0
Yorum
7
Beğeni
5,0
Puan
197
Okunma

Güneş, Gümüş Dere Köyü’nün üzerine, ılık ballar döküyormuş gibiydi o sabah. Çiğ taneleri, çayırlardaki otların ucunda, minik kristal kürelere dönüşmüş; her biri gün ışığını yakalayıp göz kırpıyordu. Rüzgar, taze ekin kokularını ve uzaktaki dağ kekiklerinin keskin aromasını getiriyor ,ahırın önünde oynaşan yavru hayvanların tüylerini dalgalandırıyordu.
İşte o yavrulardan biri, ahırın gölgeli kapısından dışarı fırladı. Sıpa! Annesi Nazlı Hanım’ın arkasından seke seke geliyor, henüz pek emin olmayan bacaklarıyla çimenlerde tökezliyordu. Ama onu diğerlerinden ayıran bir şey vardı: Kocaman, kocaman kulakları! Tüylü, yumuşacık, hareket ettikçe seğiren, neredeyse kendi boyutundaki o devasa kulaklar. Köydeki herkes, bu sevimli yavruya bu yüzden "Eşek Sıpası" demeyi seçmişti. Asıl ismi bile unutulmuştu. Kimi gülümser, kimi "Ay ne kadar komik!" der, kimi de "Vay canına, bunlarla rüzgarı bile yakalayabilir herhalde!" diye şakalaşırdı.
Sıpa, bu sözlerin anlamını tam kavrayamıyordu. Ama kulaklarının çok büyük olduğunu biliyordu. Diğer yavrular koşarken, onunkiler başının iki yanında yelken gibi şişer; su içerken, önce suya onlar değerdi. Bazen kendi kulağına takılıp düşerdi! Bu durum, minik kalbinde bir sıkıntı yaratıyordu. "Neden benim kulaklarım herkesten büyük?" diye düşündü, annesinin sıcak yanı başında durup, karıncaların bir yaprak parçasını taşıyışını izlerken. "Acaba... kusurlu muyum?" diye düşünürdü.
Bu soru, küçük kafasında bir çakıl taşı gibi takılı kaldı. Ve o gün, merakının peşine takılıp, köyde bir keşfe çıkmaya karar verdi. Belki birisi ona bu kulakların sırrını açıklayabilirdi!
İlk durağı, çitin dibinde güneşlenen Tonton Teyze Kedi oldu. Tonton Teyze, köyün en bilge (ve en tembel) kedisiydi. Gözlerini zar zor aralayıp, uzun kulaklı misafirini gördü.
"Miyav? Ne oldu küçük Sıpa? Kocaman antenlerinle bir sinyal mi yakaladın?" diye şakacıktan mırıldandı.
Sıpa iç çekti: "Tonton Teyze, neden kulaklarım böyle? Senin kulakların küçük ve çok şık. Benimkiler garip değil mi?"
Kedi, bir patisini yalayıp sırtına götürdü: "Garip mi? Hayır canım! Küçük kulaklar, büyük sesler duymak içindir. Farelerin en ufak hışırtısını bile duyarım ben! Seninki de... belki uzaktaki bulutların şarkısını duyuyordur? Hımm..." Ve uykusu tekrar bastırdı, mırıltıları kayboldu.
Bulutların şarkısı mı? Sıpa başını kaldırıp masmavi gökyüzüne baktı. Sadece bir çift serçenin cıvıltısı duyuluyordu. "Hmm," diye mırıldandı o da, pek ikna olmamıştı, "Ama ben fare falan avlamıyorum ki!" diye söylendi.
Yoluna devam etti. Köy meydanına vardığında, iri yarı köpek Bekçi Karabaş’la karşılaştı. Karabaş, kocaman pençeleriyle bir kemiği kemiriyordu.
"Hav! Selam Sıpa! Kulakların bugün daha da büyümüş gibi, hav hav!" diye havladı dostça.
Sıpa cesaretini topladı: "Karabaş Abi, senin kulakların dik ve güçlü görünüyor. Benimkiler neden böyle sarkık ve kocaman?"
Karabaş kemiği bırakıp düşündü: "Hımm... Benim kulaklarım tehlikeleri duymak için! En ufak bir ayak sesi, beni uyarır. Seninkiler belki de çok yumuşak oldukları için, düşen bir yaprağın bile üzerine yastık oluyordur? Hav! İyi fikir!" Ve kemiğine geri döndü.
Yaprak yastığı mı? Sıpa şaşkınlıkla bir yaprağa baktı. "Ama ben uyurken kulaklarımı yastık yapmıyorum ki!" diye geçirdi içinden. Karabaş’ın mantığı da ona göre değildi.
Biraz dolaştı, ta ki renk renk çiçeklerle dolu tarlanın kenarında, Bilge Keçi Toprak Dede’yi görünceye kadar. Toprak Dede, uzun sakallarıyla oturmuş, geviş getiriyor, gözlerinde bin yıllık bilgelik parıldıyordu. Sıpa, saygıyla yaklaştı.
"Toprak Dede," diye fısıldadı utangaçça, "Herkes kulaklarım için farklı şeyler söylüyor. Tonton Teyze uzaktaki sesleri, Karabaş Abi yumuşaklığı öne çıkardı. Ama... ama ben hâlâ anlamadım. Neden böyleler? İşe yarıyorlar mı gerçekten?"
Toprak Dede, derin, sakin gözlerini Sıpa’ya çevirdi. Sakalında bir çiçek yaprağı sallanıyordu.
"Ah, küçük Sıpa," diye başladı yumuşak ve tok bir sesle. "Herkes kendi penceresinden bakar dünyaya. Kedi, avcı gözüyle; köpek, koruyucu gözüyle. Senin o harika kulaklarının sırrı ise. sadece senin içindir. Onlar senin özel aracın, senin dünyaya açılan penceren. Belki işitmek için değil de hissetmek içindirler?"
Sıpa şaşkınlıkla kulaklarını oynattı. "Hissetmek? Kulaklarla mı?"
Toprak Dede göz kırptı: "Denemekten korkma küçük kaşif. Git, kulaklarını rüzgâra aç. Sadece dinleme ,hisset."
Sıpa’nın içinde bir kıvılcım çaktı. Teşekkür edip hızla çayıra doğru koştu. Tepede, rüzgârın en güçlü estiği yere çıktı. Gözlerini kapadı. Önce hiçbir şey... Sonra, kulaklarının derisinde bir ürperti. Rüzgâr, tüyleri arasından geçerken, sanki binlerce minik parmak okşuyordu onu. Hafif, serin, canlı bir his! Gözlerini açtı, kulaklarını daha çok açtı. Kulakları rüzgârı yakaladı! Sanki kocaman birer yelken olmuş, onu ileri itiyorlardı. Hafifledi, neredeyse uçacak gibi hissetti!
Sonra, başka bir his daha... Kulaklarını toprağa yaklaştırdı. Gözlerini yumdu. Toprağın derinlerinden gelen bir titreme! Solucanların kıpırtısı mı? Köklerin suya uzayışı mı? Bilmiyordu, ama toprağın canlı bir kalbi olduğunu ilk kez böyle hissetti!
En güzeli ise çiçek tarlasındaydı. Bir gelincik kümesine yaklaştı, kulaklarını çiçeklerin arasına uzattı. Gözlerini kapadı... Ve duydu! Evet, bu sefer gerçekten duydu! Ama kulağıyla değil, sanki kulaklarının derisiyle, tüyleriyle... Arıların vızıltısı, çiçeklerin nefes alışı, güneşin dokunuşunun sıcaklığı... Hepsi, o kocaman kulakların hassas perdesine dokunuyor, minik kalbinde bir senfoniye dönüşüyordu! Bu, sıradan bir duymak değil, tüm duyuların birleştiği bir "hissetmek"ti!
"Anladım Toprak Dede!" diye bağırdı sevinçle, kulaklarını sevinçle sallayarak. "Onlar benim antenlerim! Benim yelkenlerim! Benim... benim dünyayı hissetme aletlerim!"
O günden sonra Sıpa, kulaklarından asla utanmadı. Aksine, onlarla gurur duydu. Köydeki en meraklı, en sorgulayıcı çocuk oydu artık. Bir yaprağın üzerindeki tırtılın ilerleyişini saatlerce izler, kulaklarını yaklaştırıp yürüyüşün sessiz müziğini dinlerdi. Yağmurun ilk damlaları düşmeden önce, kulaklarındaki nemlenme hissiyle fark eder, "Yağmur geliyor!" diye sevinçle haber verirdi. Uzakta bir kuzu sürüsünün meleyişini, diğerlerinden çok önce duyar, köylüleri uyarırdı.
Bir gün, köyün kenarındaki derenin sesi kesildi. Su, kaynağa yakın bir yerde gizlice toprağa sızmaya başlamıştı. Yetişkinler fark etmeden günler geçti, tarlalar susuz kalmaya başladı. Ama Sıpa, bir sabah dere kenarında oynarken, kulaklarını ıslak toprağa dayadı. Orada, diğerlerinin duyamayacağı bir fokurdama hissetti! Suyun, toprağın altında, üzgün ve kaybolmuş bir şekilde aktığını "duydu". Toprak Dede’ye koştu, heyecanla anlattı.
Büyükler önce inanmadı. "Kocaman kulaklı Sıpa yine hayaller görüyor," diye güldüler. Ama Toprak Dede, bilge gözleriyle Sıpa’ya baktı ve "Deneyelim," dedi. Sıpa’nın gösterdiği yeri kazdıklarında, gerçekten de suyun sızdığı yeri buldular! Köy kurtulmuştu.
O günden sonra kimse ona sadece "Sıpa" demedi. Artık o, "Kulaklarıyla Su Bulan Sıpa", "Küçük Kaşif" ve en çok da "Dünyayı Hisseden Yürek" idi. O kocaman kulaklar, artık bir komedi unsuru değil, köyün gururu, merakın ve farklı olmanın gücünün sembolü olmuştu. Ve Sıpa, her sabah güneş doğarken, o muhteşem kulaklarını rüzgâra açıp, dünyanın yeni bir sırrını keşfetmek için hazır beklerdi.
Bazı şeyler gözle görülmez, kulakla duyulmaz; ancak yürekle hissedilir. Ve onun kocaman kulakları, aslında yüreğinin dünyaya açılan en büyük pencereleriydi.
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (1)