0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
104
Okunma
ECEABAT
“Dinle bak çok İnsan tanır bizi.
Bulut devşiren Baş Tanrı Zeus, babası idi Dardonos’un.
İsmini de o koydu,
Dardanie şehrini de o kurdu.
O zamanlar İlion yoktu orada,
ölümlü insanların kutsal şehri ovada.
Dardanos’lar 1001 Pınarlı Cennet İda’da oturuyordu,
Baba Dardanos’tan Erikhtonios doğdu,
Kral oldu ölümlülere,
en varlıklı adam ölümlü insanların”
(HOMER – İlyada - 20.ci Bölüm / 215.inci Satır . A. ERHAT - A. KADİR)
Phillipp Gelibolu araba vapuru iskelesinde Helen ile birlikte Eceabat’a gitmek için binecekleri minibüsünün kalma saatini beklerlerken bu şiiri anımsadı. Oysa Çanakkale şehrine bu adı veren Dardanos’lardan bin yıl önce burada,;“İlion” adı ile anılan Biga Yatımadası’nda Truva ve Luvi gibi iki büyük kültürün yaşadığı birçok tarihi belgelerde kanıtlanmıştı. O bu şiirdeki; “O zamanlar İlion yoktu orada, / ölümlü insanların kutsal şehri ovada” satırında yapılan yanlışlıktan çok, Truva ve Luvi gibi 2 köklü kültürün gerisinde hiçbir iz bırakmadan yok olmasına bir türlü akıl erdiremiyordu.
Otobüste uyuşmuş olan ayaklarını açmak için iskeleye doğru yürüdüler. Helen iskelenin korkuluk demirine kollarını dayayarak denizi seyretmeye başladı. Phillipp ceketinin yan cebindeki paketten bir sigara çekerek dudaklarının arasına yereştirdikten sonra; Sürekli olarak bu şiirde yapılmış olan bilinçli çarpıtmanın nedenini düşünmekteydi. Dalgın bir şekilde çakmağını aradı, bulamayınca da; İç cebindeki yedek kibrit kutusunu alarak içinden bir kibrit çıkardı, kutunun kenarına çakarak dudakları arasında sallanan sigarasını yakmaya çalıştı. İskeledeki sabah rüzgarı bunu önleyince, ikinci bir kibrit çöpü ile kutuyu rüzgara karşı siper edip, avucunun içinde kundakladığı sigarasını anca yakabildi. Çakılan her iki kibritin sesini duyan Helen, onun bu sigara içme gereksinmesini; Zor durumdan kurtulmak için sarıldığı bir “Cankurtaran Simidi” olduğunu biliyordu. Phillipp, dudak ucunda sallanan sigarasını düşürmemeye özen göstererek;
“ Sorun...”
Diye söze başladı. Derin bir nefes çektikten sonrada sigarasını eline aldı, dumanını havaya püskürtü ve sırtı ona dönük olan Helen’in yanına giderek iskele demirine belini dayadı;
“ ...Truva gibi birçok Avrupa medeniyetin doğuşuna kaynak olarak gösterilen bir şehrin Anadolu kökenli olması varsayımından kaynaklanıyor ki...”
Bunları söylerken o hala parmakları arasında parçaladığı iki yanık kibrit çöpü ile oynamaktaydı;
“ ...Bunu bağzı Avrupa bilim adamları ne istiyor nede kabul ediyor!”
Hellen, böyle bilimsel bir konunun; “Tarihi buluntular ışığında, politikaya bulaşmadan ve gerçekçi bir bakış açısıyla çözülenebileceği” görüşünü savunduğundan, onun bu tezine karşılık vermeyerek gülümsedi. Phillipp sözüne devamla;
“Bence tüm bunlar ne bilime nede bilimle uğraşan ve tarafsız kalması gereken bilim adamlarına yakışır.”
Doğrularak ona doğru dönen Helen, iskele korkuluğuna belini dayayarak sözünü kesti;
“Ama Phillipp. Sende biliyorsunki, İlyada Destanı’nda Truva’nın bulunduğu yer harfi-harfine anlatılmış. Hiçkimse gerçeği çarpıtarak ikinci bir Truva yaratmak istemiyor ki!”
“Sorun yer değil, içerik Helen!’”
Diye onun yanına giderek yerleşen Phillipp;
“ Tahta At Hilesi ile yıktıkları Truva Medeniyeti’in izlerini „İkinci bir Tahta At Hilesi“ ile yeniden yok etmeye çalışıyorlar!”
“ Lütfen olayı; Truva’nın, Yunanlılar tarafından kurup-kurmadığı tartışmasına indirgeme.”
“ Ama senin de bu meseleyi; Anadolu’daki tüm eski uygerlıkların Hitit’ten, Roma’dan ve Antik Yunan Kültürü’nden daha eski ve köklü olduğunu bildiğin halde, Truvalılar tarafından kaçırılan Isparta Kraliçesi Helena uğruna yapılan 10 yıllık bir savaşa indirgemen doğru değil!”
“ Bu 10 yıllık savaşın, Homer’in İlyada Destanı’nda en küçük ayrıntılarına değin anlatıldığını unutma.”
“ Sende bu destanın İlyada savaşlarından 400 yıl sonra yazıta geçtiğini vede bu zaman süresince doğal olarak ağızdan-ağıza anlatılırken yöredeki politik güçler tarafından değişikliğe uğratılmış olabileceğini.”
“Bunun tersini hiçkimse savunmuyor ki.”
“ Ama nedense Luvi ve Truva gibi 3 bin yıl geçmişi olan bir kültürün Anadolu’da hiçbir iz bırakmadan kaybolmuş olması da hiç kimsenin umurunda değil! Herşey Yunan Mucisesi, Büyük Roma İmparatorluğu ve Hitit Uygarlığı arasında paylaşılmış.”
“ Haksızlık etme lütfen! Sende biliyorsun ki, saydığın bu üç kültür de Anadolu’da köklü ve yaygın olan büyük uygarlıklara ait.”
“ Ya Luvi(=Işık İnsanı) Uygarlığı? Oda Truva ile yaşıt! Hiçmi yaşamadı bu insanlar Anadolu’da? Hiçmi olmadı böyle bir uygarlık? Bugün “Yunan Mucisesi” olarak bildiğimiz bilimsel bulgular yüzyıllar önce; Babil, Hidistan ve Mısır kültürleri’de çoktan keşfedilmiş olduğunu görüyoruz. Bunları tercüme edip, yazıta geçiren ve Anadolu’ya getirip yayan böyle köklü ve uygar bir denizci kaviminden niçin Antik Yunan tarih kitaplarında; “İkinci Sınıf İnsan” olarak bahsediliyor, yada Hitit yazıtlarında adları “küçük ve önemsiz bir uygarlık” olarak geçiyor?”
“Senin sözünü ettiğin ve savunduğun bu tez; Yeni Babil (=Pan Babylıon Tezi) çok yeni ve doğruluğu henüz bilimsel olarak kanıtlanmadı ki! Yalnızca son yıllarda savunulan ve doğruluğu belgelerle ispatlanmaya çalışılan, araştırmaya açık bir bilimsel varsayım. Luvi Uygarlığı topraktan çıkacak olan yeni belgelerle hak ettiği yerini elbette bulacaktır. Eğer Anadolu’da Truva ve Luvi uygarlıklarına karşı yapılmış böyle bir hata, çarpıtma yada haksızlık varsa elbetteki düzeltilecektir”
Helen’in bu uzlaştırmacı tavrına canı sıkılan Phillipp;
“ Ayrıca seninde iyi bildiğin gibi İlyada Destanı; Aşil’în, Prens Hektor’un cesedini babası Kıral Priyam’a vermesi ile biter...”
Diyerek konuyu değiştirdi ve;
“ ...Tahta At hikayesi 300 yıl sonradan uydurulmuştur.”
Diyede ekledi;
“ İstersen sen kendin yeniden yazsaydın bari İlyada Destanı’nı !”
Minibüs şöfürü korna çalıp onları gelmeleri için uyarınca, Helen ve Phillipp’te yaptıkları tartışmayı kesip el sallayarak duyduklarını belli ettiler ve suskun bir şekilde binecekleri minibüsün yanına kadar geldiler. Helen;
" Ben bagajdaki çantamdan bir hırka alacağım. Sen bin istersen."
Diyerek ondan ayrıldı. Böylece Phillipp minibüse yalnız bindi. En arka koltukta pencere yanında oturan küçük oval tel çerçeveli gözlüklerinin üstünden ona bakan sarışın, kıvırcık saçlı bir genci görünce; “Bu adam benim gençliğime ne kadar da benziyor!” diye düşünerek ona özenle baktı. Gülümseyerek verdiği selamı kaçamak bir şekilde alan genç, bakışlarını ondan kaçırarak, yüzünü çabucak pencereye çevirdi. Şimdi o; Hem dışarıda hırkasını giyen Helen’i seyrediyor, hemde içinden; “Belli ki bu adam beni birine benzetti!” diye düşünüyordu. Phillipp gencin bu tuhaf davranışına aldırmadı ve yerine geçip oturdu. Helen’de araca binip yanına gelince, pencere yanındaki yeri ona vermek için ayağa kalkan Phillipp, usulca kulağına eğilip;
“ Bak şu en arka koltukta pencere yanında oturan genç, benim gençliğime ne kadar da benziyor!”
Diyerek göstermek için geriye döndüğünde, onun yerinde yeller estiğini gördü."
“ Allah, Allah! Nereye kayboldu bu adam?”
“ Hangi adam?”
“Az önce şu en arkadaki pencere yanı koltukta oturuyordu.”
“Belki inmiştir.”
“İnseydi yanımdan geçerdi Helen!”
“Sen algılayamamışsındır.”
“Belki?”
Diyen Phillipp, kendisinin bile inanmadığı bu yanıta aldırmıyarak sustu ve yerine oturdu.
Minibüs hareket etmiş, Helen yorgun olduğundan gözlerini çoktan yummuştu bile. Phillipp sebebi nedendir bilinmez hâlâ huzursuzdu. Sürekli olarak içinden Minbüste ansızın kaybolan genci düşünüyor, kısa aralıklarla saatine bakıyor, gözleri boşlukta anlamsız şekilde birşeyler arıyor, beyni elinde olmadan sürekli varsayımlar ileri sürüyor ve durmak bilmeksizin bunları çözmenin yollarını arıyordu. Bu iç sıkıntısının Anadolu’ya gelince biterek, yerini hoş bir boşveriye bırakacağını kesin olarak bildiğinden;
“ Adaaam sende!”
Dedi. Bu “adam” ın ikinci “a” sını ne kadar uzatırsa, boşverinin boşluğuda o denli büyük olurdu. Bunu duyan Helen gözlerini açmadan;
“ Erken boş verme Phillipp! Henüz karşı kıyıya geçmedik!”
Diyerek gülümseyince, yıllar boyu yaptıkları ve bir türlü uzlaşamadıkları bir konunun tartışmasına yeniden girmiş oldular. Helen nerede olursa olsun evrensel, tarafsız niteliğini değiştirmez, doğaya mutlu, barışsal , uzlatırıcı ve insancıl gözlerle bakardı. Yer değil, insanlık önemliydi onun için. Aslında Phillipp’in bu “bir an evvel” sabırsızlığına hak vermiyor değildi ama, onun Anadolu toprağına ayak basar-basmaz duyduğu
bu rahatlık, hoşgörü ve boşvermenin bilimsel bir açıklaması olması gerektiğine de inanıyordu. Phillipp sanki onun bu düşüncesini okumuş gibi;
“ Anadolu topraklardaki eski medeniyet ve kültürlerin tılsımı bu Helen!”
Cevabını verdi ve bu yargıya her ikiside güldüler. Kocasının Anadolu’da her defasında bu derece değişmesini hayranlıkla izleyen Helen, aşırıya kaçmasını önlemek içinde çok kere onu frenlemek zorunda kalırdı.
Yolun devamında her ikiside konuşmadılar. Minübüs Eceabat’a gelince, bagajdan eşyalarını aldılar.
“ Benim canım sıcak bir çay içmek istiyor.”
“ Benim de! Hem bir güzel kahvaltı yapmış oluruz."
Diyen Helen, Phillipp’in koluna girdi ve birlikte iskele alanına kıyı güzel bir kahvenin asma dallarıyla gölgelenmiş önündeki ahşap çıkıntısına doğru yürüdüler. Sırt çantalarını çıkarıp yere koyduktan sonra, gelen garsona küçük bir kahvaltı ile iki çay söylediler. Garson ısmarlananları getirip masaya koyunca da, konuşmadan kahvaltı ettiler. Helen yeniden kitabını alıp, okumaya başlayınca;
" Ben rıhtımda bir sigara içip vapur biletlerini alacağım."
Diyen Phillipp yerinden kalktı, iskele alanına indi, sigarasını yaktı, dumanını mavi göğe üflerken aklına ceketinin iç cebindeki, Atina’da yaptıkları kazıdan çıkan Akçe gelmişti. Onu bulduğundan beri hiç iyice incelemediğini anımsayınca, elini cebine sokarak yakadı ve dışarı çıkardı. Akçe’nin ön yüzünde; “Başına defne dalından bir taç giymiş Roma İmparatoru Septimus Severus ile Karısı Julia Donna’nın göğüs altına kadar uzayan yüz-yüze portreleri” durmaktaydı. Latinceyi iyi bilen Phillipp, Akçe üzerindeki yazılardan bunu çözümlemişti. Arkasında ise; Etrafı Latin Harfleri ile çevrili olan Bergama Zeus Tapınağı’nın resmi duruyordu. Phillipp yüksek tahsil yıllarında; Biri Londra’da, diğeri ise Berlin Ada Eski Eserler Müzesi’nde olan böyle iki Tarihi Akçe’nin varlığını biliyordu;
" Merhaba!"
Sesi Akçe’den gelince şaşırdı. Çünki bu sesle birlikte tapınak resminin ortasındaki iki sütunun arasından bir ışık dışarıya doğru fışkırıverdi. Işığın kuvveti onun gözlerini kamaştırınca, öbür elini yüzünün önüne getirip başını yana çevirerek gözlerini yumduğu anda; Ayaklarının birden yerden kesildiğini ve süratle bir boşluğa doğru fırladığını hissetti. Bu hızın sarhoşluğunda kısa bir süre kendinden geçen Phillipp, sert bir yere ayak üstü iniş yaptıktan sonra durabildi. Yerinde sallanmaya başlayınca da; “Dengemi kaybediyorum!” endişesi ile gözlerini açıp etrafına baktığında bambaşka bir yerde olduğunu gördü. Burası şimdi iskele alanı değil ıssız bir kumsaldı. Kıyıyı dingin aralıklarla yalayan billur dalgacıklar; Geri çekilirken ıslattıkları kum ve çakıl taşlarının üstünde kıvılcım gibi güneş ışınlarını parçalayarak, çevreyi bu sihirli atmosferin eşliğinde tılsımlı bir şekilde aydınlatmaktaydılar.
Burada herşey bam-başkaydı. Açık bej-beyaz bir kumun üstüne çekili birkaç soluk balıkçı sandalı ve seyrek aralıklarla kıyıya serpilmiş “Duvarları taştan, damı samanla örtülü alçak barakalar” sanki; Cam gibi saydam bir sisin içinde, hafif pembemsi ve ebruli renklere bürünmüşlerdi. Denizin üstündeki tek direkli takaların yelkenleri birbirine paralel sırıklar arasına gerili dört köşe bezlerden olduğuna göre, burası eski bir Yunan Balıkçı Köyü olabilirdi. Çok uzakta beyaz kısa eteklik giymiş bir çoban; Uzun bastonunun eğri sapına iki elini üst-üste koymuş ve çenesini bu bombeye dayamış bir şekilde sürüsünü gözetlemekteydi. Kumsalın bitimindeki zeytin ağaçları altında beyaz uzun eteklikli kadınlar, yere çömelmiş, gölgelenmekteydiler.
Çoban köpeğinin öteye beriye ansızın havlayarak sıçraması, koyunların meleyerek kaçışması ve kumsalda yem arayan martıların havalanarak cıyaklamaları tılsımlı sesizliği bozunca, Phillipp başını denize doğru çevirerek karşı kıyılara baktı. Ardı yalçın dağlarla çevrili yeşil bir ova orada, mavi saydam göğün altında güneşlenmekteydi, Phillipp; “Kıyılar birbirine bu derece yakın olduğuna göre, burası bir boğaz olabilir?” diye düşünürken, bacaklarında yakıcı bir sıcaklık hissetti. Bakışlarını mavi gökten ve yeşil ovadan ayıran ve ayaklarına bakan Phillipp gördüklerine inanamadı! Şimdi o ince, bej kızgın bir kumun üzerinde duruyordu ve çıplak ayaklarında ayakkabı yerine; Kalın deriden el işi kesilmiş, gelişi-güzel dikili meşin sandaletler vardı ve bunlar aynı deriden ince bağcıklarla çapraz bir şekilde diz altına dek bağlıydılar. Phillipp şaşkınlıktan sonuna kadar açılmış gözleriyle; Bu bağcıkların üstünde kısa bir beyaz etekliğinin dalgalandığını gördüğü an, arkasından gelen;
" Hoş geldiniz!"
Sesi ile birden tüm görüntüler kayboluverdiler. O şimdi kısa beyaz etekliği ile; Elinde uzun bir mızrak, sırtında yuvarlak kalkan, başında burun ve yanak korumalı çelik miğferi ile vapur bileti satan gişenin önünde durmaktaydı;
" Çanakkale’ye iki bilet lütfen."
" Gidiş-dönüş?"
“ Hayır sadece gidiş.”
" 10 Lira Beyim."
Ücreti ödedikten sonra biletleri alıp gişeden ayrılan Phillipp; Etrafındaki hiç kimsenin onun giydiği elbise, elindeki mızrak, sırtındaki yuvarlak kalkan, başındaki burun-yanak korumalı çelik miğifer ile ilgilenmediğini görünce; “Acaba az önce ben yine düşmü gördüm?’ diye düşünerek başını yukarı kaldırdı. Karşı kıyıda gördüğü manzaranın içinde şimdi evler, bahçeler, camiler ve yüksek binaların olduğunu görünce;
“Çanakkale!”
Diyerek gülümsedi. Şu andaki kısa beyaz etekliğinin Antik Yunan giysilerine benzediğini hatırlayıncada, bu seğişikliklerin bir oyunu olduğunu sezdi ve içinden “Akçe!”diyebildi;
" Ne var?"
Bir bronz Akçe ile konuşmanın saçma olduğunu iyi bilen Phillipp, bu soruya yanıt vermedi tabi;
" Nasıl istersen!"
Diyen Akçe avucunun içindeki biletlerin arasına girip kayboluncada, giyimi de değişmeye başlayarak normale döndü. Aynı anda karşı kıyıdan gelen ve rıhtıma yanaşmaya başlayan arabalı vapurun düdüğünü duyan Phillipp kahveye geri döndü. Helen de hazırlanmıştı. Hesabı ödediler ve kahveden çıktılar.
Vapura binmek için araba ve yolcuların beklediği alanda yürürken, Helen’in içinde; Sanki biri onları izliyormuş gibi bir his doğdu; “Acaba Gelibolu otobüsteki genç yine bizi takip mi ediyor?” kuşkusu ile birden geri dönünce, arkasında duran aynı genç ile yüz-yüze geldi ve;
“ Yine mi siz?”
Suçlamasıyla ona sert bir bakış fırlattı;
“ Efendim?”
“Niçin bizim peşimizi bırakmıyorsunuz?”
" Sanırım beni birisine benzettiniz."
Helen geriye dönerek;
" Philipp! Bak bu adam bizi Türkiye’ye geldiğimizden beri izliyordu..."
Onun gösterdiği yöne bakan Phillipp orada kimseyi göremeyince;
“ Kimden bahsediyorsun sen Helen?”
Sorusuyla onun yüzüne baktı. Yeniden geriye dönen Helen gencin kaybolmuş olduğunu farketti ve kalabalık içinde bu adamı bir süre aradı. Bulamayıncada Phillipp’e dönerek;
“ Biraz önce arkamdaydı bu adam.”
“Hangi adam?”
“ Gelibolu otobüsünde bizim konuşmalarımızı dinleyen genç.”
“ Yanılmış olabilirsin.”
“ İnan ki doğru söylüyorum.”
“ Sana inanıyorum ama...”
“ Aması ne?”
Phillipp cevap olarak; “ Ben minibüste aynı genci gördüğümü söylediğimde, sende bana inanmamıştın.” diyecekti ama demedi. Helen’in dalgın bir şekilde iskele alanında çevreyi kontrol ettiğini görünce de içinde bir acıma hissi doğdu. Şimdi o; Bu ikide-bir görünüp kaybolan gencin “Akçenin bir oyunu” olduğuna kesinlikle emindi, ama bunu Helen’e kabul ettiremiyeceğini bildiğinden, bu fikrini ona açıklamadan kaçındı ve;
" Bak vapur iskeleye yanaştı.”
Diyerek koluna girdi ve öne doğru çekti;
“ Haydi bizde binelim.”
Her ikiside sırtlarında çantaları, ellerinde küçük el valizleriyle arabalı vapura doğru ilerlediler.