8
Yorum
24
Beğeni
5,0
Puan
479
Okunma


Ol (mak ) Ve öl (mek) arasındaki fark iki noktadan ibarettir. İki nokta arası mesafe yaşamdır. İlki, ciğerlerimize dolan ilk havayla gözlerimizi açtığımız o çığlıksız an; diğeri, son nefesimizi verirken göz kapaklarımızın çektiği o ağır perde. Bu iki nokta, bir "O" harfinin başlangıç ve bitiş noktaları gibi birbirine bakar. Ve o kusursuz döngü, işte bu iki nokta arasında gerilmiş görünmez bir ipten örülüdür. Bir "O"dur yaşamak: Doğduğun noktada başlar, öldüğün noktada biter, ama o dairenin içinde kıvrıla kıvrıla hep aynı merkeze dönersin. İlk ağlama sesinden son nefesin sessizliğine uzanan o eğri, evrenin en kadim şarkısının notalarıdır. Her "O" bir halkadır, bir yüzüktür, bir sonsuzluk işaretidir parmağımıza takılı. Dünya döndükçe, bu halkalar birbirine eklenir; her ölüm yeni bir doğumun tohumu olur toprağa düşer. Bir bebeğin gözlerinde parlayan ışık, dün toprağa verilmiş bir ihtiyarın gözlerinde sönen ışığın aynısıdır çünkü. Bir ağacın kökleri mezarları delip geçerken, dallarını bir bebeğin beşiğine uzatır. İşte o "O" harfi, toprağa düşen tohumun içinde kıvrılan filizdir; kışın donmuş nehirlerin altında gizlice akan suyun şarkısıdır; bir kelebeğin kanadındaki desendir ki ölümünün yedinci gününde bir çocuğun avucunda yeniden hayat bulur. Bu döngü öyle derindir ki, her son bir başlangıçtır aslında: Bir mezar taşının dibinde açan çiğdem, ölümün taş renginden doğan bir hayat fışkırmasıdır. Bir annenin doğum sancıları, bir başka bedenin toprakta çözülüşünün ritmine uyar. Ve biz, o iki nokta arasında sallanan bu salıncakta; ne tam doğduğumuz noktaya dönebiliriz ne de öleceğimiz noktadan kaçabiliriz. Yalnızca o kavisin içinde savruluruz. Yaşam dediğimiz mucize de işte bu iki nokta arasında gerilmiş o incecik çizgide saklıdır: Bir yanımız toprak kokusuna doğru çekilirken diğer yanımız gökyüzüne uzanan bir çınar gibi kök salar. Her nefes alışımızda doğar, her nefes verişimizde ölürüz zaten. İki nefes arasındaki o boşluk, işte asıl yaşadığımız yerdir. Bir "O"nun içinde döner dururuz: Doğumun ve ölümün birleştiği o gizli noktada, aslında ikisinin de aynı şey olduğu bir fısıltıdır hayat. Bir gün senin son nefesin olacak o iki noktadan biri, başka bir "O"nun ilk nefesi olacak. Çünkü evren hep bir soluk büyür: Birinin ciğerlerinde sönen yıldız, bir başkasının göz bebeğinde yeniden doğar. İşte o yüzden mezar taşları dikilirken beşikler sallanır, gecenin en karanlık vaktinde sabahın ilk ışığı filizlenir. Bu döngü kırılmaz, bu "O" asla tamamlanmaz. Sadece dönüşür. Bir beden toprak olurken, bir tohum gökyüzüne uzanır. Ve sen, şu anda bu satırları okurken, o iki nokta arasındaki çizgide yürüyen bir "O"sun: Geçmişin ve geleceğin birleştiği o kaviste, nefes alıp verişinle dünyayı döndüren bir döngünün canlı kanıtısın. Ölümün soğuk noktasına doğru ilerlerken bile, sırtında taşıdığın "O"nun içinde doğumun sıcaklığını taşırsın. Çünkü bilirsin ki, bir noktada biten her şey, diğer noktada başlayan bir şarkının nakaratıdır sadece. Ve bu nakarat, dünya var oldukça, iki nokta arasında gerilmiş o kutsal çizgide hep söylenecek: Bir "O" ki içinde hem son hem başlangıç, hem toprak hem gökyüzü, hem ölüm hem diriliş aynı anda var olur. İşte yaşam dediğimiz o muazzam dizilim de da bu var oluşun ta kendisidir.
Bir gün sırtını döndüğünde o iki noktaya bakarsan görürsün ki aslında aynı noktadır ikisi de. Doğduğun yerle öleceğin yer arasında çizdiğin o hayali çizgi, kocaman bir "O"nun eğrisinde kaybolmuştur. Çünkü toprağa ilk düştüğün andan son kez toprağa karıştığın ana kadar geçen zaman, bir ağacın gövdesindeki halkalar gibi hep aynı merkeze işaret eder: Varoluşun ateş çemberi. Şu insan dediğimiz kırılgan varlık, o çemberin içinde bir meşale taşıyıcısıdır sadece. Bir elden diğer ele geçirir ateşi. Bir beden soğuduğunda, başka bir bedenin göğsünde kor haline gelir. Bir annenin doğum sancısındaki çığlık, bir başka annenin mezar başındaki ağıtla aynı notadan yükselir. Çünkü acı da sevinç de bu döngünün demir halkalarını döven çekiçlerdir. Her vuruşta biraz daha sağlamlaşır o sonsuz "O". Bir beşiğin kıvrımıyla bir tabutun ahşap eğrisi aynı marangozun elinden çıkmış gibidir. Tahtanın içindeki damarlar, can çekişen bir atardamarın haritasını taşır. Ve o ahşap, bir gün toprakta çözülüp bir tohumun sırtını okşadığında, yepyeni bir gövdeye dönüşecektir. İşte yaşam dediğimiz mucize: Bir mezar taşının dibinde açan gelincik çiçeğinin köklerinin, o taşın altında yatanın saçlarına dolanmasıdır. Bir babanın mezarına dökülen çocuğun gözyaşlarının, yedi nesil sonra bir bebeğin alnına düşen ilk yağmur damlasına karışmasıdır. Çünkü su döngüsüyle can döngüsü aynı bulutun gölgesinde buluşur. Bir nehir yatağında birikmiş kemiklerin fosforu, gecenin balıklarının gözlerinde parlarken; bir çocuğun süt dişi, bin yıl sonra bir arkeoloğun avucunda sırra dönüşür. Bu yüzden her ölüm eksilmiş değil, dağılmıştır sadece. Çünkü hiçbir şey yok olmaz, sadece "O"nun içindeki yerini değiştirir. Bir mum alevinin titreyerek sönmesi, aslında başka bir mumun fitilinin tutuşma anıdır. Bir gözün kapanışıyla bir gözün açılışı arasındaki o karanlık an, işte asıl büyünün gerçekleştiği yerdir: Orada, bir solukluk sessizlikte, ölümle yaşam el sıkışır. Birinin son nefesi diğerinin ilk nefesine karışırken, o iki nokta birleşir ve döngü kendini tamamlar. Yeniden. Yeniden. Yeniden. Bir kum saati gibi... Üstteki kumlar alttakilere dönüşürken, aslında hep aynı taneler dökülür. İşte bu yüzden mezarlıkların yanındaki oyun bahçelerinde çığlık atan çocukların sesi hüzün değil, zafer marşıdır. Bir mezar taşının gölgesiyle bir salıncağın izi aynı toprakta kesiştiğinde, "O"nun kusursuz döngüsü bir kez daha teyit edilir: Ölüm dirilişin önsözüdür sadece. Ve sen, bu satırları okurken, o muazzam döngünün tam ortasındasın. Ciğerlerine çektiğin hava, belki bir dinozorun son nefesindeki karbondioksiti taşıyor. Verdiğin nefeste, belki bin yıl sonra bir çocuğun ciğerlerinde can bulacak oksijen var. İşte bu yüzden yaşamak, bir emaneti taşımaktır: Aldığın ateşi söndürmeden bir sonraki ellere iletmek... O iki nokta arasında koşarken düşüp dizlerin kanasa bile, bil ki o kan toprağa karışacak ve bir gülün kırmızısında yeniden doğacak. Çünkü döngü budur: Yaralanan hep iyileşir, ölen hep dirilir, kaybolan hep bulunur. "O"nun içinde kırılan her şey, bir başka formda bütünlenir. Ve "O" öyle bir çağlayandır ki, dünya var oldukça, iki nokta arasındaki o ince çizgide hep akacak: Doğumun kaynağından ölümün denizine doğru... Ve sonra yeniden yukarı, buhara dönüşüp yağmur olarak doğum tepelerine düşmek üzere. Çünkü her son, sadece yeni bir başlangıcın ta kendisidir.
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (9)