0
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
169
Okunma
(Birinci vazifen, Türk istikbalini, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
…Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş...
…Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere memleketin dahilinde İktidara sahip olanlar gaflet ve delalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler…)
“Teslim olun, etrafınız sarıldı!”
Yirmi Yedi kişiydiler. Atları Göksu’daki yeşil otlu uzun çayıra salıp Bağlar Sırtına çıkmış, orada sırt çantalarını indirip kısa aralıklarla sıra sıra oturup silahları kucaklarında hiç konuşmadan bir umut diyen gözlerle uzak öteleri seyrediyorlardı. Karanlık gitti aydınlık geldi miydi acaba!
İşte baskını orada yediler…
“Sarı Çıyan Sarı çıyan, kanımızı emdin düş artık yakamızdan!”
Bitmez tükenmez Cuma eylemleri vardı. Neden? Türbanlı kızlar okula gidemiyormuş. İmam Hatipliler Üniversiteye giremiyormuş. Sırtını iki ayyaşın yarattığı vesayet rejimine dayamış hilafetsiz halifesiz Aktürkler… İmanlıya imansıza, açığına kapalısına, soylu soysuz, ahlaklı ahlaksız ayırt etmeden tümüne hükmeden kafirleşmiş siyasi kişilikler…
Yüzü gözü kapalı kara çarşaflı kadınlar, avaz avaz bağırıyorlardı; Şeriat iteriz Şeriat! İşte her şey o zaman öyle başlamıştı.
Sarı benizli sırık adam çıktı meydanlara. Kalabalıklara, çay simit çay simit diye haykırdı. Hocaya çelme takıp düşürmüş, peşinden de sırtındaki onun giydirdiği gömleği çıkardığını söylemişti.
Elini havaya kaldırıp parmağındaki yüzüğü göstererek; kutlu bir yola çıktım yoldaşlar. Yolun başındayken tek sermayem budur. Eğer ki, bir gün zengin olup koluma bilezikler takarsam bilin haram yemişimdir. O zaman koca bir meydana darağacı kurup yağlı ilmeği boynuma geçirin! Onu bile demişti. Sonra yürümüştü kutsal dediği o yolda, inanan imanlı nice insan da sürü sürü arkasında…
Bir Demokrasi Treni olacaktı. Ona binecekti. Ama Trenle sonsuza kadar gitmeyip hedef belirlediği yerde tereddütsüz inecekti…
Camiler kışlamız, minareler süngü deyip kendi söylemiyle ayyaş vesayetin soysuz mahkemeleri kararıyla hapse girse bile durmak yok yola devam diyerek dindar ve sadakaya muhtaç fakir fukara insanları, yıllarca Komünizm ile korkutulup muhafazakâr kalmayı sosyalizme yeğ sayan yarı cahil yaşayanları peşinden sürüklemeye devam etti. Başarılı da olmuştu…
“Teslim olun, etrafınız sarıldı!”
Vakit öğleyi geçmişti gelip bağlık sırtına oturduklarında. Göğün altında yerin üstündeyken kucaklarına yatırdıkları silahları vardı ama sanki çırçıplaktılar. Çünkü oturdukları yer çıplak bir tepeydi.
Ortaca yerde dikili bir kaya, arkasında tozumuş bir tarla yolu. Uzun çayır o tarafta ve atlar da oradaydı. Tepe etekleri bodur meşeli ormanlık gibi bir yer. Ağaçlar kısa boylu ve cılız, çünkü kök saldıkları yer az topraklı çok taşlıydı. Koca bir Höyük ve ötesinde evlek evlek pay edilmiş Bulgar’dan kalma bağlar vardı. Ötede Babatepe. Demircihalil ve Kırklareli. Sol yanda Kilisebayır, Yündalan ve Üsküp. Kuzeye doğru Düzorman, Hediye, Sazara köyleri. Paspala’nın yukarı tarafında Mokroşova… Mokroşdere Türkiye Bulgaristan arasındaki sınır çizgisiydi, Balkan savaşları sonrası çizilmiş. Aslında onlar, genellikle oralarda gezerlerdi. Çünkü oralarda yüksek dağlar, balta girmemiş gibi gür ormanlar vardı. Bir baskın yeseler sınırı dereden geçip Bulgar’a kaçmaları çokça kolaydı…
“Sarı Çıyan Sarı Çıyan, kanımızı emdin düş artık yakamızdan!”
Demokrasi bir Trenmiş. Binilip gidilir, istenilen yerde de inilir. Öyle değil ama o öyle demişti. Bir gün oldu ki, memlekete Başbakan oldu. Öyle olsun diye seçilmişti. Çünkü seçimle gelmek Demokrasinin gereğiydi.
Önceleri Cumhuriyet miydi rejim? Biçim Demokrasi miydi? Yasama, yürütme, yargı; öyle miydi sacayağı? Yasama yasa yapacak, yürütme yasalarla çalışacak, yargı hak hukuk işine bakacak. Denge öyle miydi? Memleket, öyle hak hukuk adalet terazisiyle mi yönetilmekteydi? Saltanata kim dedi, “Yıkıl!” Hilafete kim dedi, “Git!” Halkın meclisini kim kurdu, parlamentoyu etkin ve yetkin yapan kimdi, kimlerdi? Halk Fırkası demedi mi “Tek Parti olmaz. Rakipsiz rekabetsiz Demokrasi olmaz.” Öyle deyip kendi karnından doğurmadı mı adı Demokrat olan Kıratlıyı.
Sosyalizm kitleler, Kapitalizm zenginler için. Kitleler halk, zenginler kimlerin nesiydi. Nice amansız savaşlardan çıkmış yok yoksul ülke kalkınmak için fabrikalar kurdu, iktisat için bankalar açtı. İşletmeler işledi, imal etti, üretti. Devlet kimin? Herkesin. Ziraat Bankası, milletin efendisi köylüye finans sağlayarak kol kanat gerdi. Köylü ekti, biçti, üretti…
Ama Demokrasi Treniyle gelen Demokrat olmayan o Otokrat kişi, “İki ayyaş” dedi onlara. Devlet şirket mi? Patron bir işveren mi? Orta çağda mı kaldık? Halkın olan Alpullu şekeri, Karabük demir çeliği, Nazilli basmayı, altın, gümüş, bakır, demir; tüm madenleri ve işletmeleri, yol, köprü, liman, alan, taşı toprağı babasının malıymış gibi hunharca sattı. Ya gavura ya yandaşa, hem de üç kuruşa. Kazandıklarını da hoyratça harcadı. Hem de tehditler savurdu. Biraz güçlenmişti ya hani! “Bak kızdırmayın beni, inerim sizin kıçı kırık Treninizden!”
Sonra indi de. Çünkü rejimi değiştirip kendisini Başkan seçtirmişti. Başkan tek adam. Trenden inince tahterevalliye binip camiye gitti. Namaz kılıp tanrıya dua edeceğine cami avlusu içindeyken din iman sömürüsüyle kandırıkçı, yanıltıcı siyasi söylemler üretti.
Demokrasi de neymiş! Sacayağı, güçler ayrılığı; o da neyin nesiymiş! Yaşasın tek adamlık! Yüzyıllarca yaşamış koca imparatorluğu kim, nasıl yönetti? Padişah tek adam değil miydi?
Koca sarayında otururken tek başına keyfince çıkardığı gece yarısı kararnamelerini pişkin pişkin sırıtarak imzaladı. Astığı astık kestiği kestik bundan sonra. Baş kaldıranın başı ezilecek. Başkana tek laf eden diller kökünden kesilecek. “Özgürlük isterük” deyip isyan edenler Silivri zindanına gönderilecek.
En büyük ben, başka büyük yok! Nereden nereye! Ama durmak yok yola devam. Beraber yürüdük biz bu yolları…
Sarı Firavun dirilip çıkmıştı Piramidinden. Kanlı gözlerinde gene kara sürmeler vardı asırlar öncesindeki gibi. Ananızı da alıp gideceksiniz ulan, sizi gidinin Allahsız Kitapsız kafirler! Pis ruhunda kin ve nefret, kokmuş içinden öfke kusuyordu. Zehir kusuyor, bok kusuyordu…
“Adın ne?” -Yunus Emre. “Siktir git!” -Yunus Can Emre. “Talebe misin?” -Evet. “Hangi Okul?” -Odtü. “Siktir git!” -Siktirdim, İstanbul Üniversitesi. “Ulan amına koduğum çocuğu hem suçlu hem güçlüsün! Toplanıp neden geldiniz buraya? Bağırırsınız avaz avaz. Yakıp yıkar, kırıp dökersiniz. Soyup soğan etmiş koca Belediyeyi. Sonra enselenmiş. Savcı var, hâkim var. Memleketin tarafsız mahkemesi var. Yargılanır. Suçu yoksa girdiği gibi çıkar, suçluysa paşa paşa yatar, size ne ondan! Hangi örgüttensin sen, adı ne?” -Bir ağaç olmak tek ve hür. Ve bir orman kardeşçesine… “Dilin kopsun!” -Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz. “Sloganınız batsın!” -Sizin de adaletsiz hükmünüz. Boğazınıza kadar çamur. Battınız zaten, gün günden batıyorsunuz. Batın boğulun! “Recayi, Mahmut; alın şunu götürün başımdan! Tıkın kodese, delirdim ulan! Siz de boş durmayın, gazlayın! Tekme tokat. Coplayın! Ne illet millet ne de vekil mekil, yaşlı genç, kadın erkek ayırt etmeden. İtekleyin, tökezleyip düşsünler! Alsın anasını siktirip gitsin hepsi. Sırık Reis öyle emretmedi mi?”
“Ne delil ne iddianame. Ne de yargılama! Kaç hafta kaç ay oldu abla! Bekle bekle daha ne kadar? Nefes alamıyorum burada. Boğuluyorum. Ben ölüyorum abla! Gözünü seveyim, istersen elini öpeyim. Yeter artık, ne olursun yalvarıyorum sana…”
O abla, avukat bir kişiydi. Onu Baro temin etmişti, o ve o gibi suçsuz yere hapsedilmiş gençleri savunsun diye.
Birlikte helaya gitmişlerdi. Avukat abla, orada cübbesini çıkarıp ona vermişti. O da cübbeyi sırtına geçirip sessiz sedasız bir güzel kaçıvermişti. Sonra yetişen kanatlı Hızır, onu sırtına bindirip bu köye getirmişti. Çünkü o, bu köyde doğup büyümüş, mektebe bu köyden çıkıp gitmişti.
Kaçacaktı. Kaçıp kayıplara karışacaktı, başka çare yok. Sınır denilen çizgi köye çok yakındı zaten, pek zor olmaz.
Dereköy tarafından geçip gitse acaba orada mayın tarlası var mıydı? Yoksa bile beride Türk, ötesinde Bulgar devriyesi olur. Adını Malkoçoğlu’ndan almış Malkoçlar Köyünün orası vardı, Kofçaz ilçesinde. Adımını atsa ötesi başka bir ülke. Demir perde yıkılmış olsa da AB’ye üye olmuş, orada hem zenginlik hem de özgürlük vardı. Edirne’deki Meriç Nehrinin öte yanı Yunanistan’dı. Ama hem Malkoçlar hem Meriç buraya oldukça uzak. Kanatlarına bindirip kendisini buraya getiren Hızır da dönüp gitmiş. Çağırsa gelir belki ama nasıl? En iyisi Paspala. Az ötedeki Mokroş Derenin öbür yanı Bulgaristan. Orası uzak sayılmaz ama gene de yürüyerek olmaz. Hem orası, dağ tepe ve gür ormanlık bir yer. Tek başına yolu nasıl bulacak.
En iyisi gitmişti babasının arkadaşı Kırmızı Hasan’a, ona demişti; “Hasan Aga, bana bir at bir de sen lazım. Olur mu rahmetli arkadaşın babam hatırına?”
Kırmızı Hasan:
“Ben de gelirim, atta veririm ama olmaz.” demişti.
“Neden be Hasan Aga?”
“Vermem de gelmem de... Olmaz.”
“Neden be Aga?”
“Dolandırıcılar, vurguncular, soyguncular, baronlar kaçtı. Katiller, caniler, hainler kaçtı. Tarikat yurtlarında, Cemaat okullarında beyni yıkanmış kripto İmamlar kaçtı. Kötü ruhlu kötüler hep kaçtı. Sikeyim hepsinin anasını avradını! Peki sen neden kaçıyorsun? Suçlu musun? Birini mi öldürdün? Banka mı soydun? Uyuşturucu ticaretinden zengin mi oldun? Vergi mi kaçırdın? Yoksa askere mi gitmeyeceksin? Götünden korkanlar kaçtı çocuk! Bir de kaçanın anası ağlamaz diyen korkaklar kaçtı. Bir de hani o çok parası olsun isteyen açgözlüler… Hep kaçak kaçarak, kaçıp kaçıp saklanarak nasıl yaşanılır? Korku, endişe, kaygı ve stres içinde… Bence sen hiç kaçma. Ulan Bin korumayla gezen korkağın teki bile durmadan durmak yok yola devam diyor. Hem de gece gündüz. İsyanlardaki ezilmiş halkın gazabı korkusuyla sokağa çıkamasa da alan, medya, cami, hem de her yerde… Sen ondan daha mı korkaksın? Mücadeleye devam mücadeleye devam. Sen de durmadan, yılmadan hem de korkmadan hep onu söyle…”
“Ben Silivri zindanından kaçtım, bir abla yardım etti bana. Sonra bir sarı taksi Hızır olup getirdi buraya. Burası oraya kaç adım? Kuş uçumu kaç santim, kaç dakika? Daha akşam bile olmadan gelip bulurlar beni. Oraya tekrardan dönmek istemiyorum. Orada nefes alamayıp boğuluyorum. Hızla değilse bile usul usul ölüyorum…”
“Asarım ulan seni! Keserim ulan seni! Çiğner ezerim ulan seni. Çükün kaç santim, hadım ederim ulan seni!”
Günden güne artan baskı ve zulüm insanları canından bezdirmişti. Ordu yandaş edilmiş, polis köse ortağa verilmiş, hukuk siyasete alet edilmişti. Adalet yoksa ne canı can ne malı maldır insanın.
Halk isyan bayrağını çoktan açmıştı ama sanki onun da pek faydası olmuyordu. Çünkü azıcık sivri görünen, hak hukuk adalet için azıcık ses yükselten kim varsa şafak vakti enselenip götürülüyordu Silivri’ye. Bazıları şehri bırakıp dağlara çıkmış. Kırmızı Hasan öyle demişti. Silahlanıp eşkıya olmuşlar. Ama onlar kötülükle mücadele etmeye, onu gönderip iyiliği getirmeye ahdetmiş eşkıyalarmış…
“Atına binip Toroslardan Çukurova’ya inen, sonra dönüp yeniden Toroslara dönen İnce Memed gibi mi?”
“Pek sayılmaz.”
“Hani vardı ya İçkici Köyün Haramileri, onlar gibi mi?”
“Bak o sayılabilir…”
Kırmızı Hasan ona at vermişti. Silah mermi temin etmişti. Giydirmiş, ayağına çarık, yanına çul çaput vermişti. Sonra göndermişti dağın yüce başına, o yiğit insanların yanına. “Tek tek hepsine çok selam söyle. Bir ihtiyaçları olduğunda koşup bana gelsinler…”
“Teslim olun, etrafınız sarıldı!”
Fırlayıp ayağa kalktılar, kucaklarında uyuttukları silahları ellerine aldılar. Uzun zamandır baskın yemiyorlardı. Bakındılar, görünürde kimseler yoktu. Ama ses, Turan Karabulut’un Nalbant Çayırı yamacındaki ceviz bahçesi tarafından gelmişti…
Adı Yunus Can Emre olan mektepli eşkıya hep yazıyordu. Cebinde kâğıt kalem olmasa bile gözlerini yumup zihnine yazıyordu. Karanlık gitti, aydınlık geldi. İşte oradaki bağlık sırtından uzaktaki Kırklareli şehrine bakıyordu. Görülmeyen şehrin semalarına bakıyordu. İstiyordu ki, orada havaya ışıkla yazılmış böyle bir şey olsun. Çıyan gitti, zulüm bitti. Baskı bitti, özgürlük geldi. Havaya ışıkla yazılmış böyle bir şeyler görsün istiyordu. Ama bulut yok, sis, buğu yok; gök masmaviyken havaya böyle bir yazı asılsa bile görünmez ki! Keşke buraya gündüz değil de gece karanlığında gelselerdi. Hem karanlıkta baskın da yemezlerdi…
Usul usul çekilip oradan uzaklaşmaya çalışırlarken iki el silah sesi dağların yamaçlarında yankılandı. Kendilerini yere attılar. Sonra hızlı hızlı sürünmeye başladılar. Az ötelerinde Höyük vardı. O Höyüğün tepesinde uykuya yatmış bir yanardağın lav çukuru gibi oyuk bir yer vardı. Oraya varıp siperlenirlerse karanlık olana kadar dayanır, sonra kaçıp kurtulurlardı…
Eteğine varınca baktılar ki, o küçücük Höyük büyümüş de büyümüş, koca bir dağ olmuş. Bu koca dağın yüce başına böyle sürünerek çıkılmaz. Kalkıp yürüyerek, bazı bazı diz çökerek gitmeliler.
O anda yaylım ateşi başladı. Mermiler havada uçuşup kulak çınlatan acı ıslıklar çalarken dağlarda yankılanan yüzlerce patlama sesi birbirine karıştı. Kurşunu yiyen birisi düştüğü yerde hareketsiz kalmıştı. Sonra öteki, sonra beriki, sonra başka biri… Yirmi Altı kişi tek tek vurulup dağ gibi Höyüğün yamacında serili kaldı.
Sonra silahlar sustu, kurşun yağmuru durdu. Onca yağmurun bir damlası dahi gelip mektepli eşkıyaya değmemiş. Tek o sağ kalmıştı. Diz çöktüğü yerden kalkıp dikildi. Ellerini havaya kaldırıp bağırdı; “Mehmet Çavuş Mehmet Çavuş, kaç kez kaç söyledim sana, bırak peşimizi! Al Jandarmanı git! Ben anaların kınalı kuzularına kurşun sıkmam. Sıkmayız. Sıktım mı? Sıktık mı?” Elindeki silahı fırlatıp attı. “Hadi vur beni de!” Ama susan silahlar bir daha konuşmadı, kan kusmadı.
Başını çevirip cansız yatan 26 arkadaşına baktı. Ama gözünden tek damla yaş akmadı. Onlar için yapabileceği bir şey yoktu. Sonra uzun uzun iki kere ıslık çaldı. Göksu Çayırında otlayan atı onu duyunca kopup geldi. İkisi birlikte sırttaki tozlu yoldan usul adımlarla bağlık kayalıklarına doğru yürüyüp gittiler…
“Sarı Çıyan Sarı Çıyan, kanımızı emdin düş artık yakamızdan!”
Teknoloji almış başını yürümüş. Havada kendi başına uçan duronlar köşe bucak gezip gözetleyerek patronuna vidyolar gönderiyordu. Çok yükseklerdeki akıllı uydular kare kare resimler çekip patronuna gönderiyordu. Kötülerden kaçıp kurtuluş yok artık…
Bağlar altının aşağı ucunda Kiremitçi’nin Kışlası vardı. Kiremitçi, seneler önce sığırı davarı satıp İstanbul şehrine göçmüştü. O günde bugüne kışla yıkılıp yerle yeksan olmuştur ama çoban kulübesinin taş duvarları hala ayaktadır. Atı Çakır’la birlikte oraya gidecekti…
Kulübenin üstünü örter, kapısını camını tamir eder, etrafı temizler. Kendisine bahçe yapıp içine tülü şeyler eker. Radyo televizyon yok. Telefon internet yok. Bir kâğıt bir kalem. Atı salar özgürlüğe. İstediği yerde gezsin, istediği otu seçip yesin. Suyunu ister dereden ister Babının Pınarından içsin...
Kırmızı Hasan, yatak yorgan getirir kendisine. Ekmek yemek getirir. Çay, kahve, tütün getirir. Rakı şarap bile getirir. Ara sıra o da gider köye. Ne oldu ne bitti diye memleket hallerini sorup sual eder.
Sıcakladığı zaman ormanın derin gölgesine, akan derenin serin suyuna girer. Çetin kışlarda üşürse ateş yakar. Odun bol. Dumanın yükselip görülmesinden korkmaz. Çünkü Jandarmanın Mehmet Çavuşundan korkmaz. Sarı Çıyanın Silivri zindanında konuşlanmış gardiyanından, polisinden korkmaz. Bir ömür beklemesi gerekse bile zalimin gitmesini, zulmünün bitmesini, özgürlüğün gelmesini yılmada usanmadan bekler.
Mazlum er ya da geç kazanacak, zalim ise önünde sonunda mutlaka kaybedecek; o güzel günleri sabırla özlemle bekler…
LaTekmen. Eylül/2025 Lüleburgaz