0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
95
Okunma
Sabah olduğunda güneş doğmuştu ama odanın içi aydınlanmamıştı. Perdeler açıktı, ışık bütün gücüyle odaya doluyor, fakat masanın üstünde duran defter sanki ışığı yutuyor, etrafına ağır bir gölge yayıyordu.
Genç adam gözlerini ovuşturdu, gece boyunca yazdığı satırları hatırlamaya çalıştı ama zihni bomboştu.
Çekmeceyi açtığında defterin sayfası bomboştu. Oysa kalemi elinde saatlerce durmuş, içinden taşan fısıltılarla kâğıdı doldurmuştu. Harfler gözlerinin önünde dans eder gibi canlanmıştı. Şimdi ise hiçbir iz yoktu.
Yalnızca sayfanın alt köşesinde kurumuş bir mürekkep lekesi vardı. Ama dikkatle bakınca o lekenin kıpırdadığını, bir göz gibi kendisine baktığını fark etti.
O günden sonra yazmaya çalıştığı her cümle bozuldu. Kalem kâğıda değdiği an kelimeler eriyor, satırlar birbirine dolanıyor, kararmış izlerden başka hiçbir şey kalmıyordu. Defter kendi isteği dışında yazılan kelimeleri reddediyordu. Sanki ona ait olmayan bir el satırları koruyordu.
Bir gece defteri kapatmak isterken sayfalardan biri kendiliğinden açıldı. Koyu bir gölge satırların arasından yükseldi ve odanın duvarına vurdu. Gölgeler birbirine karışıyor, tanıdık olmayan şekiller oluşturuyordu.
Ardından odanın içinde uğultulu bir ses yankılandı:
“Sen sustukça biz yazacağız.”
Genç adamın kalbi göğsünde çarpmaya başladı. Defteri kapatmak için elini uzattığında gölge hızla duvarlardan sıyrıldı, köşelere yayıldı.
O günden sonra gittiği her yerde aynı karanlık satırlar onu izlemeye başladı. Sokak tabelalarında, eski duvar yazılarında, hatta aynada kendi gözlerinin derinliklerinde bile aynı kelime yankılanıyordu:
“Kaçma.”
O an anladı. Yazdığı satırlar artık yalnızca kâğıtta değildi. Karanlığa düşmüşlerdi, kendi hayatlarını yaşıyorlardı. Ve bir kere karanlığa düşen hiçbir kelime geri dönmeyecekti.
📌 Devam edecek…
✒️ İsmail Gökkuş