’ın rızasını gözetirsiniz.”
Bu yaklaşım, Kûfe ekolünde “rey ve içtihad metodunun” doğuşuydu [6]. Böylece meseleler yalnızca rivayetlere bağlı kalınarak değil, aklî muhakeme ile çözüldü. Bu usul, Basra ve Medine ekollerinden farklı bir renk kazandırdı.
İmam Ebû Hanîfe’ye Uzanan Yol
Asırlar sonra Kûfe’de doğan İmam Ebû Hanîfe (ö. 767), Abdullah b. Mes‘ûd’un ilmî mirasını zirveye taşıdı. Ebû Hanîfe’nin hocası Hammad, İbrahim en-Nehaî’nin talebesiydi; o da Alkame’den, o da Abdullah b. Mes‘ûd’dan ders almıştı. Böylece silsile doğrudan Abdullah b. Mes‘ûd’a kadar uzanıyordu [7].
Ebû Hanîfe’nin ortaya koyduğu fıkhî usul, İslâm dünyasının en yaygın mezhebi olan Hanefî mezhebinin doğmasına vesile oldu. Böylece Abdullah b. Mes‘ûd’un Kûfe’de yaktığı ilim meşalesi, asırlar boyunca milyonlarca Müslümanın hayatına ışık tuttu.
İlmin Devrimi
Abdullah b. Mes‘ûd ve talebelerinin kurduğu bu mektep, dört büyük sütun üzerine yükseldi:
• Tefsir: Ayetleri yaşanan bir hakikat olarak açıklamak.
• Hadis: Resûlullah’ın sesini sahih rivayetlerle nesillere taşımak.
• Kıraat: Kur’ân’ı kalbin nefesiyle okumak.
• Fıkıh: Akılla nakli birleştirip yeni meselelere çözüm bulmak.
Kûfe’de başlayan kıvılcım, asırlara yayılan bir ışık oldu.
Bir Mum
Abdullah b. Mes‘ûd’un (r.a.) halkasında yanan tek bir mum, milyonlarca kandili tutuşturdu. Onun ilmi; İmam Ebû Hanîfe’nin fıkıh mirasında, kıraat imamlarının okuyuşunda, müfessirlerin satırlarında ve muhaddislerin rivayetlerinde asırlar boyunca yaşamaya devam etti.
Bediüzzaman Said Nursî, bu hakikati Risale-i Nur’da şu veciz sözle dile getirir:
“Bir şem’a, başkasını tutuşturmakla nurundan hiçbir şey kaybetmediği gibi; belki ışığı ziyadeleşir. İhlâs ile hareket eden, hem kendi kazanır, hem kardeşinin kazanmasına yardım eder.”
İşte Abdullah b. Mes‘ûd’un Kûfe’de yaktığı o ilim kandili de böyledir: Bir mumdan binlerce kandil yanmış, ışık azalmamış; aksine çoğalmış ve nesillerin yolunu aydınlatmıştır. Ve o nur, hâlâ yanmakta, hâlâ gönüllere ışık düşürmektedir…
Kaynakça
[1] Taberî, Tarih, IV, 174.
[2] İbn Hacer, el-İsâbe, II, 369.
[3] İbn Sa’d, Tabakât, III, 145.
[4] Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, VI, 390.
[5] Müslim, Salâtü’l-Müsafirin, 247.
[6] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, III, 38.
[7] Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, VI, 390.
[8] Nursî, Said. Mektubat, Yirminci Mektup.