1
Yorum
5
Beğeni
5,0
Puan
147
Okunma
Hz. Ebûbekir (r.a.): Sadakatin Zirvesi
Yazar: Murat Kerem
Bir gün düşün: En yakın dostunu, en güvendiğin insanı, hayatın en zor anında yanında buluyorsun. Sana öyle bir sadakat gösteriyor ki, bütün bir ömrünü seninle beraber hakikat uğruna harcıyor. İşte Hz. Ebûbekir (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) yanında böyleydi. Onun adı anıldığında, sadakat ve vefa kelimeleri bütün ihtişamıyla canlanır. O, sadece bir halife, sadece bir sahabî değil; dostluğun, fedakârlığın ve imanla yoğrulmuş teslimiyetin yaşayan timsaliydi.
Sıddîkiyetin Hikâyesi
Mekke’nin en sıcak günlerinden biriydi. Müşrikler arasında alaycı fısıldaşmalar dolaşıyordu:
“Arkadaşın, bir gecede Kudüs’e gidip göğe yükseldiğini söylüyor.”
Onlar, Ebûbekir’in şaşırmasını bekliyordu. Fakat o, hiç tereddüt etmedi. Gözünü kırpmadan şu tarihi cevabı verdi:
“O söylüyorsa, doğrudur.”
Bu söz, tarihe yalnızca bir sahabenin cevabı olarak değil, sadakatin zirvesi olarak geçti. Bu yüzden ona Sıddîk denildi. Çünkü hakikati tasdik etmekte kimse onunla yarışamazdı.
İmam Gazâlî, onun imanındaki derinliği şu benzetmeyle dile getirir:
“Ebûbekir’in imanı, ümmetin tamamının imanıyla tartılsa, yine de ağır basardı.” [1]
Sevr Mağarasındaki Dostluk
Hicret yolculuğunda Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte Sevr mağarasına sığındıklarında, müşriklerin ayak sesleri yaklaştığında Ebûbekir’in kalbi ürperdi:
“Ya Resûlallah, eğilip baksalar bizi görecekler.”
O an Efendimiz’in dudaklarından şu ayet okundu:
“Üzülme! Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe, 40)
Korku bir anda sükûna dönüştü. Bu sahne, asırlar boyunca dillerden düşmeyen bir dostluk sembolü oldu. Çünkü gerçek dost, yanındayken yükünü hafifletir; yokluğunda ise boşluğu asla doldurulamaz.
İbn Kesîr, bu anı aktarırken şöyle kaydeder:
“Ebûbekir’in gözyaşları korkudan değil, Resûlullah’a duyduğu sevgiden akıyordu.” [2]
Fedakârlığın Sınırı
Bir gün Resûlullah (s.a.v.) sahabeyi Allah yolunda infaka davet etti. Hz. Ömer, malının yarısını getirmişti ve gururla, “Ey Allah’ın Resûlü, malımın yarısını getirdim” dedi.
Hz. Ebûbekir ise malının tamamını getirdi. Efendimiz (s.a.v.) ona sordu:
“Ev halkına ne bıraktın, ey Ebûbekir?”
O, sükûnetle cevap verdi:
“Onlara Allah ve Resûlünü bıraktım.”
Sahabe arasında bir sessizlik oldu. Hz. Ömer başını eğdi ve itiraf etti:
“Vallahi Ebûbekir ile yarışmam mümkün değil.”
Mevlânâ bu tavrı, aşk ve teslimiyet diliyle şöyle tasvir eder:
“Ebûbekir, malını da canını da Allah yoluna verdi. Onun davası, dünyanın cazibesini geride bırakıp ebedî dostluğa koşmaktı.” [3]
Hilafet Günlerinde Tevazu
Resûlullah’ın (s.a.v.) vefatı, Medine’de tarifsiz bir boşluk meydana getirmişti. Ensar ve Muhacirler arasında yapılan uzun istişarelerden sonra ümmetin ilk halifesi olarak Hz. Ebûbekir seçildi.
Halife olduğu gün, minbere doğru yürürken ayaklarının titrediği, gözyaşlarını tutamadığı rivayet edilir. Minbere çıkınca sesi titreyerek şöyle dedi:
“Ben sizin en hayırlınız değilim; fakat bana böyle bir görev tevdi edildi. Doğru yaparsam bana yardım edin, yanlış yaparsam beni düzeltin. Doğruya itaat edin, yanlışa boyun eğmeyin.”
Ve ardından şu tarihi sözü söyledi:
“Zayıf olan yanımda güçlüdür; hakkını alana kadar. Güçlü olan yanımda zayıftır; ondan hakkı alınana kadar.”
Bu sözler, liderliği saltanat değil emanet olarak gören anlayışın ilanıydı.
Tarihçi İbn Kesîr bu hutbeyi değerlendirirken şöyle der:
“Ebûbekir için hilafet bir şeref değil, ümmete hizmet için yüklenilmiş ağır bir emanetti. O, liderliği bir ganimet değil, sorumluluk olarak gördü.” [4]
Rivayetlere göre halife seçildiği ilk sabah pazara gitmiş, elinde kumaş parçalarıyla ticaret yapmaya çalışmıştı. Hz. Ömer ve Hz. Ebû Ubeyde ona rastladılar ve dediler ki:
“Ya Ebâ Bekir, sen artık ümmetin işlerine bakmakla mükellefsin. Bu ticaret sana ağır gelir. Beytülmâl’den ihtiyacın kadar alman gerekir.”
Bunun üzerine Ebûbekir (r.a.), ailesini geçindirecek kadar küçük bir maaşı kabul etti. Onun hilafeti işte bu sadelik ve kanaatkârlıkla başladı.
İmam Gazâlî, bu tevazuyu “ateşten bir gömlek gibi giyilen hilafet” benzetmesiyle ifade eder. [5]
Savaş Meydanında Gözyaşı
Bedir Savaşı’nda Ebûbekir, saflar arasında kendi oğlu Abdurrahman’ı müşriklerin safında gördü. Savaşın ardından oğlu iman ettiğinde şöyle dedi:
“Baba, savaş meydanında seni birkaç kez gördüm; ama sana kılıç sallamaya elim varmadı.”
Ebûbekir’in gözleri doldu ve cevap verdi:
“Ama ben seni görseydim hiç tereddüt etmezdim. Çünkü biz Allah için savaşmaktaydık.”
Bu söz, onun sadakatinin ne kadar derin ve tavizsiz olduğunu gösteriyordu.
Vefa ve Dostluk
Resûlullah (s.a.v.) vefat ettiğinde, sahabe arasında büyük bir sarsıntı oldu. Hz. Ömer kılıcını çekmiş, “Kim Muhammed öldü derse boynunu vururum!” diyordu.
Hz. Ebûbekir mescide girdi, Resûlullah’ın mübarek yüzünü açtı, gözyaşları içinde eğilerek alnından öptü ve dedi:
“Sen yaşarken de güzeldin, ölürken de güzelsin.”
Sonra cemaate dönerek şu ayeti okudu:
“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. O ölür veya öldürülürse, siz geri mi döneceksiniz?” (Âl-i İmrân, 144)
Kalabalık o anda sükûnet buldu. Ebûbekir’in vefası, yalnızca dostuna değil, ümmetin imanına da sahip çıkışın adıydı.
Bugüne Düşen Dersler
Hz. Ebûbekir’in hayatı bize şunu öğretir: Sadakat kökleri sağlamlaştırır, vefa dostluğu derinleştirir, fedakârlık davayı yüceltir, tevazu ise liderliği zulümden korur.
O, yalnızca Asr-ı Saadet’in bir yıldızı değil, her çağda yol gösteren bir meşale oldu.
Kalplere Bıraktığı İz
Hz. Ebûbekir’in ömrü, sadakatin ete kemiğe bürünmüş halidir. Fedakârlığıyla, vefasıyla, tevazusuyla ve imanındaki berraklıkla sadece sahabeye değil, bizlere de ders oldu.
Bugün dostluğun ucuzladığı, vefanın unutulduğu, fedakârlığın azaldığı bir çağda onun duruşu bize şunu fısıldar:
“Dostluğun kıymetini bil, sadakati kalbine nakşet, tevazuyu elbise yap, Allah’a teslim ol. İşte o zaman yolun asla kaybolmaz.”
Ve Mevlânâ’nın kalbinden dökülen şu sözler, Ebûbekir’in yolunu en güzel şekilde özetler:
“Ebûbekir’in gönlüne giren aşk, güneşi bile gölgeledi. O aşk ki, sadakatle birleşince, kıyamete kadar yolumuzu aydınlattı.” [6]
Kaynakça
[1] İmam Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn.
[2] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye.
[3] Mevlânâ, Mesnevî.
[4] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye.
[5] İmam Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn.
[6] Mevlânâ, Mesnevî.
5.0
100% (2)