0
Yorum
6
Beğeni
5,0
Puan
133
Okunma

Sokak lambalarının titrek ışığında yürüyor adam. Her adımında ayak sesleri yankılanıyor, ama o sesleri duyan yok. Kendi ayak izinin şahitliğinde ilerliyor, omuzlarına yüklenmiş görünmeyen ağırlıklarla. İnsanların arasından geçiyor bazen, kalabalığın içinde kayboluyor; ama kimse gözlerine bakmıyor. Ne soran oluyor, ne de dinleyen. Sanki varlığı, yalnızca gölgelerin arasına sıkışmış bir ayrıntı. İçinde kıvranan buhranı kimse bilmiyor. Sustuğu için değil, anlatmaya kalktığında bile kimseye ulaşamadığı için. Çığlıklarını duymayan bir şehrin ortasında, yüreğini kemiren sessizlikle baş başa. Yardım istemiyor artık, çünkü defalarca görmezden gelinmiş. Her kapıyı çaldığında yüzüne kapanmış soğuk tokmaklar, onu daha derin bir karanlığa itmiş. Geceleri sokak sokak dolaşıyor. Kimi zaman kaldırım kenarına oturuyor, başını ellerinin arasına alıp ağlıyor. Ağlamak bile gizli bir suçmuş gibi sessizce, kimselere fark ettirmeden. Çünkü ağlarsa güçlü görünmeyeceğini sanıyor insanlar. Oysa güçlü değil, sadece yorgun. Kendiyle savaşıyor; düşüncelerle, geçmişle, pişmanlıklarla. Çoğu zaman yeniliyor bu kavgada. Ayağa kalkmak için çabalıyor, sonra yine düşüyor. Yenilgiler yığınının ortasında küçük bir umut arıyor, ama o umut hep bir sokak ötede kalıyor.
Şehrin içinde kimsenin görmediği bir gölge gibi yürüyordu. Her köşe başında farklı bir hatıra çıkıyordu karşısına. Şu parkta çocukken top oynadığını hatırlıyordu, şimdi ise bir banka oturup başını ellerinin arasına alıyordu. O sokakta gençliğini bırakmıştı, umutlarını gömmüştü. İnsan yaşlandıkça saçları değil, kalbi beyazlarmış; onun kalbi çoktan kül olmuştu. Düşünceleri, geçmişin enkazından farksızdı. Annesinin sesini hatırladı bir an. Yorgun ellerini, gözlerindeki şefkati. Çoktan gitmişti. Ardından kimse kalmamıştı. Dost bildikleri ise birer birer terk etmişti. İnsan, en çok yalnız bırakıldığında anlarmış kimin gerçek olduğunu. O, bu dersi defalarca öğrenmişti. Yürürken bir pencereye gözü takıldı. İçeride bir masa, üzerinde ekmek kırıntıları, çayın buğusu… Kahkahalar yükseliyordu. Gözleri doldu. Çünkü o masaya hiç davet edilmemişti. Bir insanın en büyük acısı, dışarıda kalmak değil; içeride hiç istenmemekti. Bir ara durdu, kaldırım kenarına oturdu. Gözlerinden yaşlar süzüldü, saklamaya çalışmadı bu defa. Çünkü sokakta kimse yoktu. Kimse yokken insan özgürleşiyordu; ağlamak da, içini dökmek de ancak yalnızken serbestti ve o düşündü: “Neden kimse görmüyor beni? Neden bir kere bile ‘iyi misin?’ demediler?” Ayağa kalktı yeniden. Her yenilginin ardından ayağa kalkmak, kaderiydi ama bu kalkış, bir öncekinin daha yorgunu, daha bitik haliydi. Çünkü insan ne kadar ayağa kalkarsa kalksın, sonunda dizleri titremeye başlardı. O da artık titriyordu. Yürüdükçe kendi iç sesiyle kavga etmeye başladı:
“Bütün bunlar benim suçum mu? Ben mi sevilmeyi hak etmedim? Yoksa insanlar mı kalpsiz? Belki de ben fazla inandım, fazla bekledim. İnsanlara elimi uzattım, onlar elimden tuttu mu? Hayır. Onlar elimden çekip aldılar ne varsa. Şimdi benden geriye ne kaldı?” Karanlık şehrin üzerine çökmüşken, yalnız adam ağır adımlarla yürüyordu. Cebinde hiçbir şey yoktu, ne umut kırıntısı ne de teselli olacak bir söz. Sokağın köşesindeki kahvehaneden kahkahalar yükseliyordu; o kahkahanın yanına bir an yaklaştı, içeriye baktı. İnsanlar birbirine yaslanarak gülüyordu, dostluk sıcak bir soba gibi yanıyordu orada ama kapı eşiğinden içeri adım atmadı çünkü biliyordu, o masalarda ona yer yoktu.
Gece ilerledikçe adımları daha da ağırlaştı. Durdu bir köşede. Sigara yakacak çakmağı bile yoktu; dumanı içine çekmek değil, sadece ellerini oyalanacak bir iş arıyordu. Başını göğe kaldırdı. Gökyüzü de karanlıktı. Bir yıldız aradı, bulamadı. O an düşündü: “Benim yıldızım hiç olmadı ki.” İnsanların hayatında yolunu aydınlatan bir ışık vardır; dost, sevgili, aile… O ise bütün karanlıkların içinde kendi gözyaşlarının parıltısına mahkûmdu. Ağladı yine ama bu sefer gözyaşları sessiz değildi. Bir inilti gibi, bir iç çekiş gibi yükseldi boğazından. Kimseler duymadı. Çünkü şehir, kendi gürültüsüne esir olmuştu. Çünkü kimse, başkasının acısına kulak verecek kadar vakit ayırmıyordu. İnsanların arasından geçerken omzuna çarpanlar oldu; hiçbiri bakmadı. Sanki orada yoktu var olmakla olmamak arasında sıkışıp kalmıştı. Biliyordu, yarın da aynı olacak yine kalkacak, yine savaşacak, yine yenilecek ama yaşam denen şey, bir savaştan ibaretti onun için. Kaybetmekten yorulmuştu belki, ama pes etmek de gururuna dokunuyordu. Çünkü içten içe inanıyordu: Belki bir gün biri görecekti. Belki bir gün biri ona gerçekten bakacaktı.
Ama o gün hiç gelmedi. Gelmeyecekti de.
Ve adam yürümeye devam etti. Karanlık sokaklardan, gözleri dolu kaldırımlardan, kendi sessiz çığlıklarının içinden. Şehir uyurken, onun adımları hâlâ yankılanıyordu. Hiçbir yere varmayan, ama hep varmış gibi yapan adımlar…
5.0
100% (2)