2
Yorum
7
Beğeni
5,0
Puan
196
Okunma

Yine o saat. Pencereden sızan ay ışığı, yatağın kenarına düşüyor ve senin yokluğunu bir bıçak gibi saplıyor sırtıma. Boş yastık, bir mezar taşı kadar ağır. Sol tarafımda bir soğukluk, bir boşluk, bir dipsiz kuyu... Sanki bedenim seni taşıyan bir tabut. Dönüyorum, kıvrılıyorum, nefes almak bile bir ihanet gibi geliyor. Hava, senin kokunla doluyken şimdi sadece sessizliğin tozunu ciğerlerime çekiyorum. Seni değil, seninle doldurduğun o eski benliğimi arıyorum. O benlik ki, senin gülüşünle aydınlanan, dokunuşunla ısınan, sessizliğinle tamamlanan bir varlıktı. Şimdi ise bir hayaletim, kendi evimde bir yabancı gibi.
Geceler en zalim işkence. Uyku, bir kaçış değil, seninle buluşma umudunun kırıntılarına tutunma çabası. Rüyalarımızın limanına demir atıyorum. Orada sen varsın. Saçlarının dalgalarına dokunabiliyorum, gözlerinin derin dehlizlerinde boğulmaktan korkmuyorum. Sonra bir rüzgâr esiyor, bir çığlık kopuyor içimden ve uyanıyorum. Gerçeklik, buz gibi suyun yüzüme çarpışı gibi. O an, kaybın yeniden doğuyor. Taze, kanayan, acımasız. Sanki ilk kez ölüyormuşum gibi. Her sabah, senin yokluğunda yeniden diriliyorum gece olunca tekrar ölmek üzere.
Özlem, zamanın içinde açılan bir yara. Saatler, dakikalar, saniyeler... Hepsi senin eksikliğini sayıyor. Tik-taklar, kalbimin üzerinde yürüyen yokluk. Her ‘tik’, bir anı; her ‘tak’, bir kayıp. Geçmiş, bir hazine sandığı; gelecek ise kilitli bir kapı. Şimdiki zaman ise senin olmadığın o geniş, soğuk, yankısız salondan ibaret. Orada tek başıma dönüp duruyorum, kendi gölgemle kavga ediyorum. Senin varlığın, zamanı anlamlı kılan bir melodiydi. Şimdi her şey sadece boş gürültü.
Dışarı çıkıyorum. Sokaklar, senin gülüşünü taşıyan bir rüzgâr esintisi. Ama her yüz bir maske, her bakış bir perde. İnsanlar arasında yürürken, senin yokluğun bir kalkan gibi sarıyor beni. Kimse dokunamıyor. Kimse göremiyor içimdeki yangını. Bir çift kahve siparişi verirken bile dilim takılıyor. "Tek" kelimesi, boğazıma takılan bir kılçık. Her gülüş, her el ele tutuşma, bir hançer darbesi. Dünya, senin olmadığın her an, bir ihanet sahnesi.
Bazen bir kitap sayfasında senin yüzünü arıyorum. Bir şarkıda senin sesini duymaya çalışıyorum. Bir köşe başında, senin gelmeni bekliyorum. Hep bir yanılsama, bir serap. Ama o seraba koşmaktan vazgeçemiyorum. Çünkü o anlık aldanış, gerçek acıdan daha yaşanılır. Senin varlığın bir yıldızdı hayatımda artık sadece geceleri gözlerimi kamaştırıyor. Görmem imkânsız ama bakmaktan da vazgeçemiyorum. Bu, karanlıkta bir mum alevine bakmak gibi. Kör edici ama benim için tek sığınak.
İçimdeki özlem, bir heykeltıraşın eli gibi. Beni oyuyor, biçim veriyor, yeniden şekillendiriyor. Her çekiç darbesi acıtıyor ama biliyorum ki bu acı, senin hatıranın bende bıraktığı iz. Yokluğun, varlığından daha derin bir şekilde kazınmış içime. Sen gittin, ama senin eksikliğin, beni ben yapan temel taş oldu. Özlemek, bir yas tutma biçimi değil. Bu, bir varoluş biçimi. Seninle nefes almayı öğrenmiş bir bedenin, sen gidince içine çektiği oksijenin ciğerleri yakması gibi. Ölmemek için bir direniş.
Gecenin en koyu saatinde, pencereden dışarı bakıyorum. Şehir uyuyor. Yıldızlar, senin gözlerinde gördüğüm pırıltıyı taşıyamayacak kadar soluk. İçimdeki fırtına dindiği anda, bir gerçek çıkıyor ortaya: Belki de seni özlemek, seni sevmenin en saf, en katıksız hali. Çünkü artık hiçbir beklenti, hiçbir bencillik yok. Sadece saf, yakıcı bir hatıra ve onun bıraktığı sonsuz boşluk. Bu boşlukta yankılanan tek bir cümle: "Seni değil, seninle var olabilme ihtimalimi özlüyorum." İşte bu, dilsiz saatin çıkardığı tek, yalın, ölümsüz ses.
Keşke daha fazla anlatabilse seni bana dilsiz saat. Seni benden çaldığı zamanları , seni uyuturken beni uykusuz koyduğu saatleri bir anlatabilse...
Bir gelsen belki anlatır ikimize...
Gelsen dili çözülür belki de...
Gelir misin ki...
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (1)