0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
165
Okunma
Hayat, çoğu zaman elimize tutuşturulan boş bir valiz gibidir; içinde taşınanlar çoğu zaman beklentilerimizden uzak, bazen ağırlığıyla, bazen de yokluğu ile varlığımızı belirler. Kimi insanlar, bu valizdeki ağırlığı başlarının üstünde bir tac gibi taşırken, bazıları ayaklarının altında bir toprak gibi hisseder. Bu durum, yaşamın eşitsizlikleri ve insanların deneyimlediği acıların bireysel farklılıklarını simgeler.
Varoluş, yalnızca kişisel bir hikâye olarak yaşanmaz; aynı zamanda çevremizle, diğer insanlarla olan etkileşimlerimizle de şekillenir. Kahramanımızın acılarıyla örülmüş bir hikâye başlarken, öteki varoluşun varlığını ilan eder: “Ben buradayım.” Bu çelişkili eşzamanlılık, insanın kendi hayatıyla başkalarının hayatlarının kesiştiği noktada yaşadığı gerilimi ve karmaşıklığı gösterir.
İki adım ötemizde devrilen bir ömür, bize kendi kefenimizi biçme sorumluluğunu hatırlatır. Ölümün ve kaybın kaçınılmazlığı, yaşamın anlamını sorgulamamıza yol açar. Hayat, bir avuç toprak gibi geçici ve dönüştürülebilirdir; ister üzerine serelim, ister bırakalım, eriyip gider. Her nefes, kendi küçük ölümümüzün yankısıdır; her adım, zamanın sabırlı ellerinde silinmeye mahkûmdur.
Bu perspektiften bakıldığında, yaşamın kıymeti sahip olduklarımızda değil, kaybettiklerimizde, boşluklarda ve yarım kalan seslerde saklıdır. İnsan, ancak kayıplarını, yarım kalan hayallerini ve sessiz fısıltıları fark ettiğinde varoluşun anlamına yaklaşabilir. Gerisi ise geceyle örtüşür, bir avuç toprak ve unutulmuş bir hüzünle kalır; tıpkı hayatın kendisi gibi, kısa, geçici ve derin bir iz bırakan.
Ve ben asıl ben ne durumdayım...
Yıkık bir harabe gibi kalbim. Bir köşesinde dumanı çoktan tükenmiş bir ocak duruyor; öte yanında ise sararmış yüzüyle sessiz bir duvar. Taşların dili sanki bana “ben buradayım” diye fısıldıyor.
Hayatın içinde koşup yetişmeye çalıştıkça, yüklerim çoğalıyor. Bu yükler, tersine yürüyen ayak izlerim gibi, göğsümde açılıp kapanan bir yarığa dönüşüyor. Belki de bunun sebebi, çocukluğumun hâlâ omuzlarımda taş kesilmiş bir dağ gibi durmasıdır.
Karanlık, kötülüğün hizmetkârı olmaya devam ederken, ben kendi loşluğuma sığınmayı seçiyorum. Eski anılarımın hangi rüzgâra kapıldığını, ufkun puslu çizgisinde gözlerimle arıyorum.
Ve yine de karşılıksız seviyorum. Avuçlarımda neredeyse çölleşmiş bir ıslaklık kalıyor; gözlerimi suçluyorum, dilimden dökülen susuz cümleleriyle beraber.
Ama olmadı… Yiğitliğimin adı sevgide anılmadı. Olmadı. Benim payıma yalnızca kırık bir sessizlik düştü.
Korkularımın beslendiği başka bir korku olduğunu düşündüğüm an, içimi daha bir tedirginlik sarar. Yazın ortasında, bedenim sanki buz odalara atılmış gibi donar; zangır zangır titreme hissi kaplar beni. Asıl anılması gereken, yalnızlığın gidişinin en resmi yönüdür. Herkes kendi yaralarının açıcılarını aramakla meşgul olur; ama ben öyle bakmam. Ben, yaraların ilk alınışına, acının kabuğa secde etmesine bakarım.
Acı ve yalnızlık, çoğu zaman gizlenir ve görmezden gelinir; oysa insanın gerçek deneyimi, yaralarının ilk darbelerinde şekillenir. Herkes kendi çaresini ararken, ben o ilk kırılmayı, o ilk yanmayı izlerim; çünkü insanın kendisiyle kurduğu en derin ilişki, yaralarının sessiz tanığı olduğu andadır.
Ve bir an gelir ki, gök üzerinden inen ışıkların bir parçası odam olur.
Sevilmenin ışığı, gözlerimden kalbime doğru süzülür;
yaralarımı, yalnızlığımı ve geçmişin yükünü yumuşatır.
Bu ışık, sadece gözüme değil, ruhuma da dokunur;
her karanlık köşe, her unutulmuş anı, nazikçe yeniden aydınlanır.
Sevmek, fena bir şey değildir;
ancak hak edene, hak olana ait olmalıdır.
Çünkü sevgi, hak etmeden verildiğinde,
bir değer kaybına uğrar; bir boşluk gibi geri döner,
ve hem verenin hem alanın ruhunu yorar.
Hak ediş, sadece bir ödül değil,
aynı zamanda insanın kendi varlığını, kendi değerini tanıma şeklidir.
Acı, yalnızlık ve korku da benzer bir öğretidir.
Korkularımız, aslında başka korkuların gölgesidir;
yaralarımız, zamanla kabuğa secde eder ve sessiz bir bilgelik bırakır bize.
Hayat, bu ilk darbeleri, kayıpları ve sessiz acıları fark ettiğimizde anlam kazanır.
Ve insan, ancak kendi karanlığıyla yüzleştiğinde, ışığı gerçekten görebilir.
Belki de yaşamın özü, hak edilmiş ışıkla dokunmakta,
hak edilmiş sevgiyle karşılaşmakta ve hak edilmiş yalnızlıkla barışmakta yatar.
Her nefes, zamanın sabırlı ellerinde geçici bir iz bırakır;
her adım, geçmişin gölgeleriyle ve geleceğin belirsizliğiyle örülüdür.
İşte bu yüzden, göklerden inen ışığın bir parçasının odam olması, sadece bir an değil;
hayatın kendisini kavrayışın, acıyı, sevgiyi ve varoluşu birleştiren bir metafordur.
Ve belki de insan, ancak ışığın ruhuna dokunduğu anda,
hayatın geçiciliğini, acının değerini ve sevginin gerçek anlamını anlayabilir.
O an, varoluş bir bütün hâline gelir;
yaralar ve ışık, acı ve sevgi, yalnızlık ve yakınlık—her biri aynı anda,
ve sessiz bir bilgelik içinde, insanın kendi özüyle buluşur...
18-09-2025
ist
z.can