0
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
153
Okunma

Yasnaya Polyana’da bir çocuğun avuçlarına düşen toprak tanesi, onun ilk kelimesiydi. O toprak ki; kök salacak bir çınarın hüznünü, saban demirine çarpacak bir köylünün terini, mezarlara serpilecek küllerin rengini taşıyordu içinde. Dokuz yaşında yetim kaldığında, halının desenlerine bakarak ölümü anlamaya çalıştı: "Kaybolmuş bir satranç taşı gibiydi anne" diye yazacaktı günlüğüne, "Oyun devam ediyor ama halıda artık siyah kareler fazla..."
Kafkas dağlarında subayken, Çeçen savaşçıların bıçaklarında parıldayan güneş, kalbine saplanan ilk vicdan mızrağı oldu. Savaş ona bir ayna uzattı: Dağlarda ölen genç bir askerin gözbebeklerinde, kendi yansımasını gördü. "Diriliş"te yazacağı gibi: "Kurşun bedeni deldiğinde, ruha değmemiş gibiydi. Sanki bir şarap kadehi devrilmiş, kırmızı bir nehir akmıştı toprağa. Ama kadehin kırıklarındaki son damla, gökyüzüne doğru buharlaşıyordu."
Savaş ve Barış’ı yazarken, Saint Petersburg balolarının kristal avizeleri altında dans eden prenseslerin etekleri, aslında birer cenaze kefeniydi onun için. Napolyon’un Moskova’ya girişi, karla kaplı bir mezarlığa yürüyen bir çılgınlık dansından ibaretti. Pierre’in gözlerinde kendi arayışını nakış gibi işledi. Karla kaplı tarlada kaybolmuş bir kurdun izleriydi onun ruhu. Her adımda kuyruğuna basıyor, dönüp dönüp kendi ayak izlerine bakıyordu.
Sonra o büyük dönüşüm geldi. Ellili yaşlarında, bir gece yarısı hançer gibi saplanan varoluş korkusu. "İtiraflarım"da anlattığı o an: "Kendimi bir kuyunun dibinde buldum. Yukarıdaki ışık halkası giderek küçülüyordu. Duvarlar kaygandı, tırnaklarım parçalanıyordu. O anda anladım: İnsanın kurtuluşu, kuyuyu kazarken biriken toprağın üstüne çıkmasıdır."
Köylülerin arasında keten gömlek giyip tarlalarda çalıştığı yıllar, onun gerçek üniversitesiydi. Bir buğday tarlasında eğilmiş Platon Karatayev’i gördü: Toprağa düşen ter damlalarıyla sulanan tohumlar gibiydi köylünün bilgeliği. "Şu insan" diye düşündü, "kökleriyle gökleri besliyor." Sofya’yla evliliği ise iki nehrin çarpışmasıydı: Biri derin, karanlık, felsefe yosunlarıyla kaplı; diğeri berrak, pratik, çocuk sesleriyle şakıyan. Günlüklerindeki satırlar, evlilik yatağının üstünde çarpışan iki kılıç gibiydi.
"Anna Karenina"daki Levin’in tırpanı, aslında Tolstoy’un kendi içindeki yabani otları biçme çabasıydı. "Tırpanın çelik sırtı, otların direnişini kestiğinde, bir anlık sessizlik olurdu. İşte hakikat o sessizlikte saklıydı: Kesilen her ot, toprağa düşen bir yalandı." Anna’nın tren altında can verişi ise onun aristokrasiye vurduğu son balyozdu: "Peronda unutulmuş bir eldiven gibi kaldı bedeni. Buhar ise gökyüzüne yazılmış bir soru işareti oldu."
Ömrünün son demlerinde, evinden kaçışı bir ruhun son nefesini arayışıydı. Astapovo istasyonundaki küçük odada, pencereden dışarı baktı: Bir çınarın son yaprağı titreyerek düşüyordu. "İşte" diye fısıldadı, "şimdi köklerime dönüyorum." Son nefesini verirken, dudaklarından "Gerçek... Gerçek..." kelimesi döküldü. O an, bir mumun fitili söndüğünde etrafa yayılan ısı gibiydi: Işık kayboldu ama sıcaklığı duvarlara sinmişti.
Tolstoy, son nefesini vermeden üç gece önce Yasnaya Polyanada bir ahıra gizlice girdi. Karanlıkta yaşlı at Strider’in yelesini okşarken kulağına şu sözleri fısıldadı: "Sen benim yazamadığım romanımsın... Tırnakların çamura saplanırken bile gökyüzünü taşıyorsun." Atın sol bacağındaki yara izi, Kırım Savaşı’nda vurulduğu günün sessiz tanığıydı. İşte Tolstoy’un insana bakışı buydu: Yarası olan her canlı, evrenin çatlağından sızan bir ışıktı.
Ertesi sabah, Sofya’nın odasının anahtar deliğinden içeri sızan gün ışığı, onun çalınmış günlük sayfalarını aramak için eğilişini aydınlattı. O an, iki dünyanın çarpışmasıydı:
Bir yanda: Kadının deliye dönmüş sevgisi ;Aşkını kanıtlamak için yırtılmış defter yapraklarına sarılışını bir arkeolog titizliğiyle kazıyordu.
Öte yanda: Erkeğin kurtuluş tutkusu ; Ruhunu hapishane defterlerinden azat etmek için bavulunu gizlice hazırlıyordu.
"Sevgi zincirle bağlamaksa," diye düşündü Tolstoy, "vahşi bir hayvan gibi kırılmalı bu prangalar."
28 Ekim 1910 gecesi, 82 yaşında, pencereyi tırnaklarıyla aralayıp karanlığa atladı. Kaçışı, bir meşe palamudunun kabuğunu çatlatıp toprağa kök salma isyanı gibiydi. Astapovo tren istasyonundaki bekleyiş, dünyanın en büyük trajedisinin perdesiz sahnesiydi. Demiryolu rayları üzerinde titreyen ay ışığı, bir ömrün son durağa yaklaşan yolculuğunu selamlıyordu. İstasyondaki doktor, onun zatürreli ciğerlerini dinlerken duyduğu sesi "bir katedralin çökerken çıkardığı son gıcırtı" diye tarif etti. Gazeteciler, son fotoğrafını çekmek için perona üşüştüğünde, Tolstoy battaniyesinin altından uzattığı parmağıyla şu cümleyi yazdı havaya: "İnsan gölgesiyle aynı kareye sığmaz."
Cenaze töreni, onun en büyük eseriydi. Yasnaya Polyana’ya akan köylüler, ellerinde çam kozalakları ve arpa ekmekleriyle bir insan nehrine dönüştü. Tabutu toprağa indirirken, bir köylü kadın fısıldadı: "Beyaz gömleğiyle uyuyor, uyanınca bize tırpanı öğretecek." Çünkü onlar için Tolstoy ölmemişti: Tohumların kış uykusuna yattığı gibi dinleniyordu.
Mezarında çapraz kazılmış iki tahta parçası , tıpkı "Savaş ve Barış"ın el yazmalarını birleştirdiği çapraz cümleler gibiydi. Üzerine ne isim yazıldı ne tarih. O mezar bir manifesto taşıydı: "İnsan unutulmak için doğar." Ertesi bahar, mezarın üstünde filizlenen yoncaların kökleri, tabuta değil doğrudan Tolstoy’un kalbine uzandı. Çünkü o, "Toprak bana ait değil, ben toprağa aitim" demişti bir keresinde.
Ölümünün ardından ; "Dünya ikiye bölünmüştü: Tolstoy’u okuyanların ve okumayanların dünyası diye. Birincisi, bir çınarın gölgesinde soluklanmayı bilir, ikincisi ise gölgeyi bile satmaya çalışanların cehenneminde yanar."
Çağdaş DURMAZ
Kitaplarını severek defalarca okuduğum Leo Tolstoy’un anısına saygıyla
Bu hikaye Tolstoy kitaplarından bende izler bırakan kesitler ile kurgulanmıştır.