0
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
128
Okunma
Eski bir inanışa göre iki ruh yaşarmış insanda. Biri gezentiymiş bunların. İnsan uykuya dalınca özgür bir şekilde aklın bile alamayacağı çok çok uzaklara gider, insan aklının alamayacağı çok çok garip şeyler yaşarmış. Gezerken görüp duyduklarını da uyanık olan beyne anlatırmış. Buna RÜYA derlermiş. Beyin denilen şey bunu anlasa anlamasa da…
Diğeri durağanmış. Gezmeyi tozmayı pek sevmez. Yani ruh denilen ötekisi; o ki ne uyurken ne de uyanıkken bedeni terk edip asla bir yere gitmezmiş. Giderse bir gider pir gidermiş ki, bir daha asla geri dönmezmiş. Buna da ÖLÜM derlermiş…
İşe gitmişim. İşteymişim. İş, ne iş? Bunca zamandan sonra ve bu geçkin yaşta! Ama bir rüya bu. Gerçekte olamayacak her şey rüyada olabilir. Gerçekte yaşanması mümkün olmayan her şey rüyada yaşanabilir…
Öte beride bazı kişiler, yakınımda ise Recep var. Recep Gürcan… Ne alaka! Ama mesele öyle değil, çünkü bu bir rüya…
Bakıyorum kıç cebim boş, cüzdanım yok. Cüzdanda para yok ama banka kartları, sürücü belgesi, kimlik ve bir de fabrika kartı var. Geldiğinde elektronik okuyucuya gösterip giriyorsun, işe geldiğin belli olsun. Mesai bitimi de fabrikadan çıkıp gittiğin belli olsun. Yoksa o günkü yevmiyen hesabına yazılmaz.
Cüzdan yoksa kart yok, kart yoksa işe girişin yok. Hay aksi! Ben bu cüzdanı nerede kaybettim? Akşamdan sabaha bu eksikliği nasıl fark etmedim! Gidip aramak lazım. Cüzdan değilse bile içindekiler lazım. Arayıp bulmak lazım…
Yürüyüp gidiyorum. Yani gidiyoruz. Çünkü yanımda Recep’te var, birlikteyiz. Nereye gitmem lazım? Tabii ki önce eve. Çünkü buraya evden çıkıp gelmişim.
Ama evde değil de koca bir apartmanın önünde buluyorum kendimi. Buluyoruz, çünkü Recep’te benimle.
Dokuzuncu kata çıkmalıymışız. Çünkü Recep arkadaşın konutu o kattaymış. Ne alaka! Cebimde olmayan cüzdanın orada ne işi var?
Merdivenleri döne döne tırmanıyoruz. Oysa asansör var ama ona binmiyoruz. Neden? Onu bilmiyorum.
Konut, yani daire denilen yer bomboş. Yer çıplak, tavan çıplak, duvarlar çıplak; içinde tek bir eşya yok. Bina yeni olsa gerek. Recepgiller henüz taşınmamış olmalı. Ama işçilik çok güzel. Duvarlar farklı bir şekil, tavan asma, taban bilmediğim bir malzeme ile kaplı. Renkler gökkuşağı gibi.
Eğilip kaplama malzemeyi az kaldırıyorum, altında parke var. Kapılar bildiğimden farklı ama güzel. Mutfak dolapları, tezgâhı falan güzel, beğeniyorum. Ama camları beğenmiyorum. Çerçevesiz ve kocaman, hem de tek parça. Ötesi uçsuz bucaksız gökyüzü. Yakınına yaklaşamıyorum, çünkü yükseklik fobim varmış. Müthiş korkuyorum. Değil bacaklarım, içim titriyor. Yanına yaklaşıp aşağıdaki yeri göremediğim için uzaktan görünen tek gökyüzü. Tek renk gökyüzü sıkıcı, mavi olsa bile insanın içini karartıyor. O zaman aklıma geliyor; hani o uçaklar. Hani havadayken uçağı otomatik pilota bağlayıp uyuyor olanlar. O pilotlar. İçimden onlara hak veriyorum. Normaldir diyorum. Böyle uzayda sonsuz bir ortam insana çöker soyut bir ağırlık gibi. Yorulmuş gözlerine gözkapakları düşer, istese istemese de insanın uykusu gelir. Ben olsam ben bile uyurum. Uykudur bu, yarı ölüm hali. Pek bilmiyorum ama uyuyabilirim yani… Olabilir.
Dönüşte asansöre gene binmiyoruz. Yani binmiyorum. Çünkü yanımda Recep yok. Ne oldu ona, nereye kayboldu ki! Lan Recep! Sakın Dinozorlar çağındaki uçan dev dinozor gibi kendisine kanat takıp dokuzuncu kattan uçup gitmiş olmasın! Olur mu olur, çünkü bir rüyadır bu. Rüyada her şey olur. Neyse boş ver, zaten kaybolan cüzdanım orada yok.
Yoktur tabii, benim olan cüzdanın Recep’in dokuzuncu katında ne işi olur. Onuncu kata çıkmıyor, merdivenleri tek tek inip kendime kendi evimi hedefliyorum…
Benim evim bir apartman dairesi değildir. Öyle bir yer sıkar beni. Altında başka birileri, üstünde başka birileri, ayağını eşikten atsan merdivende başka birileri; ev değil asker kışlası sanki. Öyle bir yerde nefes alamaz boğulurum. İşte o zaman işi gücü bırakıp parasız pulsuz şehri bırakıp terki diyar ederim. Yeminle. Sonra beni çöl bir yerde Mecnun bir halde bulabilirler. Dağ başı bir mağaranın ağzında üstüm başım lime lime bir ateşin başında bulabilirler. Belki de ölmüşümdür açlıktan; etimi kurtlar, kemiklerimi de kartallar yemişse hiç bulamazlar. Öyle olmasın diye bahçe içinde müstakil bir ev yapmışım kendime. Tek katlı. Nerede olursa olsun insan denilenin ayağı yere basmalı. Apartman veya gökdelen denilen şey de ne?
Ama o da Recep’inki gibi inşaat halinde sanki. Yani evim. Aslında öyle bir şey yoktu, sabah işe giderken.
Bakıyorum, çalışanlar var. Ellerinde malalar, aldıkları harcı savurup duvara yapıştırıyor sonra düzlüyorlar. Dış sıvaya geçilmiş. Buna seviniyorum nedense. Nedense, çünkü hiç alakası yok. Benim evim Otuz Beş senelik. Her şey seneler önce olmuş bitmiş. Dün başlanmış bugün yapılıyor değil ki! Ama rüya işte, ona akıl ermez…
Çalışanların yanından geçip içeriye giriyorum. Kendilerine “Kolay gelsin” bile demiyorum. Çok ayıp, bana yakışmıyor ama öyle…
Bizim ev de aynısı olmasa bile Recep’in evi gibi. Ona benziyor. Tavan çıplak, taban çıplak, duvarlar çıplak. Odalarda dolap yok, masa sandalye yok, koltuk kanepe yok, yatak yorgan yok. Boş. Evde kimse de yok sanki. Çocuklar zaten yok ama görünürde karım da yok. Duvardaki rafa, çekmeceli dolaba, yatak başındaki sehpaya baksam; hani yok olan cüzdanı arıyorum ya, bulabilir miyim, onlar da yok. Yok. Hay aksi!
O ara annemi görüyorum öteki boş odada. Eğilip kalkarak hizmetleniyor, her ne yapıyorsa. Camları siliyor, yerleri süpürüyor, öyle bir şey mi acaba! Onu görünce seviniyorum nedense. Sesleniyorum; “Ana benim cüzdanım yok, gördün mü acaba bir yerlerde?”
“Gördüm.” diyor. Hayret bir şey, şaşılası.
“Gördün mü, nerede?”
“Arabada… Sana söyleyecektim ama unutmuşum.”
Aslında annem, yıllar önce ölmüş, dönüşü olmayan o yere gitmişti. İstese istemese de mecburen. Hani o ruhlardan birisi, giderse bir gider pir gider ki bir daha asla geri dönmezdi! Ama o dönüp gelmiş. Annem. Gelmiş. Hem de yüzü gözü, eli kolu, üstü başı ve her şeyi ile gitmezden öncesinin aynısı gibi. Hem de sesi var, konuşuyor. Hem de duyuyor. Sanki hiç ölmemişmiş gibi…
Bir yol tutmuş gidiyoruz. Gidiyoruz, çünkü bu sefer yanımda oğlum Sonan var. Sanırım işyerim olan fabrikaya gidiyoruz. Hem de yürüyerek. Oysa fabrika, şehre oldukça uzak bir yerdeydi. Yirmi kilometre kadar. Oraya dolu dolu tam Yirmi Beş sene gidip gelmiştim ama yürüyerek yaya değil servis otobüsüyle…
Emekli olalı yirmi seneyi geçmişti ama gene işe gidiyorum ki, bu şaşılası! Ama sakın ha şaşılmasın, çünkü bu gerçek değil topu topu uyurken görülen bir rüya. Akıl karışıklığına kesinlikle yer yok...
Oğul Sonan, Dokuz-On yaşlarında. Sırtında okul çantası var. Henüz ilk veya ortaokul çağında. Tabii normal olarak. Oysa şimdi o, Otuz Beş yaşında olmalı. Öyle zaten. Yakın geçenlerde evlendi, sonra da Mısır’a gitti balayına. Kızıl Deniz kıyısına. Kızıl deniz nerede? Ekvator çizgisinin güneyinde bir yerde. “Burası çok sıcak baba, gündüzleri kapı dışına çıkılmıyor. Sokaklar bomboş. İnsanlar, yaşasın geceler diyor.” Adı da Sonan değil İlkan’dı onun. Öyle işte, rüyada her şey olur…
Bakıyorum, cüzdan bir yana da benim sigaram yok. Onsuz olmaz. Lanet olsun ama olmaz, asla. Almam lazım. Ama nasıl? Nereden? Sağ cebimde para yok. Derken aklıma geliyor, kıç cebimde olmayan cüzdan…
Kıç cebimde cüzdan gene yok. Oysa onu aramaya çıkmıştım. Hem yerini de bulmuştum. Arabanın koltuğuna düşmüş. Yıllar önce ölmüş, sonra dirilip geri gelmiş annem öyle demişti.
“Oğlucum koş git, hemen. Şu cüzdanı al. Hem bugünkü yevmiyem ödenmeyecek hem de sigara… Ben seni burada beklerim.”
Oğul Onan, sırtındaki okul çantasını çıkarıp yere salıyor, sonra koşup uzuyor. Araba nerede onu da bilmiyorum. Her neredeyse bulmuş, çabuk geliyor. Elinde bir şey var. Tuhaf bir şey ama cüzdan değil. Oysa cüzdan denen şeyin içi göz göz olması, onlarda da dize dize kartlar bulunması lazım. Elindeki öyle bir şeye benziyor ama değil, içi dışı boş. Kart filan yok.
“Bu ne çocuk, cüzdanı almadın mı? -Bu işte baba! “Öf be çocuk öf! Sana cüzdanı al dedik, bu neyim şey ne ki? Nerede şu araba? Eliyle işaret ediyor. İşaret ettiği yer ne alaka! Arabamın ta o kadar uzakta işi ne?
Sokakta park edecek yer mi yoktu acaba! Yoksa akşam gene çok içtim de evin yolunu mu bulamadım? Öyle olsa bile aradığı yeri arabayla bulamayan bir yürüyerek de bulamaz. Ama neyse…
Araba ta nerede! Ta Cam Kent’in orada bir yerde. Ta anasının örekesinde! Hem de camları açık, kapılar kilitsiz, anahtar da kontak üzerinde…
Hem de şoför koltuğunda birisi var. Bacaklarını yayıp pedalların oraya uzatmış, sırtını yatırdığı koltuğa yaslamış. Başı yana düşmüş, gözleri kapalı. Lan uyuyor. Hem de ölü gibi.
“Oğlum kim bu kadın?”
-Sen bilmiyorsan ben nereden bileyim baba!
“Cüzdanım kıçının altında mı acaba?”
-Ben nereden bileyim baba!
“Annen de yoktu evde, nereye gitmiş olabilir ki?”
-Annem saçını başını yoldu baba!
“Saçını başını mı?”
-Annem çok ağladı.
“Ağladı mı?”
-Ağladı.
“Ama neden?”
-İşte bu kadın yüzünden…
Bu kadın yüzünden… Bu kadın! Ama benim bir suçum günahım yok ki! Yok. Olmaması lazım.
Var mı acaba! Çok içince film mi koptu? Bu kadını ben mi attım arabaya da hatırlamıyorum. O da sarhoş. Sarhoş. Kör kütük. Öyle olmasa bu saate kadar uyur mu ölü gibi?
Ben bulmuşum ama araba evi bulamamış. Bulamamış. Saçını başını yolmuş. Bana elli yıl eş olmuş bir kadın. Eşten öte ana olmuş. Çok ağlamış. Onun gözünün nuru. Pınarının berrak suyu. Sonra evi terk edip gitmiş…
Sakın ki bir delilik yapmasın! Deli değildir ben gibi ama sakın ki endini yüksekten derin bir uçuruma atmasın! Sen git okuluna çocuğum, koca adam oldun. Ben annenin peşinden gitmeliyim…
Yürüyüp gitmek istiyorum ama yürüyemiyorum. Bacaklarım takatsiz. Hem ayakkabımın birisi yok. O da kaybolmuş cüzdan gibi. Seslenmek istiyorum ama sesim çıkmıyor, sanki ciğerlerim havasız. Üzerimde karabasanlar. Yorgan ağır. Elim kolum mecalsiz…
Sonra uyanıyorum ve rüya bitiyor...
Uyandığımda saat dokuzdu. Akşam yat dokuz, sabah kalk dokuz; çok. Uyku için On İki saat çok uzun. İnsan bu kadar çok uyursa değil bir, iki, üç rüya görür. Rüyalar kimi güzel olur güllük gülistanlık. Çayır çimen çiçek, şarkı türkü dans müzik. Kimi de kâbus dolu olur. Derin bir suya düşersin mesela. Nefes alamayıp ölmek üzeresin ama ölmezsin. Çünkü uyanırsın hemen ve rüya biter. Bir düşman silah doğrultur sana, tetiğe basar. Patlama sesi olmaz ama vurulmuş gibisindir. Ama ne yaralanmış ne de ölmüşsündür. Kan da yoktur. Çünkü o anda hemen uyanırsın ve rüya biter…
“Kısa kes!” dedi sanki bir ses, “Bu kadar yeter!” Öyle gibi geldi kulağıma. Evet, haklıdır. Rüya ve ölüm. “Sen bilim insanı mısın?” Ki bilim denilen şey, rüya denilen şeyi bilimsel olarak tarif bile edememiş. Gücü varsa, yetiyorsa şu ölüm denilen çaresizliğin bir çaresine baksın. Belki bir gün, öyle mi diyelim. Olur mu olur, neden olmasın? Dedik gitti…
Herkese iyi uykular. Ve de tatlı rüyalar. Ölmek yok ama, sakın ha! Yaşasın gezenti ruhlar, kahrolsun hiçbir şey yapmadan ölümü bekler olanlar!
Ekim/2025 Koruköy-Kırklareli