0
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
128
Okunma
Uğultu sesi ile uyandım. Kumların bu kadar ses çıkartabildiğine ilk defa şahit oluyorum. Aynı zamanda da bu kadar can acıtabildiğine. Ellerimi gözlerime siper ederek etrafı görmeye çalıştım. Turuncu bir buluta düşmüş gibiydim. Neredeyim? Buraya ne zaman geldim? Hangi yıldayız ve ben ne kadardır burada yatıyorum? Sorularımı cevaplayacak tek kişi yine bendim sanırım..
Biraz doğrulmaya çalışınca bacaklarımın ne kadar ağrıdığını fark ettim. Biraz yara almış olmalıyım ama nasıl? Tek hatırladığım gemiye babamla birlikte koştuğumuz. Ve gemiye tek başıma binebildiğim. Gözlerimden yaşlar kum fırtınasına karışarak uçtu gitti.
Biraz sendeleyerek gücümü iradeli kullanabilmek adına rüzgarın estiği yöne doğru yürümeye koyuldum. Birine rastlamayı umut ediyordum ama bir yandan da kimsenin olmayacağını da biliyordum. Yine de en azından gemi enkazını bulabiliirm diye yürümeye koyuldum.
Ben Kopois, babası ile mutlu bir şekilde yaşayan bir çocuktum. Ta ki gezegenimdeki sıcaklıkların git gide artarak ciddi sonuçlar doğurmaya başlayana kadar. Babam devlet için çalışan bir adamdı. Ve olacakları herkesten daha önce öğrenebildi. Tek istediği bizi ve halkı kurtarmaktı. Ama anlaşıldığı üzere tek kurtarabildiği ben oldum.
Gece gündüz uğraşarak gizli gizli yaptığımız gemiye düzenlenen engeller sonucu tek başıma çıkabildiğim bu yolda adını dahi bilmediğim bir yerde yürüyorum.
Ben Kopois, bir gün önce evren hakkında hayaller kuran bir çocuktum, şimdi ise büyümeye mecbur kalan bir çocuğum. Ağlamamalıyım. Babam benim için hayatta kalabilmeliyim. Iki kişilik bir hayat yaşamalıyım.
Gücüm de fırtına ile birlikte tükenmeye başladı. Kumlar önümden çekildiği etrafta sadece turuncu renkli bir sonsuzluk vardı. Alabildiğince sonsuzluk..
Ne yapacağım şimdi? İlerisi neresi, gerisi ne kadar geride kaldı?
Ben Kopois ve hiçbir şey bilmeden bir şeylere mecbur bir insanım. Hayatını bir babaya borçlu bir Kopois’im. Bir kopuşum. Yerinden yurdundan kopan bir uç’um.
Gözlerim yanmaya başladı. Paniğe kapılarak gözlerimi ovuşturmaya başladım. Ellerimi panikle çekip etrafa bakındım. Kocaman bir güneşle göz göze geldim. Ve etrafım yemyeşildi. Babamın sesini duydum, “Kopois oğlum buraya gelebilecek misin, sana bir şey vermem lazım”
Neler oluyordu? Anlayamadan yavaş yavaş babama doğru gitmeye çalıştım ama bacaklarım hala ağrıyordu. Yanına yaklaştığımda çantasından bir küçük kitap çıkartıp bana verdi. Ardından elimden tutarak ormandaki yürüyüşümüze devam etmemiz gerektiğini söylerek ilerlemeye başladı. Kağıtlara merakla bakmaya çalıştım ama babam o kadar hızlı yürüyordu ki ardında kalıp duruyordum.
Bu arda kalışı göze alarak kitabı hızlıca açtım. Içerisinde uzun zamandır çizdiğim uzay gemilerinin görselleri ve araştırdığım gezegenlerin bilgileri vardı. Babam bunları nasıl buldu? Ve neden bir kitap haline getirdi? Kitabı hızlıca kapatıp yanına koşmaya başladım.
“Baba, baba sen bunları nereden buldun? Neden böyle bir şey yaptın?” biraz endişeli bakmış olmalıyım ki babam beni sakinleştirmek için sırtıma elini koydu. Çok naif ses tonu ile “Kopois, canım oğlum bunların senin için önemli olduğunu biliyorum, ve bir gün bunlara ihtiyacın olacak”
Kafamı tekrar kaldırdığımda yine o kumla dolu gezegendeydim. Kitabım neredeydi? Babam neredeydi? Bu hangi gezegendi?
Yürümeye tekrar başladım, hem kumlar yüzüme vurmaya başladı hem de ciğerlerime orman kokusu doluyordu. Bu iki hayatın hangisinde varım ben?
Ben Kopois, turuncu kum fırtınaları olan bir yemyeşil ormanda kaybolan bir çocuğum.