Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
Oğuz Can Hayali
Oğuz Can Hayali

(10) VAPURDA

Yorum

(10) VAPURDA

0

Yorum

0

Beğeni

0,0

Puan

99

Okunma

(10) VAPURDA

Burnu Avrupa’ya doğru kalkık
Çanakkale’nin güney doğu ucu, Hisarlık.
Bir tepe ki; yap-yalnız,
kumsuz, kıyısız, susuz, limansız,
ne sığar beyaz yelkenli esir kürekli takalar,
nede bayrakları renkli, uzun direkli şanlı donanmalar.

Bir şehir ki 10 yıl sürer zaptı;
Kos-kocaman bir tahta at girecek yükseklıkte kapısı
çevresi iki kuleli, amansız surlarla çevrilidir
ve yalnızca Tahta At Hilesi’ile fethedildi” denir,
savaşı bitmez, gizemi çözülemez hâlâ,
Homer’in İlyada destanına sahne olan yer, Truva!

Bugün, bu Gelibolu -Truva arası Çanakkale Boğazı’nda
Frank KOLB ve Manfred OSMAN HOCA adlı iki kişi;
“Ortası düğümlü bir ipi gerdirir” denir.
Biri çekerken Truva’yı batıya,
diğerinin ayakları sım-sıkı basar Anadolu’ya
direndikçe-direnir.

İkiside değerli hoca,
ikiside “Eski Medeniyetler Tarihi” profösörüdür Almanya’da,
ikiside ömür boyu araştırır Tübingen Üniversitesi’nde Truva’yı,
ikiside sever-sevdirir Homer’i, Odise’yi, İlyada’yı,
ikiside Alman’dır
ve ikiside iyi insandır.

İlki Frank KOLB; ”Olay Yeri Troia” adlı kitabın yazarı;
“ Böyle bir yer yoktur kuzey-batı Anadolu’da
ve en azından, hiçbir zaman da olmamıştır TROİA ismiyle Truva!”
Diye red eder Hisarlık Tepesdi’ndeki Olay’ı,
310 Sayfa, gerçek bir Tarihi Eser olan ve okumaya değer bilimsel kitabında.

Bizim Manfred Korfmann OSMAN HOCA
bu tezin tam tersini savunur yaşamı boyunca;
“TROİA, Homer’in destanlarına sahne olan yerdir
ve bu yer
Çanakkale Hisarlık Tepesi’nde dir!”
der,
tez alır götürür bizden onu,
6 ay içinde lanet olası bir kanser.
İpi geremez, çözemez olur sorunu,
cevapda veremez bu sefer
ölümünden sonra yayınlanan
ve onu; “Çıkarcı bir Poltikacı” diye suçlayan
bu Kitaba,
Manfred OSMAN HOCA.

Sonradan Türk Vatandaşı olan
bu eşsiz insan;
“Neden ilgilenmezsiniz siz, yurttaşlarım?” diye sorar
ve cevabınıda bizim bilgisizliğimizde arar;
“ Nereden gelirseniz-geliniz,
oturduğunuz yerdir eviniz,
yaşadığınız toprak ise vatan!”
İşte bu Hektor, Aşil, Atatürk ve Mehmetçik’lerden sonra
Çanakkale uğruna
ölen son kahraman.

( oguz can hayali . HOMER 7 Şiiri.)

Helen ve Phillipp araba vapuruna bindip üst kata çıktıktan sonra, oturma salonuna sırt ve küçük el çantalarını koydular. Helen tuvalete gitmek için aşşağıya indi. Salonda her iki yanda açık duran ikişer kapıdan girip-çıkan hava, vapur iskelede durduğundan salonu serinletmeye tesirsiz kalıyordu ve içerisi nefes alınamıyacak kadar da sıcaktı. Phillipp dışarıda Helen’i beklemeye karar verdi ve terasa çıktı. İlkin ellerini öndeki ahşap korkuluğa dayadı, üstten ve alttan uçan birkaç martı ile göz-göze oynaştı. Sonra uzun ve kuvvetli kollarını yana doğru açıp göğsünü öne çıkararak gerindi. Silkinip tam bir sigara yakacaktıki; Araba ve yolcuların binmek için bekledikleri alanda tuhaf bir şeyin varlığını fark etti. Motorlu taşıtların arasında tek bir atın çektiği iki tekerlekli süslü beyaz bir Antik Savaş arabası durduyordu; “Mutlaka, Truva’ya savaş filmi çekmek için gidiyorlar.” diye düşündü ve biraz önce iskelede bilet alırken gördüğü düşü anımsayarak gülümsedi. Kısa beyaz etekiği ona ne kadarda güzel yakışmıştı! Ama diğer yolcuların onun bu etek, kalkan, kılıç ve burun-yanak korumalı miğferni anımsamadığını hatırlayınca da; “Düşünde böylesi!” iç çekmesiyle bakışlarını yeniden iskele alanındaki görüntüye odakladı. Çünki buda Akçe’nin yeni bir oyunu olabilirdi.
Savaş arabasının arkasında gürbüz atlarının sırtındaki kısa beyaz eteklikli biniciler; Ellerindeki mızraklarının dibini ayaklarını koymuş oldukları üzengiye dayamış bir şekilde gururla dim-dik tutuyorlardı. Onların arkasındaki yaya erler ise, kısa beyaz eteklikleriyle düzensiz bir şekilde itişip-kakışmaktaydılar.
Savaş arabasını süren oyuncunun, omuzlarını örten kırmızı ipek bir pelerin, rıhtımda esen hafif yelin tesiri ile ardında uçup-dalgalanarak arabanın zeminine dek değmekteydi. Göğsünde ise; Vucudunun konturlarına sıkıca yapışmış, koyu kalın deriden dövülü, pırıl-pırıl kahverengi çilalı zırhı parlamaktaydı. Bu zırhın her iki köşesinde, omuzlarını saran çelik korumalıklar duruyordu. Başındaki çelik miğferinin üstünde ise sık tüylerden; Köşeleri fırça gibi düzgün kesilmiş, iki parmak genişliğinde, ensesine dek inen ve yaklaşık 3-4 santimetre yüksekliğinde kalın kırmızı bir süs vardı. Diz üstüne kadar inen kısa beyaz etekliği; Yelpaze gibi üst üste, düzgün aralıklarla özenle katlanarak ütülenmiş pileleri ile diğer oyuncuların eteklerinden ayırt edilmekteydi. Bu adamın belindeki geniş kemerinden sarkan vede kısa eteğini belirli aralıklarla örten, kalın deri-dil korumalıkları ve kınındaki “sapı işlemeli” uzun kılıcıyla komutan rolünü oynadığı belli idi. Çelik miğferinin her iki yanından çene ucuna kadar uzanan menteşeli yanak siperleri ve kaş ortasından, dudak üstüne kadar sarkmış burun koruması ile bu kara-gür sakallı komutan “Terminator bir robot” görünümündeydi.
Atlarının üzerinde kımıldamadan duran binicilerin parlak-çelik miğferlerinin üstünde, rütpelerini gösteren çeşitli renklerde uzun tüyler dalgalanmaktaydılar. Giysileri de atlarının koşumları gibi süslü olan bu suvarilerin kısa beyaz eteklerinin altında; Dizlerinden sandaletlerine kadar uzanan meşin ön bacak korumalıkları, aynı deriden kesilmiş bağcıklarla arkadan bağlı idiler. Atlar kımıldadıkça binicilerin zırhlarındaki ve atların koşumlarındaki çelik düğmeler ışıl-ışıl, göz kamaştırırcasına ayna gibi güneşi yansıtmaktaydılar.
Suvarilerin arkasındaki yaya erler ise başlarında çorba tasını andıran tüysüz çelik miğferler taşımaktaydılar. Çıplak ayaklarındaki Antik çağ el yapımı ince meşinden uydurma sandaletler, deri bağcıklarla ökçelerinin biraz üzerinde bağlı idiler. Hafif esen çapkın boğaz rüzgarı, onların kısa beyaz etekliklerini uçuruyor ve altlarındaki donlarından küçük parçacıkları hovardaca ele veriyordu.
“ Çay alırmısınız, beyim?”
Beyaz ceketli garsonun taşıdığı kalaylanmış bakır bir tepsi içinde yan-yana dizili, fıkır-fıkır oynayan ince bardakların üstünde tüten buharı gören Phillipp dayanamadı;
“ İki Çay Lütfen.”
Garson bu “iki” sözünü herhalde duymamıştı. Önündeki geniş ağaç kolluğun üstüne sadece bir tek alt tabak koydu. Sonrada ince cam bardağında mis gibi kokan çayı, küçük bir kaşık ve iki kesme şekerle bu tabağa yerleştirdi;
“ Borcum?”
Sorusuna da;
“ Alırken ödersiniz beyim.”
Diyen garson hızla diğer konuklara çay dağıtmak için onun yanından ayrıldı. Phillipp; “Helen gelince oda kendine bir çay söyler.” düşüncesiyle buna aldırmadı. Ceketinin yan cebindeki paketten bir sigara çekip, dudaklarının arasına sıkıştırdı. Yine aynı cepten aldığı çakmak ile de, iki avcunu esen yele karşı siper ederek sigarasını yaktı. Derin bir nefes çekip, tam çakmağı cebine koyacaktı ki, çay bardağının altında sarı yuvarlak bir kağıdın bulunduğunu gördü; “Avrupa’da da kahve fincanlarının ve bira bardaklarının altına nemi emmesi için böyle bir tanıtım kağıdı koyarlar.” diye düşündükten sonra da;
“ Ne kadar da çabuk kapmış şu Türk’ler, aferin!”
Diyerek çayını içmek için bardağı kaldırınca, bu kağıdın üstüne el yazısı ile bir şeyin yazılmış olduğunu gördü;
“ T R U V A ’ Y A G İ T M E Y İ N ! ”
Cümlesini okurken, aynı anda kulaklarına gelen yankılı dolgun bir sesi duyunca irkildi. İlkin bunun anlamsız bir şaka olabileceğini düşünerek etrafına bakındı. Çevresinde bu sözü söyleyebilecek hiç kimse yoktu. Garsonı hemen bulması gerektiğine karar verdi. Bunu mutlaka o yazmıştı. Çayın yarısını içip, sigarasını bitirdikten sonra çay ocağının bulunduğu bekleme salonuna girdi. Orada kimseyi bulamayınca; ”Herhalde aşşağıda arabaların durduğu yerde çay dağıtıyordur.” düşüncesiyle tam dışarı çıkmak üzereydi ki, arkasından gelen;
“ Boş bardaklar buraya beyim!”
Sesiyle geriye döndü ve o yöne doğru yürüdü. Çay ocağının içinde bardak yıkayan beyaz ceketli bir adamı görünce;
“ Merhaba.”
Diye onu dostca selamlayarak gülümsedi;
“ Dışarıda çay dağıtan garsonunuzu arıyorum da!”
“ Gemi iskelede durduğu müddetçe dışarı çay servisi yapmayız beyim.”
“ Ama ben bu çayı dışarıda içtim!”
“ Afiyet olsun beyim.”
“ Bana getirende geminin garsonu idi.”
“ Şu an çay ocağında çalışan benden başka biri yok beyim.”
“ Ama nasıl olur...”
Ocakcı onun sözünü keserek;
“ İsterseniz size burada bir çay verebilirim beyim.”
Phillipp tam bunada karşı çıkmak üzereydi ki, içeriye Helen girdi ve neşeli bir sesle;
“ Bir çay da bana verirmisiniz, lütfen.”
Diyerek başlamak üzere olan bir tartışmayı önlemiş oldu;
“ Olur Bacım.”
Phillipp tezgahın üzerine doğru hafifce eğilerek kısık bir sesle;
” Bakın bu bardak hâlâ sıcak.”
“ Havanın sıcaklığındandır beyim. Dedim ya, çay servisinde ben şu an yalnızım.!”
“ Peki o kimdi?"
Şaşkınlık dolu gözlerle bu inatçı yolcuya bakan çaycı;
“ Kim? “
Sorusuyla elindeki bezi tam tezgahın üstüne bırakmış ve onun elindeki bardağı almak üzereydi ki;
“ Bana dışarıda çay servisi yapan garson!”
Cevabını alınca dayanamadı ve her iki elini tezgaha dayayarak gergin kollarının desteğinde öne doğru onun yüzüne yaklaştı. Kelimelerin üzerine tek-tek basarak kızgın bir tonla söylediği;
“ Ben-nereden-bileyim-bunu-beyim!”
Cümlesinin sonunda Phillipp ile çoktan burun-buruna gelmişlerdi. Tam Helen’in çayını doldurmak için ocağa dönmek üzereydi ki, Phillipp çevik bir hamle ile tezgahın üzerinden uzanarak onu omuzundan yakaladı ve kendine doğru çekti. Başıyla da, öbür elindeki çay bardağını göstererek;
“ Bakın ben bu çayı dışarıda içtim”
“ Afiyet olsun dedik ya, beyim.”
“ Bana bu çayı getiren de geminin garsonu idi.”
Cevabına daha da sinirlenen çaycı Phillipp’in omuzundaki elini tutup, çözerek;
“ Gemide şu an benden başka garson yok, dedik ya beyim!”
Diye sertçe aşşağıya doğru silkeleyerek bıraktı;
“ Çattık be!”
Homurtusuyla çay ocağına döndü. Helen olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Phillipp’i bu güne kadar hiç böyle öfkeli görmemişti. Onu bu derece kızdıran çok önemli bir şey olmalıydı, ama ne?
“ Buyrun bacım, çayınız hazır.”
Diyen çaycı, cam tabağında duran bardağı, tezgahın üstüne koydu. Phillipp’in elindeki yarı boş bardağa bakarak;
“ Sizede doldurayım mı, beyim?”
Sorusuna;
“ İstemez! Ben dışarıda içtim dedim ya!”
Terslemesiyle elindekileri gürültülü bir şekilde tezgaha koyunca, yaptığı hatayı anlayan Phillipp;
“ Özür dilerim.”
Dedi ve tabağı çaycıya doğru sürdü;
“ Banada lütfen.”
Helen çayını alıp, çoktan yanlarından ayrılmıştı;
“ Borcumuz ?”
“ Üç çay üç lira beyim”
5’liği tezgahın üstüne koyan Phillipp, kasadan bozuk para çıkarmaya çalışan çaycıya;
“ Üstü kalsın!”
Diyerek gülümsedi;
“ Afiyet olsun Beyim."
" Teşekkür ederim."
Helen’in yanına giderken içenden; “Acaba bu sarı kağıttaki yazıda Akçe’nin bir oyunu olabilirmi?’ diye düşünmekteydi ama, bunu Helen’e nasıl açıklayacağını bilemiyordu. Onun;
“ Neden kızdın bu Adama?”
Sorusunu fırsat bilerek;
“ Şaka ise bile, çok kötü bir şaka!”
Dedikten sonra elini ceketin yan cebine sokup sarı yuvarlak kağıdı dışarı çıkarttı ve ona vererek yanına oturdu. Helen yazıyı okuduktan sonra faltaşı gibi açılmış korkulu gözlerle bakarak;
“ Nerden buldun bunu?”
“ Çay bardağının altında idi.”
“ Belki reklamdır.”
“ Reklamın böylesi mi olur, Helen?”
“ Haklısın. Peki kim yazmış ki?”
“ Bende onu, sen içeriye girdiğinde çaycıya soruyordum.”
“ Evet?”
“ Vapur İskeledeyken dışarı servis yapmadıklarını söyledi. Oysa ben bu çayı dışarıda içmiştim ve bana getirende geminin garsonuydu!”
Phillipp’in bu cevabını tuhaf bulan Helen, bunu aldığı hapların yan tesiri olarak gördüğünden cevap vermedi. Susarak çaylarını içtiler. İçeriye giren yolcularla salon dolmaya başlarken, Helen çayını bitirmiş, kitabını almış ve okumaya başlamıştı bile. Phillipp; Hem Helen’in bu kaygısızlığna anlam veremiyor, hemde Akçe’nin kurguladığını sandığı tüm anlamsız olayların sebebini bulmaya çalışıyordu.
Birbirleri ile yüksek sesle şakalaşan iki kısa beyaz eteklikli er içeri girdi. Biri tezgahın üzerinde dağıtılmaya hazır tepsiden 2 çay alıp yanlarına şeker ve kaşık koyarken, diğeride; Yüzünü salona doğru çevirip, dirseklerini “Amerikan kovboy filimlerindeki gibi” geriden yüksek tezgaha dayadı, çapraz şekilde birbiri üstüne koyduğu bacaklarını öne doğru dik olarak uzattı ve salondaki yolcuları izlemeye başladı. Phillipp ile göz-göze geldiler. Onun verdiği kaçamak selamı almayınca, Phillipp’te başını başka yöne çevirip, geçiştirmek zorunda kaldı. Ama yinede göz ucuyla bu eri kolluyordu. Çaylarını alarak karşı boş koltuğa gelip oturan erlerden birinin onu gözetlemekte olduğunu hisseden Phillipp emin olmak için başını kaldırınca, şüphesinin yanlış olmadığını anladı. Bir müddet kararlı şekilde karşılıklı bakıştılar. Gerginlik gittikçe artmaya başlamıştı. Bunu farkeden diğer er, sinsice elini kınındaki kılıçına doğru götürmeye başlayınca Phillipp, kitabını okuyan Helen’i dürterek uyarmak istedi, ama. o anda salona giren ve;
“ AĞS-KEEER!”
Diye yüksek sesle bağıran komutan bunu önledi. Bu ellerinin tersini yumruk yapıp beline dayayarak eşikte duran kara sakallı adam, şimdi çevresini kızgın gözlerle taramaktaydı. Onun sesini duyan erler, ellerindeki çay bardaklarını götürüp büfeye koyduktan sonra büfe önünde yan-yana “Hazırol” durumuna geçerek;
“ Emret Komutanım!”
Diye ellerini baldırından ayırmadan topuk vurup, başlarını burnunun doğrultusunda yukarıya doğru diktiler. İşin tuhafı; Phillipp’den başka kimsenin salonda geçen tüm bu olayları farketmemiş olmasıydı. Askerlere aldırmadan önlerinden geçip salonda doğru yavaş adımlarla yürüyen komutan, Phillipp dahil tüm yolcuları şüpheli bakışlarla tek-tek süzdükten sonra döndü, erlerin önüne kadar geldi ve yüzlerine iyice yaklaşarak;
“ Dizilin!”
Emiyle ansızın yerinde çark edip kapıya doğru döndü. Erler hızla arkasında tek sıra halinde dizildiler ve komutanın;
“ Yerin-deeee say!”
Emriyle kurulmuş kuklalar gibi; Kollarından birini öne, diğerini arkaya doğru omuz yüksekliğine dek kaldırdırarak, dizlerini göbek seviyesine çektiler ve yerlerinde saymaya başladılar;
“ Bir-kiii, bir-kii!"
“ Ağs-keeer!”
Emriyle her iki gergin kolunu baldırlarına yapıştıran komutan, bir bacağını öne doğru çakı gibi dizini kırmadan yere paralel bir şekilde yukarı kaldırdı;
“ İ-leri...”
Çığlığıyla bu ayağını yere vurarak;
“ Marş-marş!”
Atılımıyla öne fırladı. Böylece bu üç kişilik küçük ordu: Burunları yukarı dik şekilde, rap-rap ördek adımlarıyla zemini döverek salonu terk ettiler. O anda gemi isli bir düdük çalarak iskeleden ayrılmış, Çanakkale’ye doğru yol almaktaydı;
“ Gördün mü?”
Helen Başını okuduğu kitaptan yukarı kaldırarak;
“ Neyi?”
“ Komutanı.”
“ Hangi Komutan?”
Demekki görmemişti. Salondaki diğer yolcularınında olanlardan habersiz kendi işleriyle meşgul olduklarını hatırlayınca, sustu ve Helen’in acımalı bakışları altında ezilerek başını öne eğidi; “Delirdiğimi sanıyordur herhalde?” düşüncesiyle dirseklerini dizlerinin üzerine koydu ve avuçlarının içine yanaklarını yerleştirerek içinden; “Haklıda aslında!” diye iç çekti. Ensesine değen Hellen’in sıcacık eli onu bu anlamsız düşüncelerden uzaklaştırıverdi;
“ Phillipp sana nasıl yardımcı olabilirim?”
“ Yo-yok bir şey!”
Helen bu elini arkasından beline dolayarak onu usulca kendine doğru yukarıya çekti ve göğsüne dayadı.Öbür eliylede, başındaki sert ve kıvırcık saçlarını tarar gibi parmakları arasında kaydırıp okşayarak üşünceli bir sesle;
“ Vapura bindiğimizden beri sen yine tuhaflaştın!”
“ Ne gibi?”
“ Bilmem?”
Onca yıldır kocasını iyi tanırdı. Beklemesi gerektiğini biliyordu. İşi zamana bırakmak en iyisiydi. Bu
ara; “ Acaba tüm olanları ona anlatsam m?’” diye düşünen Phillipp tüm cesaretini toplayarak;
“ Erler...”
Diye başını yukarı kadırarak söze başladı;
” Hangi erler Phillipp?”
Bu soruyu duymamazlıktan gelerek;
“ Şu karşıdaki koltukta oturuyorlardı...”
“Kimler?”
Şaşıran Helen elini onun belinden çözerek yerinde doğruldu ve endişeli bir şekilde ona baktı. Phillipp ise öne doğru eğierek;
“ İki kişiydiler...”
Aldığı tuhaf cevaplara şaşıran Helen ne yapacağını bilemiyordu. Onu teskin etmek için yerinden kalkıp önünde bir dizi üstüne çökerek, onun her iki koşonu tutu ve gülümseyerek;
“ Phillipp?”
Diye sevgi dolu gözlerle baktı. Ama onun bu içe dönük gözleri; Kaçıp-uçan kelimeleri yakalarcasına anlatı süresince durmadan boşlukta hareket halindeydiler;
“ Tam ben seni uyaracaktım ki...”
“ Düş görüyorsun sen yine!”
Sözleriyle onun kollarını daha sıkıca tuttu. Phillipp ise bu teskin edici uyarıya aldırmayarak boşlukta birisiyle konuşurcasına dalgın bir şekilde anlatımına devam etti;
“ Sonra içeriye komutan girdi...”
Helen onun yeni bir bunalım geçirmek üzere olduğundan korkarak;
“ N’olur kendine gel!"
Ricasıyla onu kolarından sarsarak kendine gelmesini sağlamak istedi. Ama o;
“ Komutanı gören erler ayağa kalkıp...”
Diye sözüne devam edince pes eden Helen sarsmayı bıraktı, ayağa kalktı, ses tonunu yumuşattı, çaresiz ve yorgun bir şekilde;
“ Karşımızdaki bu koltuk hep boş idi Phillipp.”
Diyerek onun yanına oturdu;
“ Eğer şu koltukta birileri otursaydı onları bende görürdüm.”
“ İnanmıyacağını biliyordum.”
Diyen ve oturduğu yerde doğrularak, kollarını ensesi arkasında kavuşturup, sırtını koltuğa dayayan Phillipp, çatılmış kaşlarıyla bakışlarını kırgın bir şekilde tavana dikti;
” Görmediysen beni suçlama.”
“ Seni suçayan falan yok Phillipp. Ben yalnızca sana yardım etmek istiyorum.”
O tam; “İnanmıyorsan gel dışarı çıkıp birlikte arayalım onları...” diyerek başını ona doğru çevirecekti ki, bu fikrini saçma bularak caydı ve sustu;.
“ Gel istersen, dışarı çıkıp birlikte arayalım şu erleri. ”
Diyen Helen’in sevecen sesini duyunca, ona karşı olan şüphesi daha da arttı; “Acaba acıdığından mı bana böyle davranıyor?” diye düşünerek onu incelerken, Helen koltuk üzerinde açık bir şekilde bıraktığı kitabını çoktan almış ve yanda duran sırt çantasınına koymuştu bile. Ayağa kalkarak geriye kuyruk yaptığı uzun saçlarını bir el darbesiyle düzelttip, dibindeki lastik halkayı iyice sıktıktan sonra
“ Haydi kalk!”
Emriyle Phillipp’i bir kolundan tutup-çekerek ayağa kaldırdı ve birlikte el-ele dışarı çıktılar.
Ön ve arka güvertede aradıklarını bulamayınca merdivenleri inerek arabaların durduğu yerin yanındaki boşluğa kadar geldiler. Burada da; Yüklerinin üzerine oturmuş yorgun köylülerden ve sohbet eden şöförlerden başka hiç kimseyi göremeyince, Helen arabaların sıkışık bir şekilde park ettiği vapurun ortasındaki alana doğru başını uzattı;
“ Gel birde buraya bakalım?”
Diyerek Phillipp’i oraya çekti ve böylece arabaların arasına girmiş oldular. Bir müddet yürüdükten sonra Helen, arabalı vapurun makina bölümünden gelen motor sesini bastırırcasına;
“ Bak, burada da hiç kimse yok?”
Diye bağırarak Phillipp’i teskin etmeye çalıştı. Herhalde bu söz biraz yüksek sesle çıkmıştı ağzından.
Arkasından gelen ve;
“ Birini mi arıyordunuz, bacım?”
Sorusunu duyunca, o yöne doğru dönerek;
“ Yok sadece geziyorduk.”
Diyebildi;
“ Burada gezmek yasak ve sakıncalıdır!”
Bu “yasak!” uyarısını duyan Phillipp sese doğru dönünce, sesin sahibini gördü ve irkilerek iki adım geriye sıçradı;
” O!”
Uyarmasıyla hızla Helen’i kolundan tutarak kendine doğru çekti;
“ O kim?”
Phillipp, titreyen işaret parmağıyla kısa beyaz eteklikliği ve siyah gür sakallı ile karşılarında duran komutanı göstererek;
“ O, o!”
Diyebildi;
“ Beni birine benzettiniz galiba?”
Tam komutan elini yavaşça, uzun gömleğinin altında kabarık bir şekilde duran kılıcına doğru götürmek üzereydi ki, Phillipp Helen’i çekerek kaçmak istedi. Çevik bir sıçrayışla Phillipp’i omuzundan yakalayan komutan;
“ Dur!"
Emrini verdi;
“ Biletiniz?”
Çekişme tam kavgaya dönüşmek üzereydi ki, arkadan yetişen Hellen;
“ Bekleyin lütfen, biletler bende!”
Cevabıyla her ikisinin arasına girerek onları ayırdı ve pantolonunun arka cerbinden çıkardığı biletleri komutana uzattı. Uzun gömleğini kaldırıp orda asılı duran kontrol zımbasını alan siyah sakallı adam, biletleri delip Helen’e geri verdikten sonra, Phillipp’e;
“ Vasıtaların arasından da çıkınız, lütfen.”
Diye ters bir bakış fırlatarak çekip-gitti;
“ Gördünmü?”
“ Neyi?”
“ Komutanı!”
“ Phillipp, geminin bilet kontrolörü idi o.”
“ Giyimi normalmıydı sence?”
“ Ne varmış ki giyiminde?”
Demekki Helen onun sormak istediğini görmüyordu; “Eteği” diyecekti, vazgeçti. Helen ise;
“ Bu sıcak havada, ceket yerine uzun beyaz gömlek giymesi normal değilmi sence?”
Dedi ve onun vereceği cevabı beklemeden devam etti;
“ Altındaki kısa beyaz pantolonunu da yadırgamıyorum.”
Diyerek sözünü bitirdi. Komutanın ayağındaki el işi kösele ayakkabıları hatırlayan Phillipp;
“ Ya sandaletleri?”
Diye çekinerek sordu;
“ Arkası açık şıpıtık terliklerindenmi bahsediyorsun? Çok hoş şeyler.”
Cevabına şaşıran Phillipp; “Kılıcı?’” diyecekti, cayarak sustu;
“ Sen yorgun görünüyorsun Phillipp. Gel yukarı çıkalımda, dinlen biraz.”
Arabaların arasından çıktılar. Helen yol boyunca; Otobüste başlayan, Gelibolu’da devam eden ve Eceabat’da şiddetini artıran onun bu tuhaf davranışları, şimdi doruğuna varınca, endişesi dahada artı. Bunu yeni bir krizin başlangıcı olarak gördüysede Çanakkale’ye kadar beklemek zorunda olduğunu bildiğinden biraz daha sabretmeye karar verdi. Phillipp ise başına gelen olayların Akçe’nin bir oyunu olduğunğ şimdi kesinlikle biliyordu ama yaşadığı tüm tuhaf olaylardan dolayı yorgun düştüğü için direnerek Helen’e karşı çıkmadı. Her ikiside yolun devamında konuşmadılar. Yolcu salonuna geri döndükten sonra, Helen yine kitabını alıp okumaya başlayınca
“ Ben biraz dışarıya çıkıp temiz hava alacağım.”
Diyerek yorgun adımlarla yalpalayarak uzaklaşan Phillipp’in ardından sevgi dolu gözlerle bakan Helen; “Ah, onu bu derece rahatsız eden kafasındaki şeyi bir bilebilsem!” diye düşünerek iç çekti, kısa bir süre arkasından baktıktan sonra bakışlarını kitabına çevirerek okumasına devam etti.
Phillipp ön güvertede esen rüzgarın sigarasını yakamasını zorlaştıracağını bildiğinden, arka güverteye doğru yürüdü. Orada erlerin yüksek sesle konuşanrak birb irleriyle şakalaştığını uzaktan duyunca da geri dönmek istedi. Sonrada;”Neden?”diye düşündü; ”Onlardan korkmam için bir sebep mi var? Nasılsa hepsi düş!” yargısıyla kararlı adımlarla öne doğru ilerledi ve köşeyi döndü. Konuşmayı kesen kısa beyaz eteklikli erler ilgiyle onu izlemeye başladılar. Bu sessizlikden daha da kuşkulanan Phillipp tam onların yanına kadar gelmişti ki, ceketinin iç cebinden bağıran çocuk sesi;
” Ne bakıyorsunuz ulan! Sinamamı var?”
Diye kafa tutunca, Phillipp elini hızla bu cebe sokup;
“ Şşşşt!”
Uyarısıyla bu sesi susturmak istedi. Duydukları sesten ve Phillipp’in hareketinden kuşkulanan erler,
ellerini hemen kılıçlarına doğru götürdüler. O ise irkilerek geriye dönüp kaçmak istedi. Erlerin keskin kılıçlarını çekip ona saldırmak üzere olduklarını görüncede durdu. Gittikçe yaklaşmaktaydılar. Phillipp ilkin öbür elini usulca öne uzatarak “Dur” işareti yaptı, durdular. Sonrada cebindeki diğer elini de; Parmakları açık bir şekilde yavaşça dışarı çıkarıp, havaya kaldırdırarak boş olduğunu korkulu bir gülümsemeyle onlara gösterdi. Tuhaf değilmi? Aynı anda öbür elide, aynı şekilde ve aynı yüksekliğe havaya kalkmıştı. Yavaşça küçük adımlarla gerileyerek, çevik bir sıçrayışla yerinde çark edip kaçmak isteyen Phillipp, gerisinde duran Helen’e çarptı;
“Phillipp?”
Şaşkın gözlerle ona bakan Phillipp, usulca başını arkasına çevirdiğinde, tüm kısa beyaz eteklikli gölgelerin kaybolmuş olduğunu gördü;
“ Neyin var senin?
Sorusuyla onun yukarıda duran iki elini kaş ve göz işaretleriyle gösteren Helen,
“ Bu tuhaflığının anlamı ne?”
“ Spor yapıyordum!”
Cevabıyla kollarını öne ve göğüs seviyesine indiren ve;
“ Bir-iki, bir-iki...”
Diye yerinde sayarak zıplamaya başlayan Phillipp; Bu hareketleri kollarını yana ve yukarı doğru açıp, ellerini bacak yanlarına ve başının üstüne çarparak, ayaklarını açıp-kapayarak nefes-nefese tekrarladı. Böylece Helen’i “İdman” yalanına inandırmak istiyordu. Biraz önce dışarı çıkarken yorgun bir şekilde yalpaladığını gören Helen, okumayı bırakıp ardından dışarı çıkmıştı. Onun şimdi güvertede tüm yorgunluğuna rağmen idman yapmasına şaşırmıştı. Önünde her iki dizini kırıp yere çöküp doğrularak çırpınan adamına acıyarak;
“ Gel içeri girelim lütfen. Vapur nerdeyse rıhtıma yanaşacak.”
Bu ricaya karşı koymadan onun uzatığı elini tuttu, çömeldiği yerden ayağa zorlukla kalktı ve konuşmadan el-ele içeri girdiler. Helen hırkasını ve kitabını sırt çantasına koydu, bağcıkları sıkıca bağlayarak kapattı. Phillipp’in yardımı ile çantasını kaldırıp kendi sırtına yerleştirdi. Phillipp ise hep, kendi çantasını kimsenin yardımı olmadan kendi giymek isterdi. Bunu iyi bilen Helen, el valizini alarak diğer yolcular gibi kapıya doğru yürüdü. Yerde duran sırt çantasını koltuğun üzerine kaldıraran Phillipp sırtına geçirmek için yere çömeldi. O şimdi; Çantanın askısına bir kolunu geçirerek ayağa kalkacak ve bir çırpıda yanda sallanan “Koltuk Altı Kayışını” diğer eliyle yakalayıp, bu askının içine kolunu geçirerek, çantayı sırtına savuracaktı. Ne yazık ki o anda yanda duran ve çantayı sıkıca tutan kısa boylu Antik giyimli eri farketmemişti. Koltuğun arkasındaki oturma yerinin üstüne çıkmış sıska-uzun boylusu ise; Oradan uzattığı uzun kollarıyla çantayı açmış ve içinde birşeyler aramaktaydı. Phillipp yukarı kalkarak çantayı savurup sırtına vuracağı yerde, kendisi havada yarım çember takla atıp, yere yuvarlandı. Ne olduğunu anlamak için geriye döndüğünde de; Sırt çantanın ağzı açık bir şekilde çevreye saçılmış eşyaların ortasında durduğunu ve kısa beyaz eteklikli erin ise eşyaları yerden toplayıp çantanın içine koyduğunu gördü. Buna kızan ve tam öfkeyle ayağa kalkmaya hazırlanan Phillipp’in yanına gelen uzun boylu er dostça ona elini uzattı. Anladığı kadarıyla onun yerden kalmasına yardım etmek istiyordu. Ne olduysa o an oldu. Phillipp “Barış İşareti”olarak uzatılmış bu eli tutup, ayağa kalkacağına, kedine çekti ve havada fırıldak gibi birkaç kere döndürüp başının üstünden çay ocağının önüne doğru fırlatıverdi. Sırt çantası ilkin öndeki koltuğun köşesine çarptı ve sonrada ocağının önündeki boş alana yuvarlanarak durdu. Salonu terketmek üzere olan yolcular bu gürültüyü duyarak geri döndüler. Kalabalığın arasında, ellerini ovuşturup kıs-kıs gülen iki erde vardı. Biri sinsice ona doğru geldi ve eğilerek, Elini yeniden yardım etmek için ona uzattınca;
“ İstemez!”
Diyen Phillipp yerinde duğruldu ve;
“ Ben kendim kalkarım!”
Terslemesiyle bu eli red etti. Çaycı kızarak Elini geri çekti ve;
” Adama iyilik de yaramıyor, birader!”
Homurtusuyla çay ocağına geri döndü. Phillip her ne kadar yerden kalkmaya çabalasada başaramadı. Olayı gören kalabalık arasındaki bir genç ise koşarak dışarı çıktı. Terasın önündeki kolluğa dirseklerini dayanmış denizi seyreden Helen’in yanına kadar geldi, omuzuna dokunarak;
“ Madam!”
Dedi ve onu sırt çantasından tutup salonun penceresinin önüne kadar getirerek içerideki bir şeyi gösterdi. Oraya bakan Helen, yerde sürünen Phillipp’i görünce koşarak içeri girdi. O anda 4-5 yaşlarında bir çocuk Phillipp’in burnun ucuna kadar yaklaşmış, ona bakmaktaydı;
“ Gel oğlum! Sara’sı vardır, sanada bulaşır.”
Bu hastalığının bulaşıcı olmadığını bilmeyen cahil baba oğlunu kolundan çektip uzaklaştırırken, Helen de yanına gelip çömelmişti;
“Ne oldu sana böyle?”
“ Hiiiç, düştüm işte!”
” Ayağa kalk, lütfen!"
Diyerek onu arkasından gelen genç ile birlikte kollarından tutup yerden kaldırdılar. Phillipp; Hiçbir şey olmamış gibi, pantolonunu silkeledi. O ara çay ocağının önüne yayılmış olan eşyaları toplayıp sırt çantasının içine koyan genç yanlarına geldi ve çantayı Hellen’le birlikte kaldırarak Phillip’in sırtına geçirdiler. Phillipp gence teşekkür etmek için geri döndüğünde şaşkınlıktam dona kaldı. Geri dönmeden;
“ O!”
Diyebildi. Geriye dönüncede korkmuş olduğu yüzündeki ifadeden belli oluyordu;
" Yine başlama Phillipp! O kim?"
" O, o işte!"
" Kim Phillipp?"
Sır verir gibi, bir elinin tersini dik bir şekilde yanağının yanında tutarak Helen’in kulağına yaklaşan Phillipp kısık bir sesle;
" Dışarıda bana çay getiren garson."
Diye fısıldadı. Geriye dönüncede, gencin yerinde yine yeller estiğini fark etti. O sırada tezgahın arkasında duran çaycı hâlâ ona ters-ters bakmaktaydı. Phillip çay ocağına doğru küçük adımlarla yavaşça yaklaştı, aynı perişan, saf ve yorgun yüz ifadesi ile;
" Garsonunuz!"
Diyerek ona çıkış kapısını gösterdi;
" La Havle!"
Çeken çaycı başını iki yana sallayarak sırtını döndü ve çay ocağının içinde girerek kayboldu;
" Bu kadarı da fazla Phillipp!”
" Doğru söylüyorum Helen!”
" Tamam Phillipp, tamam!"
“ İnanki oydu!
Savunmasıyla onun yanına gelen Phillipp’e cevap vermeden kolundan tuttu ve dışarıya çekti. Böylece birlikte dışarı çıktılar.

Paylaş:
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
(10) vapurda Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz (10) vapurda yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
(10) VAPURDA yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL