0
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
150
Okunma
(Hikayeye başlamadan önce yada okuduktan sonra; Bu yolculuğun tamamlayıcısı olan (4) KRAUTHEIM ve (7) ATİNA hikayelerini okumanızı öneririm.)
Sıcak bir mayıs sonu, Gelibolu.
Ne deniz dingin nede esen yel kararlı.
Belli olmaz denizin sağı-solu
burada;
Avrasya dediğin iki kıta arası
Canakkale Boğazı’nda.
Marmara içten iter, Ege dışta direnir,
akıntı alttan çeker, rüzgar üstte tepinir;
Çekişir sürekli bir ikili,
ilkin yener biri,
sonra yenilen diğerini.
Karada yakar güneş yalçın kayaları,
yalar rüzgar, taşır kıyılara kızgınlığı.
Hele bu sıcak yel birde
deymeye göre soğuk denizin yüzüne;
“Kızgın çeliğe su verir gibi” rendelenir,
buruşur yüzü, çatılır kaşları,
yönü belirsizdir, kararsızlaşır hızı.
Uçları sivri, ince beyaz köpüklü dalgacıklar
ilkin birbirine çarpar,
sonra koyu mavi büyük dalgalara,
yener Marmara.
Değişken bir kararsızlığın sızısıdır bu;
Duyulur burada
satır-satır Anadolu,
destan olur
Homer Truva’da.
(oguz can hayalı . HOMER 5 Şiiri)
Hellen ve Phillip adlarında evli iki Alman Eski Eser Kazıcısı Yunanistan’da yaptıkları uluslararas bir kazıdan sonra dinlenmek için sabahın erken saatlerinde otobüsle Türkiye’ye geldiler. Kazının daha uzun sürmesi gerekirken, son hafta gömüden çıkan bir Antik Şarap Testisi onların tüm planlarını alt üst etmiş ve kazıdan ayrılmalarına neden olmuştu. Phillipp ilkin bu testinin üzerinde siyah bir sır olduğunu savundu. Oysa testi toprağa bulanmış şekliyle doğal ve sırsızdı. Doğruyu söylemek gerekirse, testi üstünde belirip kaybolan bu siyah parlak sırra Phillipp’de akıl erdiremiyordu; “Acaba, tüm bu yadırgatıcı şeyler, az önce gömü zemininde bulduğum Antik Akçe yüzünden mi başıma geliyor?” diye düşündü. Ama, onu en çok şaşırtan şey; Ağzından çıkan sözcüklerle, gördükleri arasında çelişki olduğunu bildiği halde, bir türlü edim ve sözlerini kontrol edememesiydi.
Kazı yerine gelen doktor muayene ettikten sonra ona bir iğne yaptı ve “Bir müddet dinlenmesi gerektiğini” söyleyerek; ”Sağlık durumu düzelene kadar kazılara katılamaz.” diye hasta raporu verdi. Gittikçe iyileşen Phillipp Helen ile birlikte doktorun tavsiyesine uyarak, birikmiş izinlerini aldılar. Her ikiside türkçeyi üniversite yıllarından beri kusursuz denecek kadar çok iyi konuşabildiklerinden, tatillerini Türkiye’de geçirip orada dinlenmeye karar verdiler. Bir gün önce onlar için verilen ayrılık yemeğinde eğlenerek birlikte olduktan sonra, aynı gece otobüsle yolculuk yaptılar ve sabahın erken saatlerinde Türkiye’ye geldiler. Olayın bizleri ilgilendiren diğer ilginç yanı ise; Kazıdan bir Bronz Akçe’nin çıkmış olmasıydı. Ama Phillipp bu Akçe’nin varlığını iş arkadaşlarına bir türlü kanıtlayamadığı için, Akçe de tanaklarına girmedi tabi.
Oldukça yorgun olduklarından; Oturdukları yerin hemen yanındaki aranın bitişiğindeki koltukta oturan bir gencin onların konuşmalarını gizlice dinlediğini sezememişlerdi. Helen kısa bir süre Phillipp ile; Onun kazıdaki tutarsız davranışları, iş arkadaşlarının tepkileri ve doktorun verdiği iğne ile hapların yan etkileri üzerinde sohbet ettikten sonra;
" Ben biraz dinlenmek istiyorum."
Diyerek gözlerini yumdu. Phillipp ise çok yorgun olmasına rağmen bir türlü uyuyamadığından, kazıda topraktan çıkan “Akçe Bilmecesi” üzerine içinden fikir yürütmekteydi; “Bence her sorunun yanıtı içindedir. Mesele onu görebilmek ve çözebilmekte.” diye düşünürken;
" Doğru!"
Diyen bir ses duydu, yada duyduğunu sandı. Bu ses onun sesine tıpa-tıp benzemesine rağmen, bu sözü söylemediğine o kesinlikle emindi; “Peki ama kimdi onun sesini taklit eden bu kişi?” diye düşünerek etrafına bakınıp sesin sahibini aramaya başladı. Kimsenin onunla ilgilenmediğini görünce de, omuzuna başını dayamış melek gibi uyuyan Helen’i dürterek uyandırdı;
“Bakarmısın lütfen.”
“Geldik mi?”
" Hayır."
" Nerdeyiz peki?"
" Zannımca Gelbolu’ya yaklaşıyoruz."
“ Sen bana birşey mi sordun?”
“ Hayır, daha doğrusu söyleyecektim?”
“ Haydi söyle öyleyse...”
Diyerek yine onun koluna sarılan Helen, başını omuzuna yasladı, yorgun gözlerini dinlendirmek için yumdu ve vereceği yanıtı beklemeye başladı. Phillipp kısa bir an düşündükten sonra;
“ Beni rahatsız eden, daha doğrusu devamlı yöneten bir tepki var içimde...”
Diye söze başladığında;
“ Akçe desen iyi olur!”
Diyen bir çocuk sesi duydular. Helen henüz yeteri kadar kendine gelemediğinden, bu ikinci sesi iyice anımsayamamıştı. Onun koluna daha sıkıca sarılarak, başını kaldırmadan sordu;
“ Efendim?“
“ Ben birşey söylemedim Helen!"
Yerinden doğrularak onun yüzüne bakan Helen, dalgın ve yorgun bir çift göz ile karşılaştı;
" Peki o kimdi?"
" Kim?"
" O lafı söyleyen."
“ Ben nerden bileyim Helen?"
" Ama Phillipp..."
" Bildiğim tek şey; “Çocuk taklidi yaprak” o sözü kesinlikle benim söylemediğimdir!"
Helen onun yeni bir bunalım geçirdiğinden korkarak; ”Haplarını aldınmı sen?”diye soracaktı, ama
sormadı. Çünki, yolculuğa başlamadan önce kendisinin ona verdiği hapı yuttuğunu gözleriyle görmüştü. Yerinde doğruldu, sırtına yapışmış uzun saçlarını öne getirdi. Kuyruğun dibindeki lastik halkayı çözüp-çıkararak dişlerinin arasına sıkıştırdıktan sonra, saçını her iki elinin parmakları arasında kaydırıp sıkıca tuttu ve tarayarak topladıktan sonra sorusunu yineledi,
“ Peki kim söyledi o sözü?”
Sorusu, dudaklarının ucunda sallanan lastik halkadan dolayı çenesini serbest oynatamadığından, ağzından yaygın bir şekilde çıkmıştı. Halkayı çıkartarak bileğine geçirdi ve yüzüne bakarak;
“Ama Phillipp! Ben mi yanlış duydum?”
“Hayır!”
Saçı le ilgileniyormuş gibi yapıp, bakışlarını ondan kaçıran Helen, aldığı yanıtların tutarsızlığına hiçbir anlam veremiyordu. Bileğindeki lastik halkayı çıkarıp, kuyruğun dibine doladı ve iyice sıkıştırdıktan sonra; “Acaba ona bir hap daha yutmasını mı salık versem?” diye düşündü. Bu kararından da çayarak ona doğru döndü ve biraz önceki sorusunu yineledi;
“Sen bu sesi taklit etmediğine göre, kimdi o lafı söyleyen çocuk?
Phillipp onun inanmayacağını bildiği halde:
" Akçe..."
Diye ikircikli bir şekilde konuya girdi. Helen henüz bu yanıtın anlamını çözmeye çalışırken her ikiside aynı sesin;
“ Ne var?”
Dediğini duydular. Saç düzeltmeyi bırakıp ona dönen Helen, Phillipp’in oynadığı oyuna kızarak;
“ Ne mi var Phillipp? Beni eğlendirmek istiyorsan, başka bir şey bul. Gülünç bile değil!"
" Onu da ben söylemedim ki Helen!"
Diye mırıldanan Phillipp’in başını öne eğmiş suçlu bir şekilde yere baktığını görünce, bilmece çözmekten sabrı tükenen Helen:
“ Kimdi o peki?”
Sorusuyla oturduğu yerden ayağa kalktı ve otobüsün içine bakıp alaycı bir sesle,
" Bu sözü söyleyecek bir çocuk yok ki otobüste!”
Tam Phillipp’e doğru dönüp yerine oturacaktı ki, yan araya bitişik arka koltukta oturan ince oval tel gözlüklü, sarışın kıvırcık saçlı, yakışıklı bir genç ile göz-göze geldi: “Bizim konuşmalarımızımı dinliyor bu adam?” kuşkusuyla ona sert bir bakış fırlattı. Hatasını anlayan genç adam başını çevirip, bakışlarını önündeki koltuğun sırtındaki bir noktaya dikti ve gözlerini yumdu.
Yerine oturan Helen’in aklı hâlâ konuşulanları dinleyen gençte idi. Phillipp ise; ”Konuşmaya ikide-bir karışan cebimdeki Akçe olabilir mi?” çelişkisini çözmeye çalışıyordu. İlkin; “Bunu Hellen’e söylesem mi?” diye düşündü, ama sonra bu fikrinden cayarak;
" Yorgunum Helen.”
Dedi. Gerçektende yorgundu ve bunu Helen’de biliyordu. Ama onun tuhaf davranışlarının sebebi yalnızca yorgunluk yada dağınıklık olamazdı. Doktorun dediği gibi küçükde olsa bir beyin sarsıntusı geçirmişti. Ayrıca tüm onun tuhaflıklarının kazı zeminine düşmesinden önce başladığını hatırlayan Helen;“Acaba kazıdan çıktığını ısrarla savunduğu Akçe denen şey gerçekten varmı?” olasıllığını düşündükten sonra, bunu ona sormaya karar verdi.
“ Sen şu Akçe’yi bana bir gösterirmisin?”
Bu beklenmedik isteğe Phillipp şaşırmıştı;
“İnanıyorsun demekki!”
“ Hayır ama, görürsem inanabilirim.”
“ İnanmazsan göremezsin!”
“ Görmediğim içinde inanmıyorum ya!”
“ Ben sana ne zaman yalan söyledim Helen?”
Diyen Phillipp kırgın bir şekilde başını pencereye doğru çevirip sustu. Helen’de daha fazla üsteleyerek onu kızdırmak istemedi. Tekrar koltuğuna yayılarak onun koluna sarıldı, başını omzuna dayadı ve düşlercesine;
" Ah! Bir an önce Çanakkale’ye varsak vede bir otele yerleşip dinlensek ne iyi olur. Benim sıcak bir banyo yapmaya öyle gereksinmem var ki! Bir gece dinlendikten sonra, ertesi gün Truva’ya gider, tatilimizi nerede ve nasıl geçireceğimize orada birlikte karar veririz."
Diye kısık sesle mırıldanmaya başladı. Onun bu özlemini;
" ...evet, ...ben de, ...iyi olur, ...haklısın!"
Gibi kısa yanıtlarla destekleyen Phillipp;
" Özür dilerim."
Diyerek sözünü bitirdi;
“ Özür dilemene gerek yok Phillipp. Gördüğün bir şeyi bende görmeyi isterim! Ama endişelenmekte de haklıyım.”
“ Ne gibi?”
Sorusunun ses tonundan onun hâlâ kırgın olduğu belli oluyordu;
" Durmadan tuhaf sesler duyduğunu ve anlamsız şeyler gördüğünü savunuyorsun!”
Eleştirisinin sert kaçtığını anlayan Helen, başını yukarı kaldırıp ona bakarak gülümsedi ve sevecen bir sesle;
" Belki de ben yanlış duydum."
Diyerek başını onun koluna usulca kedi gibi sürtüp, sesini incelterek özür dilercesine;
“ Lüğüüüt-fen...”
Deyince durum değişiverdi. Phillipp ne kadar kızgın olursa olsun, Helen her seferinde bu tür cilvelerle onu yumuşatmayı iyi bilirdi. Ardından bilinçli bir şekilde dalgalı ve yaygın bir sesin;
“ Miiiiğ-yaaahv!”
Dediğini duyan ve tüm gücüyle gülmemeye çalışan Phillipp bunu başaramadı. Sıkıca birbirine bastırıp kenetlediği dudakları arasından bir tıslama sesi sızınca ikiside yüksek sesle gülmeye başladılar. Phillipp ona dönerek kolunu omuzu üstünden doladı, kendine doğru çekti, yanağını Helen’in başına dayadı ve onun güneşte ışıldayan altın sarı saçlarına sinmiş lavanta kokusunu içine çekti. Başını yukarı kaldıran ve ona sevgi dolu gözlerle bakan Helen’i bir süre hayranlıkla seyrettikten sonra, gülümseyerek alnından öptü. Bu çapkın oyuna kanmayan Hellen, gözlerini ondan ayırmadan;
“ Az önce bana ne söyliyecektin?”
Sorusunu yineledi. Sesinin tonundan ısrarından vazgeçmeyeceği de belliydi. Phillipp tam:
“ Akçe...”
Diye söze henüz başlamıştı ki, arka yan koltuktan gelen sabırsız bir erkek sesinin;
“ Nihayet!”
Dediğini duydular. Orada oturan genç;
" Herhalde ben yüksek sesle düşündüm?"
Diye başını kucağındaki okuduğu kitaptan yukarı kaldırıp öne doğru bakınca, Helen’in kızgın mavi gözleriyle karşılaştı. Dirseğini koltuğun kolluğundan ayırmadan, çenesine dayadığı elini yanağından çözerek, alnını kaşır gibi yapan genç, bu elin siperinde yüzünü gizledi. Onun bu anlamsız davranışlarından dahada kuşkulanan Helen; “Bu adam mutlaka konuştuklarımızı dinliyordu. Phillipp’i uyarmalıyım!” diye içinden fikir yürütürken, Phillipp’te ”Acaba bu sesde Akçe’den mi geldi?” sorusunu çözmeye çalışıyordu. Genç adam ise; ”Mutlaka ben yüksek sesle düşündüm!” diye yakındıktan sonra, hiçbir şey olmamış gibi başını kucağındaki romana doğru eğdi ve okur numarası yaparak öylece bekledi.
Phillipp, Helen’in ona olan güvenini böyle saçma bir oyun yüzünden yitirmek istemediğinden gerçeği ona söylemeye karar vermişti artık;
" Sanırım tüm olanlar bronz bir Akçe yüzünden başımıza geliyor, Helen!"
" Hangi Akçe?"
" Kazıdan çıkan."
" Hangi kazıdan?"
" Son kazıdan."
Kazı kayıtlarında “Akçe” diye bir buluntunun olmadığını bilen Helen;
" Ama Phillipp, tutanaklarda böyle bir Akçe yoktu ki!"
" İş arkadaşlarıma onun varlığını bir türlü kanıtlayamadığım için, tutanaklara girmedi tabi!"
Böyle bir şeyin olanaksız olduğunu iyi bilen Helen kuşkulu bir şekilde sordu;
" Peki nerede bu Akçe?"
“ Yanımda."
" İnanamıyorum Phillipp! Yoksa sen?”
" Ben de ilkin inanmadım ama, kazı yerinde Akçe toprağı yararak dışarı fırladı..."
“ Phillipp?"
" Yere dik olarak kondu ve kendi ekseninde önümde fırıldak gibi dönmeye başladı."
“ Phiiiii-lippp!”
“ Doğru söylüyorum Helen!”
“ Saçmalama n’olursun!”
" Her seferinde: ”Bakın bu Akçe.” diye iş arkadaşlarıma göstermek istediğimde, o solucan gibi toprağa dalıp kayboluyordu”
“ Hayal görmüş olacaksın!”
“ Onlar da öyle dediler ve benimle ilgilenmeyi bırakıp, testinin tamamını topraktan çıkarmaya başladılar. Bende görevim olan; Kazı yerinin fotoğraflarını çekip...“
Sabırsızlanan Helen;
" Onları bende biliyorum. Bunların hepsi kazı tutanaklarında var. Sen bana Akçe’yi anlatsan iyi olur!"
Böylece Phillipp kazı yerinde olan olayları yine atlamak zorunda kaldı;
" Akçe ilkin bana baktı ve hoplaya-zıplaya önüme kadar gelip durdu."
" Beni eğlendirmek için neler uyduruyorsun sen böyle?"
" Uydurma falan değil Helen! Akçe’ye belli etmeden elimdeki fotoğraf gerecini arkamdaki düzlüğe koydum ve ona doğru usulca ilerledim. Yaklaştığımı görünce yuvarlanarak gerileyen Akçe belli bir uzaklıkta yerde dik bir şekilde durarak her iki yana doğru sallanmaya başladı."
Hellen her ne kadar;
" Saçmalama!"
Diye sözünü kestiyse de bu uyarıda “Phillipp’in anlatı yeteneğine olan hayranlığının izi” belli oluyordu;
“ Hiç Bir şey olmamış gibi ben yere diz çökerek elimin tersiyle toprağı düzlemeye başladım. Akçe’nin yalpalayarak bana doğru yaklaştığını sezdiğim anda, çevik bir hamle ile üzerine atılayarak onu yakaladım ve...”
Phillipp hem anlatıyor, hem de o günü yaşıyormuş gibi olayları ses ve edimleriyle canlandırıyordu;
“İki elimi birbirine birleştirerek;
“Bakın bu Akçe!”
Diye iş arkadaşlarıma gösterdiğimde onlar avucumun içinde topraktan başka birşey olmadığını görünce güldüler. Çünki o çoktan yok olmuştu elimin içinde."
“ Başına güneş geçmiş olacak!”
“ Onlar da öyle dediler ve testi üzerindeki toprak tabakasını özenle temizlemeye devam ettiler."
Sabırla onun anlattıklarını dinleyen Helen’in aklın yine, arka koltukta oturan genç geldi Usulca el çantasını açtı ve içinden küçük yuvarlak bir pudra kutusu çıkardı. Elini yukarı kaldırarak, kapağının aynasında yüzüne bakıyormuş gibi yaparak arka koltuğa göz attı. Aynada yansıyan ; Küçük oval tel gözlükl, sarışın, kıvırcık saçlı yakışıklı gencin konuşulanlara kulak verdiğini görünce, kısa bir süre aynanın içinde saçını düzeltiyormuş gibi yaparak onu izledi. Başını yukarı kaldıran genç, yüzünü gizlediği parmakları arasından, önde oturan bayanın elindeki ayna ile onu dikizlediğini anlayınca; Çabucak bakışlarını aynadan kaçırdı, kollarını göğsünde kavuşturarak başını oturduğu koltuğun uzantısına dayadı ve gözlerini yumdu. O ara başını Helen’e doğru yavaşça çeviren Phillipp, onun yukarıda tuttuğu elinin içine bakarak, anlattıklarını dinlemediğini görünce;
“ Hellen!”
Diyerek onu uyardı. Suç üstü yakalanan Helen, elini aşağıya indirdi ve dizinin üstüne koydu. Böylece avcunun içindeki aynayı Phillipp’in görmesini engellemiş oldu;
“Sen beni dinlemiyorsun ama !"
“ Onu da nereden çıkardın? Buluntu diyordun, anlat dinliyorum.”
“ İş arkadaşlarım buluntuyu kazı yeri dışındaki çalışma masasın üstüne götürüp yatırdılar ve buluntu üzerinde titizlikle çalışmaktaydılar. Ben Testisi’nin üstündeki siyah parlak sırın içinde renkli resimler görmeye başlayınca...”
" Yine saçmalama lütfen!"
Uyarısıyla onun sözünü kesen Helen yeniden;
“ Akçe?”
Hatırlatmasını yaptı. Phillipp’te böylece iş arkadaşlarıyla yaptığı tartışmaları yine atlamak zorunda kaldı;
“Akçe, ikide-bir tutarsız sözleri bana söyletmeye başlayınca...”
“İnanamıyorum Phillipp! Sen nasıl böyle saçma şeyleri olmuş gibi bana anlatabiliyorsun?”
Bu tenkide de aldırmayan Phillipp sözüne devamla;
" Ben gömü yerine atlayıp zemine düşünce, başımı çarpmışım. Yaşlı Fransız gelerek beni yerde buldu. Bir leğen su ile havlu almak için dışarı çıktığında sen ve İtalyan gömü yerine geldiniz. Benim yerde yarı baygın şekilde yattığımı görüncede sen telaşlandın. Sonra doktorda kazı yerine geldi ve..."
Phillipp bu sefer konuşmasına ara vermeden başını Hellen’e doğru hızla çevirdi. Onun bir kolunu yukarı kaldırmış, avucunun içindeki aynaya baktığını ve anlattıklarını dinlemediğini görünce de dürterek uyardı;
“ Heee-len!”
“ Ne var?”
“ Sen beni yine dinlemiyorsun ama!"
“ Olurmu öyle şey?”
" Aynaya niçin bakıyorsun?"
“ Gözüme birşey kaçtı da.”
“ Ben bakayım.”
“ Hayır geçti. Sen anlat, dinliyorum.”
Diyerek pudra kutusunu kapattı, çantasına koydu. Aynı zamanda da; “Onu kontrol ettiğimi anlayınca uyur numarası yapan bu adam mutlaka bizim konuşmalarımızı dinliyordu.” diye düşünmekteydi;
“ Gerisini biliyorsun Helen. Doktor beni kontrol ettikten sonra iğne yaptı, bir süre dinlenmem gerektiğinii önerdi ve hasta raporu verdi. Bizde birikmiş izinlerimizi alarak...”
“ Bana bir dakika izin verirmisin?”
Diye onun konuşmasını ansızın kesen Helen ayağa kalktı. İkide-birde sözünün kesilmesinden hoşnutsuz kalan Phillipp ise canı sıkılmış bir şekilde başını pencereye çevirerek dışarıyı seyretmeye başladı. Helen; Gözleri açık kucağındaki kitaba bakan gence yaklaşıp kulağına eğilerek;
“Gelibolu uzakmı?’
Diye fısıldayınca, bunu duyan genç gözlerini hızla yumarak uyur numarası yapmaya başladı. Geri dönen Helen Phillipp’in yanına gelerek oturdu. Dirseğiyle onu dürterek;
“ Şu arka yan koltukta uyur numarası yapan genç adam konuşmalarımızı dinliyordu.”
“ Nerden çıkarıyorsun bunları?”
“ Onu suç üstü yakaladığımı görünce gözlerini yumdu.”
“ Sana öyle gelmiştir.”
“ Ama ilkin gözleri açıktı bu adamın!”
“ Kimileri gözleri açık uyur Helen. ”
Küskünlüğü bırakarak başını ona doğru çeviren ve;
“ Ayrıca bizim gözetlenecek ne gibi gizli bir yanımız var ki?"
Sorusunu soran Phillipp’e verecek uygun bir yanıt bulamayan Helen susmayı yeğledi. Ama yinede arka koltukta oturan kıvırcık saçlı gencin onların konuşmalarını dinlediğine kesinlikle emindi.
Yolculuğun devamında konuşmadılar. Helen çoktan gözlerini yumup-uyumuştu.
Gelibolu otobüsünün duyurucusundan gelen; “Sayın Yolcularımız’” sesiyle ışıklar yandı. Şöförün yanındaki koltuktan kalkarak koridora giren yardımcı görevli elindeki ses yükselticisi ile;
“Gelibolu otobüs acentasına yaklaşmak üzereyiz.”
Anonsunu verince otobüste bir hareketlilik başladı;
“Aktarma yapacak yolcularımızın satış yerinde biletlerini kontrol ettirmeleri gerekir.”
Dedikten sonrada mikrofonu kapatıp yerine koydu ve araya geri dönerek elindeki listede boş yerleri kontrol etmeye başladı. Helen’in Elini kaldırarak;
“ Bakarmısınız!”
Çağrısına;
“ Buyur abla. Bir arzunuzmu var?”
Cevabını veren yardımcı görevli gülümseyerek ona doğru geldi;
“ Gelibolu’dan Çanakkale’ye ilk vapur kaçta kalkıyor?”
“ Bildiğim kadarıyla 1,5 saat sonra.”
Tam uzaklaşmak üzereydi ki, geri dönerek;
“ Ben size, Eceabat’a minibüs ile gitmenizi tavsiye ederim. Oradan hem her yarım saatte Çanakkale’ye vapur var, hemde burada boşuna beklememiş olursunuz. ”
“ Teşekkür ederim.”
“ Bir şey değil abla, görevimiz.”
Otobüsleri, acantanın önünde durunca indiler. Burada 2 Saat beklememek için minibüs ile Eceabat’a gidip oradan da Çanakkale’ye araba vapuruyla geçmeye karar vermişlerdi. Minibüsün bagajına sırt çantalarını ve el valizlerini koyduktan sonra; Yolculukta uyuşmuş bacaklarını açmak ve temiz hava almak için iskele alanına doğru yürüdüler.