0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
146
Okunma
„Bir ülkede yaşıyoruz, 3 yanı 4 deniz ile çevrili
ve cennet gibi...
Dev bir ülkede yaşıyoruz;
Kos-kocaman gövdesi ile Anadolu,
başıysa Avrupa kıtasına sokulu,
çaresizlığimize şaşıyoruz.
Bir ülkede yaşıyoruz komşumuzun adı
„Modern Batı“,
biz ise tüm medeniyetlerin kaynağı olan
ve tarihi kavimler ile dop-dolu bir vatan...
Bir ülkede yaşıyoruz biz evet...
“Antik Roma ve Yunan kavimleri değil sadece,
tüm avrupa kültürünün köküdür bu ülke!"
Dememiz gerek.
Ama BİZ,
BİZ’liğimizden habesiz;
aynı topraklarda yaşadığımız,
aynı kültürü paylaştığımız
insanları ayrıcalıyoruz,
ve düşman sayıyoruz!
Sen ki insan ;
Türk, Müslüman, Hiristiyan,
Kürt, Alevi, Suni, Ermeni,
Yahudi, Süryani denen
karedeşlerini
aşşağılaman ve yabancı yapman neden?
„Hayda!
Melek gibi suçsuz iken biz beyim,
nerden çıktı bu haksız suçlama?”
Demeyin,
demeyinde
beni lütfen birazcık dinleyin,
yada Anadolu denen bu toprağa
kulak verin, Iyice.
Ne denli yakınmalar duyacakınız orada.
Yoksa siz
böylemi avutacaksınız kendinizi;
“5 asırlık Osman Oğulları bizi
yabancı işgaline teslim edip
bir İngiliz donanma gemisine binip
kaçıp gitti, aman ne iyi!”
mi diyeceksiniz?
Oysa ki
bu topraktan gelen duymadığınız çığlıklar
belkide dostlar,
birtakım yenilmiş ruhların yakınma naraları olabilirdi?
Ama yine
yeniden iyice
dinleyin bu inlemeleri;
İşgalci postallarının altında ezilen,
yok olan yada kendilerine maledilen
bir kültürün, bir milletin
bir medeniyetin
haklı uyarmalarıdır bu sesler bize? İyice dinlesenize!
Belli ki siz bu seslere kulak vermiyorsunuz,
belki okumuyorsunuz, belkide bilmiyorsunuz;
Sadece
yakını gören miyop gözlerinizle
ya elinizdekilerin değerini görmek,
yada istemiyorsunuz bu değeri benimsemek.
“Türkiye’liyim,
Anadolu’dur benim ülkem ,
sorunlarım da bu gün ile kısıtlı iken,
ben geçmişi neyleyim?"
Sözlerinizle
bakıyorsunuz bu meseleye basitce sadece.
Ama gerçek öyle mi?
Eğer Tarih bir yineleme ise;
Ne çabuk unuttunuz Anadolu topraklarının işgalini
-hemde yakın tarihimizde-
Atatürk ismi size hiç-mi-hiç bir şey hatırlatmıyor,
yada Kurtuluş Savaşları,
bu uğurda dökülen atalarımızın kanları?
“Ülkem” dediğiniz bu topraklar
sadece yaşadığınız sürecemi
sizlere emanet edildi
dostlar?
Bağımsızlık uğruna can verenlere;
“Ya İstiklal, ya ölüm!” Diyenlere,
hiç bir teşekkür borcumuz bile mi yok,
onları anmak bilemi sizce çok?
Bu “Ülke” kavramın içinde;
Ne Arap, ne Suriyeli,
ne Afgan, ne Rus, ne Ukranya kökenli,
nede Mafia gibi kirli para yıkayanlar vardır,
Ülken sadece senin yaşadığın topraklar kadardır.
Bu işgalci mahluklara vatandaşlık vermek için
yaşam toprağını sorumsuzca satmak niçin?
Sattığın toprak senin kendi malın değil ki!
Bu 3 yanı 4 denizle çevrili
eşsiz, cennet gibi ülke,
yalnızca yaşadığın sürece,
sana emanet
edilmiş bir memleket.
Atalarının kanıyla kazanılmış,
tarihi, kültürü ve kahramanlıkları ile tanınmış
bir yerde;
Satan ve
satın alanda modern bir “İşgalci” dir bence!
(oguz can hayali SIĞINMACI (26) şiiri)
ATİNA
Olaylar ve anlar vardır, gözünümüzden kaçarlar ama içinde minicik bir şey bizi etkiler, bunu algılayamayız, çünki biz doğal olarak yaşam gereksinmeleriyle haşır-neşirizdir. Bilnçli değil isek; Her an biri biten-diğeri başlıyan zamanın akışına kapılıp gidiveririz ve bu yolculuk son nefesimize değin sürer. Bilinçli isek, yani anı bilerek yaşıyorsak; O zaman olayları yönlendirme, yaşamı azda olsa kendi gereksinme ve mutlu bir geleceğe doğru şekillendirme olanağına sahipizdir. Geçek anı yakalayamadığımız yada algılayamadığımız anda ise; Olaylar bizi direnç göstermemize olanak vermeden sonu belirsiz, gidişi kontrolsuz bir yöne doğru sürükler.
İşte böyle bir ağustos sabahı, kızgın güneşin altında Phillipp antik bir Arisokrat mezarı kazısında; 2 Fransız, 1 İtalyan ve eşi Helen ile arkeolojik çalışma yaparken, topraktan dikine çıkmış büyükçe bir bronz Akçe’nin üst yarısını gördü. Diğer üç kazı arkadaşı bu Akçe’nn yanı başında 2 saattir bir Şarap Testisi’ni özenle kuyumcu titizliği ile zedelemeden etrafını açıp topraktan çıkarmaya çalışıkları için bunu algılayamadılar.
Yunanistan’da Haziran ve Eylül ayları arası güneşin kızgınlığı nedeni ile ancak öğleye doğru 11’e kadar çalışma olanağı vardır. Bu yalnızca arkeolojik çalışmalarda değil, yaşamın tümünde böyledir. Banka, devlet daireleri, şirketler ve iş yerleri uzun bir öğle uykusu tatiline girdiklerinden hiçbir işlem yapılamaz. Açık alanda yapılması gereken işler ise; Sabahın en erken saatlerinde başlanıp saat 11’ekadar tamamlanıp tenteli yada soğuk havalandırmalı kapalı yerlere aktarılır ve orada çalışmalara devam edilir. 3 Arkeolog arkadaşının; Güneşin yakıcılığı ile yarış ettikleri bu arta kalan son kısa zaman aralığında yaptıkları süratli çalışmayı Phillipp’in;
“ Ayağınızın dibindeki Akçe’ye lütfen dikkat edin!”
Uyarısı ile kesince, iş arkadaşları ilkin yere ve sonrada ona dönüp; ”Hangi Akçe?” der gibi baktılar. Çünki o çoktan toprağa dalıp-kaybolmuştu. Onlara ne cevap vereceğini bilemeyen Phillipp bakışlarını öte yana çevirerek, üstünü silkeler gibi yaptı. Bunun bir şaka olabileceğini sanan iş arkadaşları ise güldüler ve işlerine devam ettiler.
Phillipp bu tuhaflığa bir anlam vermeye çalışırken, onun şaşkın bakışları altında; Akçe yeniden başını topraktan dışarı çıkararak, etrafına bakındı ve yuvarlanarak onun önüne kadar geldi. Onu yerden almak için eğilince de, Akçe ilkin geriye yuvarlanıp kısa bir uzaklıkta dik durdu ve orada her iki yana doğru yalpalamaya başladı. Phillipp elindeki fotoğraf makinasını kazı kenarına koymak için geri dönerek, düşünmek için biraz zaman kazanmaya çalıştı. Belkide kızgın güneşin etkisiyle düş görmüş olabilirdi. Makineyi yüksek bir yere koyduktan sonra, boşalan elleri ile göz yuvarlarını ovaladı ve emin olmak için yeniden geri dönerek gözlerini açtı. Ama Akçe orada duruyordu. Phillipp hiç bir şey olmamış gibi bir dizi üstüne çömeldi ve sanki yerde bir şey arıyormuş gibi önündeki toprağı düzlemeye başladı. İlgisi artan Akçe yuvarlanarak belirli bir yakınlığa gelince de, Phillipp ansızın üstüne atıldı ve onu yakaladı;
“Bakın bu akçe!”
Diye yüksek sese bağırıp ikinci kez iş arkadaşlarını uyarınca, ona döndüler. Onun ortada birleştirilmiş her iki avucunun içinde topraktan başka bir şey göremeyince de Phillipp’ın sağlık durumundan endişe duymaya başladılar. Zamanın kısalığından dolayı işlerine dönüp Şarap Testi’ni topraktan çıkarıp bir keten çuvalın üstüne yatırdılar. Elindeki toprağı yere silken Phillipp görevi olan; “Buluntu yerini harita üzerinde tesbit edip, yerin fotoğraflarını çekerken” hem yaptıklarından utanıyor, hemde edimlerini önleyememesine şaşıyordu.
Şarap Tastisi’nin her iki yanını çuval beziyle destekleyen iş arkadaşlarından İtalyan olanı; İçindeki toprağı özenle dışarı çıkarıp inceledikten sonra tahta bir kutuya koyarken, diğer iki Fransız da ellerindeki ince uzun tüylü fırçalar ve pilastik kazıma gereçleri ile üstündeki toprağı özenle kaldırmaya çalışıyorlardı. Phillipp ilkin bu buluntu üstünde siyah bir sır olduğunu gördü. Daha doğrusu ona öyle geldi. Çünki testi üzerindeki tozlar süpürüldükçe; Sanki testiye bir sır sürülüyormuş gibi bu gövedede parlak bir siyah sır beliriyordu;
“ Bu siyah sırda neyin nesi?”
Diye bir ses duyuldu. Ses önun sesiydi ama, bunu o söylememişti ki! İtalyan meslektaş ona;
“Ne sırrı, ne siyahı Amigo?”
Diye sorunca öbür iki fransız Arkeolog’da o yöne dönerek Philipp’e baktılar. Onun şaşkın yüz ifadesinden söylediği sözün yine bir şaka olabileceğini anlayınca güldüler ve;
“Phillipp, başına güneş geçti galiba. Sen istersen lojmanlara git, dinlen.”
Öğüdü ile çalışmalarına geri döndüler. İşin en tuhaf yanı; Phillipp’in gözlerinin önünde gerçekten siyah sırlı bir testinn durmasıydı. Üç kişinin aynı şeyi, aynı anda yanlış görmesinin olanaksız olduğunu bilen Phillipp, yanıldığına karar verdi ve 2 metreye yüksekliğe yakın kazı duvarına yaslanarak, bu sesin nereden gelebileceğini düşünmeye başladı. O ara İş arkadaşları da testiyi keten çuvalın üstüne yerleştirdikten sonra yan düzlükteki üstü beyaz bir tente beziyle gölgelenmiş çalışma masasının üstüne kadar getirerek koydular. Phillipp’te düşünceli bir şekilde kazı planını katladı, fotoğraf makinasını aldı ve kazı yerinden çıktı.
Doğruyu söylemek gerekirse, testi üstünde beliren siyah parlak sırra ve duyduğu sese Phillipp’inde aklı eremiyordu; “Acaba tüm bu yadırgatıcı şeyler, az önce gömü zemininde gördüğüm Antik Akçe yüzünden mi başıma geliyor?” diye düşündü. Onu en çok şaşırtan şey; Ağzından çıkan sözcüklerle, gördükleri arasında çelişki olduğunu bildiği halde, bir türlü hareket ve sözlerini kontrol edememesiydi.
Yorgun adımlarla araştırma masasının hemen karşısında duran dinlenme yerine gelen Phillipp elindekileri yanda duran çantaya koyduktan sonra, bir sandalye çekerek oturdu. Düşünceliydi. Gömleğinin üst cebinden sigara paketini aldı, köşesini masaya vurarak silkeledi, paketten dışarı fırlayan filitrelerden birini dudaklarının ucuyla yakalayıp dışarı çekti ve paketi masanın üstüne koydu. Bacak-bacak üstüne attıktan sonrada ceketinin yan cebinden aldığı çakmakla sigarasını yaktı. Derin bir nefes çekip dumanını öndeki masada çalışan iş arkadaşlarına doğru üfledi. Aynı anda sessizliği bozan;
“ Testinin üstündeki bu siyah ve parlak sırda neyin-nesi?”
Sesini yeniden duyunca şaşırdı. Şaşıran tek kişinin kendisi olmadığını, ona doğru dönen ve soru dolu gözlerle bakan 3 iş arkadaşını görünce anladı. Phillipp’i en çok yadırgatan şey, bu sesin yine kendi sesine tıpa-tıp benzemesiydi;
" Hangi sır, ne siyahı?”
Sorusu genç Fransız’dan gelmişti. Phillipp’se ondan maktıklı bir karşılık bekleyen bu üç kişiye ne diyeceğini düşünmek için, hemen bakışlarını onlardan kaçırdı, başını öne eğdi ve sigarasından keyifle bir nefes daha çekerek zaman kazanmaya çalıştı. Aynı anda; “Ben bu sözü söylemediğime göre, peki kim söyledi?” sorununu çözmeye çalışıyordu. Onlarla göz-göze gelmekten kaçınarak, başını yavaşça önden yana çevirip yukarı kaldırarak ciğerlerinde birikmiş dumanı çadırın beyaz tentesine doğru püskürttü. Sigarayı tuttuğu elinin dirseğini masaya dayadıktan sonrada, alnını bu elin içine yerleştirdi ve yüzünü gizleyerek kısa bir süre öylece durdu. Bu anlamsız davranışlarını yadırgayan iş arkadaşları şaşırmaktan vazgeçip, onun sağlık durumundan iyice kuşkulanmaya başladılar. Yinede ona soru sormaktan kaçınıyorlardı. Sigarasından son nefesi çeken ve dumanı dizlerinin üstüne üfleyen Phillipp yavaşça ayağa kalktı, elindeki sigarayı yere bıraktı, ayakkabısının ucuyla söndürdü ve ilerideki çöp kutusuna atmak için eğilip yerden aldı. Onu izleyen iş arkadaşlarına bakmadan, onların şaşkın bakışları altında önlerinden geçerek kutu açacağına ayağı ile basarak kapağını kaldırdı. İzmariti içine attıktan sonra ayağını çekince, aşşağıya düşen kapağın gürültüsü hoşuna gitti ve bunu bir çok kere tekrarladı. Onun geri döneceğini anlayan iş arkadaşları hızla yana çekilerek yol verdiler. Araştırma masasına kadar gelen ve;
“ Bence...”
Diye söze başlayan Phillipp;
" Testinin üstündeki; Şu kavuniçi zemin üzerine kahverengi-siyah boyalı, yandan görünüşlü, ince beyaz çizgili, iki boyutlu insan figürlerine baktığımızda...”
Diye işaret parmağıyla testi üstünde olmayan şeylerin dış çizgilerini gösterdikten sonra, parmağını çekti ve elini yumruklayarak dudaklarına doğru götürdü; “Hayda! Bu insan figürleri lafı da neden çıktı?” düşüncesiyle bir adım geri çekildi. Yumruğunun üstünde beliren baş ve işaret parmak ortasındaki çukura çenesini yerleştirdi, bu kolun dirseğini öbür eliyle destekleyip düşünür gibi yaptı. Aynı anda;
“ Aşil ve Hektor...”
Adlarının ağzından çıktığını duyunca buna kendisi bile şaşırdı. İşaret parmağının üst kenarı, dudaklarına dayalı olduğu için bu iki ad ağzından uğultulu ve anlaşılmaz şekilde çıkmıştı. Yumruğunu çözdü, avcunu açarak çenesini baş ve işaret parmağının arasındaki çatala yerleştirerek;
“ Aşil ve Hektor.’un...”
Sözcüklerini anlaşılır bir şekilde yineledi ve;
“ Truva surları önünde teke-tek yaptıkları kavgayı temsil ettiğine göre...”
Dedikten sonrada işaret parmağının kancasını dişleri arasına asarak bekledi. O bu sözleri nasıl ve niçin söylediğini düşünürken, gerçektende testi üstünde; Kavuniçi renginde bir zemin belirdi, bu zemin hızla çatladı ve yarıklar içinde; Ellerinde kılıç ve kalkanlarıyla teke-tek kavga eden iki kişinin siyah-kahverengi görüntüleri akmaya başladı. Arka plandaki Truva Surları ve ön ortada her iki savaşçının ayakları altında ölü yatan “Aşil’in akrabası ve en yakın dostu Atraklos’un cesedi” belirmeye başlayınca sözüne devamla;
" ...vede siyah zemin üzerindeki bu beyaz çizgili insan figürlerine baktığımızda..."
Diş ucundan çözdüğü işaret parmağı ile alt dudağını tıklayarak;
“ Resimlerin; İsa Peygamber’in doğumundan 3 ila 4 yüzyıl önce Atina Serves Çömlek Atölyeleri’nde uygulanan bir teknik kullanılarak sırlanmış olduğunu gösterir ki...”
Hem konuşuyor, hemde;”Neler saçmalıyorum ben böyle?” diye düşünüyordu. Testinin boğazında üçlü yaprak süsleri ve dibinde de boğa resimleri ince bir şerit içinde belirince, onun düşlediği tablo böylece tamamlanmış oldu. Ne diyeceklerini bilemeyen iş arkadaşları, sabırla onun sözünü bitirmesini beklediler. Şimdi Phillipp’in donuk bakışları ise testinin üstünde gördüğünü sandığı resimlerdeydi. Tüm bu saçmalıklara artık dayanamayan İtalyan’ın;
" Ne kırmızısı, hangi figür amigo?”
Karşı çıkmasıyla kendine gelen Phillipp davranış ve sözlerinin anlamsızlığına kendisi bile şaşırdı ama ağzından çıkan kelimeleri bir türlü engelliyemiyordu ki;
“...buda; İsa Peygamber’in doğumundan 3 bin yıl önce ‘Truva Geç Bronz Çağı’nda pişirilen şarap testisinin, binlerce yıl sonra sırlandığını kanıtlar ki...”
Bu kadarı da fazlaydı! Eğer onun kulaklarına gelen ses kendi sesi olmasaydı, mutlaka birini arayacaktı ama, ne yazık ki; dudaklarını oynatan ve konuşmasını bilgiç bir şekilde sürdüren de oydu. İş Arkadaşları yarı şaşkın, yarı kızgın gözlerle ilkin masa üstündeki sırsız testiye, sonra da Phillipp’e baktıktan sonra:
" Olamaz böyle bir şey!"
Diyerek çevresinde toplandılar ve ondan mantıklı bir açıklama beklemeye başladılar;
" Nerden çıkarıyorsunuz tüm bu saçmalıkları?"
Sorusu yine genç Fransız’dan gelmişti. Phillipp aldırmayarak; Şakağında duran işaret parmağını dik olarak dudaklarına kadar indirerek-değdirdi ve genç Fransız’a doğru dönerek “sus!” göstergesi yaptı. Susmaktan ve sergilenen saçma oyunu sonuna kadar seyretmekten başka bir seçenek kalmadığını anlayan iş arkadaşları; Gittikçe saçmalayan Phillipp’in aklını kaybetmek üzere olduğuna karar verdiler ve birbirlerine bakarak dudak büküp omuz silkeledikten soınra sustular. Dıştan dingin görünen Phillipp ise, aslında huzursuzdu. Tüm çabalarına karşın, anlamsız davranışlarını ve konuşmalarını kontrol altına alamadığı için canı sıkılmaktaydı. Bu tuhaf olayların mutlaka bir sebebi vardı, ama ne? Gerçekler ile gördükleri, söylemek istedikleri ile duydukları arasında çelişkiler çoğaldıkça, iç direnci dahada arttı. Davranış ve sözlerini her ne kadar kontrol etmeyi denediyse de, başaramadı. Kendine karşı verdiği amansız uğraştan yorgun düşen sesi, gittikçe yavaşlayarak kısılmaya başladı. İlkin bunu isteksizliğine verdi. Yorgundu da. Yönetilen ve ipleri başkasının elinde olan bir kukla olmak da istemiyordu. “ Öyleyse karşı çıkmalıyım!’” kararını verdi. Bunu yapmaz ise; Sorumsuz bir yazarın romanında kişiliksiz bir kahraman, cansıkıcı bir oyuncak olarak kalabilirdi. Bu düşünceler ile dudaklarının önündeki sus uyarısını, bileğinin ekseni yardımıyla döndürerek çözdü ve dik duran işaret parmağını oradakilere doğru uzattı. İş arkadaşlarının şaşkın bakışlarını görünce, yaptığı hatayı kavrayıp; Avrupa’da küfür anlamına gelen bu işareti, elini yumruklayıp kapayarak toparladı ve kolunu yere doğru indirerek kaybetti. Yukarı doğru gelen öbür eli, bu eli ile ortada buluşunca, çoktan birbiri üstünde kayarak sarmaş-dolaş olmuşlardı bile. Şimdi her iki eli, dua eder gibi göbeğinin üstünde durmaktaydı. Phillipp; “Belkide düş görüyorum?” sanısıyla başını her iki yana sallayıp-silkelerken sonra gözlerini birkaç kere açıp-kapadı. Aynı anda göbeğinin üstünde kenetli duran ellerinin gevşemeye başladığını hissedince de; “Edim ve düşüncemi kontrol edebiliyorum!” sevinci içinde tekrar kendine geldi ama bu mutluluğu, bakışları masa üzerinde duran, siyah parlaklılığı gittikçe solan Şarap Testisi’ne takılana kadar sürdü. Çünki resimler gittikçe matlaşıp-eriyerek doğal kil renkli çömleğin yüzeyine gömülerek kayboluverdiler. Şimdi Şarap Testisi; Pişmiş kiremit renginde sırsız bir şekilde önünde durmaktaydı. Demekki gördükleri düş idi ve iş arkadaşları ona karşı çıkmakta haklıydılar. Yaptığı anlamsız davranış ve söylediği tutarsız sözlerinden utanan Phillipp, yüzünü örtmek için ellerinden birini yukarı kaldırmak istediğinde, buna ancak göğüs seviyesine dek başarabildi. Ağzından da özür yerine;
" Tamam mı?"
Sözü çıkınca daha da çok şaşırdı. İşin anlamsız olan diğer bir yanı; Aynı zamanda başını birkaç kere öne ve geriye sallayarak, kendi yargısını kendisinin onaylamış olmasıydı. Kabarmış göğsü ve önünde çaprazladığı kollarının görkeminde; ”Zor bir meseleyi çözmüş olmanın” gururu vardı. O şimdi iş arkadaşlarından gelecek bir kutlamayı bekler gibiydi. Ama onların yüzünde durmadan değişen korku, şaşkınlık ve acıma görünümlerini anımsayınca, davranışlarındaki yanlışlığı anladı, kolları çözüldü, omuzları çöktü, boynu büküldü. Durumun ciddiliğini kavrayan İtalyan;
" Ben Helen’e haber vermeye gidiyorum!"
Diyerek çoktan yola koyulmuştu bile. Her iki Fransız birbirlerine baktılar ve kısa bir an susarak beklediler. Phillipp’in
aklına yine Akçe gelince, yüzünde neşeli bir gülümseme belirdi. Sinsi bir;
“ Hih-hii”
Kikirdemesiyle avuç içlerini birbirine neşeyle sürtüp-oğuşturdu Mutluluğunun sınırsızlığı yüzündeki görüntüden belli oluyordu. Ellerini birbirine çarparak, silkeledi ve;
" İşte bu kadar!"
Dedikten sonra da, bacaklarını iki yana açarak gerdirdi. Yere doğru sarkıttığı ellerini pantolonunun cebine soktu ve durduğu yerde “Gururdan göğsü kabarmış bir şekilde’” bir süre her iki yana sallanarak öylece bekledi. Onun sergilediği bu saçma oyuna sinirlenen genç Fransız ;
" Nereden çıkarıyorsunuz siz tüm bunları?”
Diye yüksek sesle bağırarak Phillipp’in üzerine doğru yürümek istedi. Eğer yaşlı olanı onu kolundan tutup;
" Dur lütfen!"
Önlemesiyle geri çekmeseydi, tartışma daha da büyüyüp, itişme konumuna gelecekti;
" Adamın bunalım geçirdiğini görmüyormusun, kendinde değil!"
Öğütünden sonra onu geriye doğru götürerek orada kısık sesle birşeyler konuştu.”Bunalım” sözünü Phillipp de duymuştu. İlkin buna aldırmadı, ama yine de; “Bana ne oluyor böyle?” diye düşünmekten de kendini alamadı. ”Gördüklerimden bu kadar emin olmamın nedeni ne?” Oysa oda iyi biliyordu ki Şarap Testisi ilkin sırsız ve resimsiz olarak topraktan çıkmıştı. Peki gözlerinin önünde ansızın beliren ve sonra kaybolan görüntülerin anlamı neydi? Bunalım varsayımı kabul etmiyordu ama gerçek apaçık ortadaydı. Tam özür dilemeyi düşünürken, yaşlı Fransız dost bir şekilde arkasına gelerek bir elini onun omuzuna koydu;
" Bakın bu testi sırsız, kırmızı topraktan pişirilmiş ve doğal kil renginde..."
Demeye henüz başlamıştı ki, onun konuşması;
" Ya üstündeki yazı?"
Sorusuyla Akçe tarafından kesilince, her üçüde şaşırdılar. Fransız, Phillipp’in yüzünü göremediğinden, bu sözü onun söylemediğini nerden bilebilirdi ki? Phillipp ise bu soruyu kendisinin sormadığını kesinlikle biliyordu ama, ne yazık ki duyduğu ses aynen kendi sesiydi. Öne doğru gelen ve;
" Hangi yazı?"
Diye soran yaşlı iş arkadaşına ne cevap vermesi gerektiğini düşünürken, testi karardı ve üstünde beliren siyah sır yarılarak kırmızı renkli “Aşil ile Hektor’un tek-e-tek kavga resmi” yeniden ortaya çıkmaya başladı. Aynı anda testinin boynundaki bej şerit içindeki 3 yapraklı motifler kayboldu ve orada; “Her iki ucu kırlangıç kuyruğu gibi sivri kesilmiş, havada dalgalanan” bir parmak genişliğine bir beyaz şerit belirdi. İlkin bu beyazlığın içinden karınca gibi minik karmaşık siyah noktacıklar dışarı çıkarak yan yana dizildiler ve çizgi şedklini aldılar. Çizgilerde uzayıp birbireriyle kesişip-birleşerek ‘Antik Yunan Çizgi-B Hece Harfleri’ şekline geliverdiler;
“(W)ilusa ve Trausa!"
Yazılarını yüksek sesle okuyan Phillipp, bu yazı şeklinin Kral Nestor’un Minos Saray kültürüne, yani İsa Peygamber’in doğumundan 2 bin yıl öncesine ait olduğunu da biliyordu. Artık böyle saçma sözler duymaktan sabrı tükenen yaşlı Fransız;
“ Bu kadarıda fazla!”
Dedi ve onu kolundan tutup testiden uzaklaştırmak istedi, başaramayıncada genç arkadaşına sert bir bakış fırlatıp yanına çağırdı. Her ikiside Phillipp’in direnmesine aldırmayarak onu dinlenme masasının yanına kadar geri-geri sürükleyerek getirdiler ve altına bir sandalye sürdükten sonra da omuzundan bastırarak zorla oturttular. Genç Fransız; Olmayan bir sırrın üzerinde kırmızı-sarı-kavuniçi resimler gören ve Antik Yunan Çizgi-B Hece Harleri ile yazılı “(W)ilusa / Trausa” isimlerini okuyan Phillipp’in artık çıldırmak üzere olduğuna karar vermişti;
" Ben doktora haber vermeye gidiyorum!"
Dedi ve yanlarından ayrıldı. Yaşlı olanı her ne kadar Phillipp’in tutarsız davranışlarından kaygı duymaya başladıysa da, bunu farkettirmeyecek kadar dingin ve olgun bir sesle:
" Ben Mısır’da yıllar boyu kazı yaptığım için çok iyi bilirim dostum..."
Gibi teskin edici sözleri ile masasının üzerinde duran şişesinden bir bardağa su doldurdu ve ona uzattı. Alıp isteksizce içen Phillipp’in sırtını bir eliyle sıvazladıktan sonra bu elini öbür omuzunun üstüne dostca koyarak “Sanki bir şiir okurcasına” tiyatral bir sesle kelimeleri ağdalayıp uzatarak;
" Kızgın güneş altında şapkasız çalışan bilim adamları, çölde olmayan şeyler görmeye ve asılsız sesler duymaya başlarlar."
Anlatılan şeye ilgi göstermeyen Phillipp bardağı masaya bırakıp ayağa kalktı, yeniden çalışma masasına gitti ve önünde şimdi “sırsız, resimsiz ve yazısız’” bir şekilde duran kil rengindeki testiyi incelemeye başladı. Akıl vermeyi bırakıp tekrar yanına gelen yaşlı Fransız’ın;
" Niçin?"
Sorusuna;
" Ne, niçin?"
Cevabı Fransız’ın kulaklarına yankılı bir şekilde geldiği halde, bu ikilemeye aldırmayarak yeniden sordu;
" Bu kararlılık neden dostum?"
" Bana inanmıyorsunuz değil mi?"
" İnanmak mı? Hayır! Gerçek ortada. İkimizden biri mutlaka yanlış görüyor."
Yanıtını alınca geri döndü, iş arkadaşının yüzüne bakmadan yanından ayrıldı, kazı yerine doğru yalpalayarak yürümeye başladı;
" Dikkat edin lütfen!"
Uyarısına aldırmadan, kazının kenarından içeriye atlayan Phillipp dengesini kaybederek, acı bir çığlıkla gömü zeminine yuvarlandı. Bu çığlığı duyan ve koşarak kazı yerine inen Fransız, yere oturmuş başını ovalamakta olan Phillipp’in yanına gelerek koluna girdi;
" Bir yerinize birşey oldu mu?"
" Hayır."
Onu koltuk altından tutarak ayağa kaldırmayı denediysede, başaramadı. Phillipp inleyerek kendini sırtüstü yere bırakınca da;
“ Kıpırdamayın lütfen!”
Ricasıyla ceketini çıkarıp başının altına koydu. Kol ve bacaklarını özenle kontrol ettikten sonra;
“ Çok şükür kırık yok!”
Teşhisi ile her ikisini düzgün bir şekilde yan-yana yere bıraktı;
“ Eşinize haber saldık, hemen gelecek. Ben lojmanlardan bir leğen su ile havlu almaya gidiyorum.”
Dedi ve yanından ayrıldı.
Kısa bir süre sonra kazı yerine İtalyan ile birlikte gelen Helen kaygıyla onun yanına çöktü;
" Nasılsın Phillipp?"
" Şarap Testisi Truva Geç Bronz Çağı’na ait!."
Sayıklamasını duyunca, onu omuzlarından sıkıca tutup kendine doğru çekti;
“ Yani İsa Peygamber’in doğumundan iki bin yıl öncesine...”
“ Tamam Phillipp, tamam! Çok yorgunsun sen, biraz dinlenmelisin.“
„Ben iyiyim Helen!“
„Kendine gel lütfen!“
Azarı ile başını ensesinden tutup yukarıya doğru kaldırdı ve altındaki yastık görevini gören iş ceketini dışarı çıkartıp yana koydu. Arkasına geçerek özenle onu kucağına yatırdı. O an;
„ Serinlerse rahatlar“
Diyerek içeri giren ve elindeki su dolu leğeni yere koyan Fransız kolunda asılı duran havluyu da Helen’e uzattıktan sonra, yerdeki iş ceketini alarak giydi;
„ Her şey için çok teşekkür ederiz.“
„ Bir şey değil, görevimiz.“
Dediği anda dışarıdan genç Fransız’ın;
„ Doktora haber verdim hemen gelecek.“
Sesini duydular;
„ Doktora ne gerek vardı ki?“
Yakınmasıyla doğrulmaya çalışan Phillipp’i omuzlarından sıkıca tutup kucağına bastıran Helen, başını yukarı kaldırarak, dışarıdaki genç Fransız’a da teşekkür ettikten sonra elindeki havluyu ıslattı ve Phillipp‘in terlemiş yüzünü silmeye başladı. Araştırma masasının yanına kadar gelmiş olan genç Fransız ise testiye bakıp;
„ Beyler! Testinin üstündeki siyah sır, resim ve yazı kaybolmuş! Gören varmı?“
Diye sorarak yüksek sesle gülmeye başlayınca, diğerleride bu gülüşe katıldılar. Helen’in;
„ Bak herkes senin saçmalıklarınla nasıl eğleniyor!“
Yakınmasındaki üzüntüyü hisseden Phillipp, gülen iş arkadaşlarını susturmak için başını yukarı kaldırdığı anda, kazı yerinin üst kıyısında, biraz önce ışıldayan mavi göğün altında, beyaz bir perdenin gerili olduğunu fark etti. Onun şaşkınlıktan faltaşı gibi açılmış gözlerini gören Helen telaşlanarak;
„ Bu doktorda nerede kaldı?“
Kaygısıyla ayağa kalkmak için Phillipp’in baş altına el çantasını yerleştirdi ve gömünün girişine kadar giderek dışarıyı gözlemeye başladı. Phillipp’in bakışları ise; Kazı yerinin üst kenarına çömelmiş birinin, iki dizinin gerdirdiği beyaz etekliğine takılıydı. Bu eteğin altından bir çift kösele sandalet dışarı fırlamıştı ki; Bu sandaletlerin bitiminden başlayan eteğin, göğün berrak mavisi ile kesiştiği yerde gözleri güneşe değince, kamaştı. Başını yana çevirip bir elinin gölgesinde gözlerini siper etmeye çalışırken, Helen geri gelerek yanına çömeldi. Phillipp‘in yukarıda duran elini tutarak aşşağıya indirdi ve öbür eli ile onu omuzundan tutup kaldırarak kucağına yeniden yatırdı. Leğenin içindeki havluyu alıp-sıktıktan sonra da, alnında biriken terleri silmeye başladı;
„ Son günlerde çok yoruldun sen.“
Yargısına karşı çıkmak için yerinden doğrulmaya çalışan Phillipp’in başını, Helen elindeki ıslak havluyla yere doğru bastırınca, bu onun doğrulmasını güçleştirdiği kadar, havludaki suyuda sıkıştırmıştı. Alnından süzülen ve göz çukurlarına dolan suyun saydam kıpırdanışı, kazı yerinin üst kenarında duran uzun etekliğin beyazlığını dahada dalgalanıp billurlaşmaya başladı;
„ Lütfen gözlerini kapatırmısın.“
Phillipp gözlerini yumdu. Hayda! Gözleri kapalı olduğu halde, beyaz eteğin dalgalanışını hâlâ göz kapaklarında görebiliyordu. Ansızın bu beyaz perdenin üst ortasından yukarı doğru ak ve gür saçlar göğe uç verir gibi fışkırdılar. Genişleyerek büyüyen bu bem-beyaz pamuk yumağı çoğaldıkça-çoğaldı ve elmacık kemikleri aşırı derecede dışarı çıkık kocaman bir yüzün üstünde kıvırcık kır saçlar şeklinde belirdiler. Şimdi bu perdenin üstünde gür kaşlı ve sakallı dost bir yüz gülümsemekteydi. Aynı anda; Etekliğin köşelerinde belirleyen çıkıntılarının her birinde 5’er adet iri parmaklar belirdi ve ardından aşşağıya sarkan pazulu kollar eşliğinde olağandan büyük bu iki el ortaya kadar gelerek birleşiverdiler. Şimdi köşeleri diz çıkıntıları ile gerilmiş bu beyaz etekliğin üst kenarında; Boynunu gömü boşluğuna doğru uzatmış tanıdık bir yüz duruyordu. Phillipp içinden; “Hades!” diye mırıldandı. İsmini duyan ihtiyar “Evet” der gibi başını öne sallayıp ayağa kalkınca, kucağında birikmiş uzun, görkemli ak sakalı gömü yerine dökülüverdi. Üçgen dev bedeniyle kazı yerinin kenarında dim-dik ayakta duran bu heykelin, Yeraltı Tanrısı olduğunu gayet iyi bilen Phillipp, ölmüş olduğunu sanarak; “Yeraltında mıyım ben şimdi?’ diye düşünerek korktu. Hades “Hayır!’”anlasmına gelen bir yanıtla başını usulca her iki yana sallayınca rahatlamıştı;
" Çok şükür. Yaşamak güzel şey!"
" Ne yaşamı, ne güzeli, neler mırıldanıyorsun sen böyle?”
Uyarı sesi Helen’den gelince, hayatta olduğuna bir kere daha sevinen Phillipp;
" Yo, yok bir şey!"
Diye gülümsedi ve aynı zamanda da çevresine bakınıp Hades’i aradı;
" Birini mi arıyorsun?"
" Hayır. Ben yine tuhaf bir düş gördüm Helen!"
Dediği an, içeriye doktor girdi. Kalkıp ona yer vermeye çalışan Helen’e;
" Sizin yardımınıza gereksinmem olabilir, oturun lütfen."
Dileğiyle Phillipp’in öbür yanına geçen doktor, elindeki çantayı yere koyarak çömeldi;
" Nasılsınız?"
" İyi.
" Göreceğiz bakalım!”
Yerde yatan Phillipp’in güçlükle uzattığı eli sıktı. Öbür elini onun alnına koyduktan sonra;
" Ateşiniz yok. Bu iyi!"
“ Ama çok terliyor doktor bey.”
“ Havanın sıcaklığındandır.”
Yanında duran çantasından çıkardığı küçük bir el lambasının ışığı ile gözbebeklerini kontrol ettikten sonra;
“Hımm...”
Mırıltısıyla lambayı söndürüp gömleğinin üst cebine astı ve öbür elinin işaret ve baş parmağı arasında Phillipp’in bileğini tutarak parmak uçlarıyla kalp atışını kontrol etti;
„ Normal. Birde kan gerilimine bakalım.“
Çantasından çıkardığı kan basıncı ölçme cıhazını onun pazusuna doladı, boynunda asılı duran dinleme gerecinin ucunu sargının altına soktu, pompalayıp-şişirdi ve kan basıncını ölçtü. Kalbini de dinledikten sonra gereçleri çantasına yerleştirdi;
„ Endişelenecek bir durum yok. Küçük bir beyin sarsıntısı geçirmişsiniz.“
“ Sanırım düşünce başımı yere çarptım doktor bey."
" Olabilir. Ben size yinede bir iğne vuracağım."
" Gerek yok. Ben iyiyim."
" Ama doktor bey. Onun saçmalıkları testi topraktan çıktığı an başladı..."
“ Ben şimdi iyiyim ama!"
Dayatmasıyla Phillipp yerinden doğrulmaya çalışırken, genç Fransız yeniden ileri atıldı ve az önceki sözüne devamla;
" Lütfen ona sorarmısınız doktor bey."
" Neyi?"
“ Testinin üstünde gördüğü siyah sır, resim ve yazıları;
" Ne Sırrı, ne resmi, ne yazısı? Saçmalamayın lütfen!"
Diyerek ayağa kalkan Phillipp, pantolonunun üstündeki tozları silkerken;
" Nerden çıkarıyorsunuz tüm bu saçmalıkları? Testi sırsız, resimsiz, yazısız ve doğal kil renginde!”
Cevabına gülen ve;
“ Pantolonunuzu biraz aşşağıya indirin!”
Diyen doktor elindeki şırıngayı havaya kaldırdırıp pistonunu ileri itti:
“ Arkanıza dönün lütfen!”
Bu rica hem Phillipp hemde orada duran diğer 4 kişi içindi. İğnenin ucundan içindeki havayı dışarı fışkırtıp iğne yerini nemli bir pamukla sildikten sonra;
" Bu sizi rahatlatacaktır."
Dedi ve iğnenin ucunu kalça etine batırdı;
" Sağlık durumubuz düzelene kadar bir süre kazılara katılmamanız."
“ Ama doktor Bey...”
Karşı çıkmasına aldırmayarak; “ 2-3 ay dinlenmesi gerekir.” Diye hasta raporu verdi.
Her ikiside olan olaylardan yorgun düştükleri için, birikmiş izinlerini alıp Türkiye’de kısa bir süre dinlenmeye karar verdiler. Onlar için düzenlenen veda yemeğinden sonra da Türkiye’ye doğru yola çıktılar.