1
Yorum
7
Beğeni
5,0
Puan
217
Okunma

“Erdem, toplum çıkarları bireysel çıkarların üzerinde tutabilmektir.” sadece bu sözün hayat bulduğu bir yer söyleyin ve ben de size orada neredeyse her şeyin güzel gittiğini, iyiye doğru evrildiğini, şerlerden de epeyce uzak bir yaşamın var olabildiğini söyleyeyim. Birkaç elitin elinde adeta insafa kalmış, rakamlar üzerinden de her şeyi iyi ve güzel gösterebilme sanatı olan günümüz siyasetinin de sadece etrafındakilerin nemalandığı bir yozlaşma, burada “erdemlilik” adına büyük bir açlığın olduğunu göstermez mi?
Yeryüzünün farklı coğrafyalarında farklı kültürler ve onlara dair zenginlikler var. Kimilerine karıca kaderince, kimilerine baştan aşağıya dökercesine ve kimilerine de adeta koklamak suretiyle taksim edilmiş haldeki türlü nimetler, bu coğrafyaların kültürlerinin de büyük ölçüde ekonomik güç göstergeleri olmuştur nihayet.
Ortadoğu ülkelerinin arazilerinin büyük bir kısmında sudan ve verimli tarım arazilerinden bir nasip olmasa da yer altı zenginliklerinden büyük petrol rezervleri sayesinde bu açık kapanmakta ve diğer eksiklerini de bu zenginliğin işlenmesi veya doğrudan satılması suretiyle gidermektedirler. Benzer şekilde oldukça verimli tarım arazileri ve buna destek olarak da sulama olanağına sahip coğrafyalarda da petrol ve diğer enerji kaynakları bakımından ortaya çıkan açık, kültürlerin birbirlerinin ihitiyaçlarını gidermede yüzyıllardır kullandıkları ticaret ile bir ölçüde aşılmaktadır kuşkusuz. Bütün nimetlerin eksiksizce bir arada olduğu bir coğrafya ya yoktur ya da son derece sınırlıdır dersek, yanlış olmaz. Geleceğe sürdürülebilir bir mantıkla yol alınabilmesi için eldeki potansiyellerin en ideal şekilde kullanılması, enerjiye erişimde de güneş, rüzgâr, gelgit santralleri, nükleer seçenekler gibi daha etkin teknolojilere yönelinmesi hususu da hayatın dayattığı gerçeklerden biridir günümüzde.
Sadece rüzgârın gücünü etkin kullanarak toplam elektrik tüketiminin yaklaşık üçte birini karşılamak pekâla mümkündür. Aynı şekilde güneşten aldığı enerjiyi ısı, ışık ve hareket enerjisine dönüştürebilme seçeneği hem doğal hem de yılın çoğu mevsimi için geçerli bu seçeneklerin en etkin şekilde kullanımına yönelik gelişmeleri her geçen gün görmemiz de son derece olasıdır. Buraya kadar olan kısımda beşeriyetin varlığını sürdürebilmesi anlamında doğal kaynakların, günlük hayatın vazgeçilmesi olan nimetlerin kullanımında da olmazsa olmazımız enerjinin son derece önemli başlıklardan biri olduğunu anlamışızdır. Eğer bu potansiyel unsurlar doğru akılla, bilinçli tüketimle ve herkesin faydalanabileceği şekilde hayata yansırlar ise, orada gerçek anlamda sürdürülebilir bir ekonomiden ve buna dayalı da kalkınmadan, gelişimden, refahtan da söz edebiliriz.
Günümüzün en çarpıcı örneklerini barındıran ve var olan ekonomik potansiyellerini topyekün kalkınma için kullanan, bütçe fazlasını bedava hizmet veya ücretlerin nakdi paylaşımı şeklinde uygulayan ülkeler daha az mı gelişmişlerdir? Lüksemburg, İsveç ve listenin belki de en başında Singapur ne de güzel ve bu fanilikte masalsı bir hayatı sürer gibi örneklerdir aslında insanlar için. Bu yönelim halk denilen kavramın ve özünde de insanın nasıl anlaşıldığı, görüldüğü ile son derece önemlidir elbette. İnsanları yürüyen bannknotlar gibi gören, ağır vergi yükümlülüklerinin marabaları olarak teleffuz eden bakışların bu durumu anlamalarını bekleyemeyiz. Bu listede yer almasa dahi değerler silsilesinde doğru yerde durduğundan şüphe etmediğimiz Japon kültürü de onca yıkıma karşın ortalama bir ülkenin gelişmişlik seviyesinden. Refah ortalamasından çok çok ileridir yine de. Mazisine bakarak kendine az gelişmişliği kadermişçesine dayatan anlayışların günümüzde bir yeri de yoktur insanlık adına. Milletçe onca afetten, savaşlardan, bağımsızlık mücadelesinden tecrübeleri edinmiş milletimizin de saygın devletlerdeki gibi bir refahı hak etmediğini ve veya henüz bunun sırası olmadığını söylemek, bizi bu günlere taşıyan efsaneleşmiş mazinin öznelerinin kahramanlıklarına, kendilerini kutsi davalara adamışlıklarına bir hor bakış, aşağılama değil midir? Bizi yönetecek olanların tarihi manipüle etmeyi bir kenara bırakarak, misafirperverliği, hoşgörüsü, yardımseverliği, yüksek empatik duygu ve düşünüyle bu milletin her bir ferdinin refahını düşünmeleri asli görevleridir, tercihleri değildir. Bir avuç azınlığın bütün nimetlerden son derece büyük bir iştahla faydalanmakta mahsur görmedikleri bu düzen, anarşinin de ta kendisidir. Ne olmuştur benim asil insanımın etik davranışlarına, komşusu açken yatmayanına, komşusunu akrabasından da öte görenine, imece anlayışıyla biz anlayışını canlı tutanlarına ne olmuştur? Giderek haysiyetli yaşama adımlarını yitiren ve bu nedenle de istemeden de olsa gayri hukuki yollara tevessül etmeye itilen halk mı yoksa onları bu yollara itenler mi suçludurlar? Bu sorular ve benzerleri, ekonomik yapının bir kültürün tüm değerlerini besleyebildiği gibi köreltebileceğini de dile getirmektedir ne yazık.
Var olanlar ile onların orya koydukları hakikatler maalesef örtüşmüyorlar, onca zenginliğe rağmen halk yaşama zorlukları içinde ve adil olmayan biçimde yönetiliyorsa, burada konuya başka başka unsurlar dahil olmuş, var olan zenginliklerin, potansiyellerin de bir anlamı kalmamış demektir. Kanımca, hangi medeniyet olursa olsun yaşanılan toprakların hudutlarının sunduğu zenginlik ya da imkânların ötesinde diğer faktörler daha fazla yaşama müdahale etmiş ve etmektedir de. Uzak doğunun en uzağında iki yüzden fazla adası, yakın geçmişte de II. Dünya Savaşı`nın en dramlı günlerini yaşamış, çokça tarım arazisi bulunmayan, yeryüzünün en sıklıkla sarsılan ve yer altı zenginllikleri anlamında da aman aman bir rezervi bulunmayana Japonya, yukarıdaki tezatlıkların en az yaşandığı ve belki de hiç yaşanmadığı bir medeniyet olarak iyi incelenmelidir. En büyük iki kentiniz atom bombaları ile bombalanacak, onlarca yıl geniş bir arazide tarım yapamaz hale gelecek ve ortalama bir ülkeye göre en az üç kat daha fazla oranda ve kuvvette deprem sarsıntıları ile sınanacaksınız ve dünyanın sayılı teknoloji devlerinden biri olmaktan da geri kalmayacaksınız. Ne büyük bir motivasyon ve ne büyük bir başarı değil mi? Bu durumun halka yansımasında da aynı güzelliklerin ortaya çıkması, onlardan daha büyük potansiyel gelişime uygun medeniyetlerin göze çarpan bir başarı gösterememeleri bakımından yeniden incelenmesini ve ciddi sorularla da sorgulanmasını gerektirmez mi sizce de? Öyle ya, bizim neyimiz eksik? Belki de esas soru budur. Ya bizlerin bir şeyleri eksik ya da fazla. Ekonomik buhranların bir kadermişçesine dayatılmasını anlamsız bulan ve arkasında her ne gerekçe olurda olsun onu kabul etmeyenlerden biri olarak, merhum başbakanlardan Necmettin Erbakan`ın en yalın haliyle ve sıradan bir tahta üzerinde ekonomimizi nasıl bir denk bütçeye getirdiğini ve hatta bütçe fazlası ortaya koyduğunu asla unutmadım. Bu tarihi gerçekten haberdar olanların da derin bir iç çektiklerini ve yurdumuza adeta karabasan gibi çökmüş krizlerin ne de suni olduğunu, bunların ekonomik gerçekler değil, politik tercihlerin bir faturası olduğunu da kabul ederler kuşkusuz. Kısacası daha refah içinde yaşayabilme olanaklarımız var iken, ülkenin türlü zenginlikleri ve onlardan elde edilen katma değerlerin bölüşümünde ciddi arızalar vardır.
Yukarıdaki örneği son derece çarpıcı ve çoğumuzun bildiği halde yine kadermişçesine aldırmadan geçtiği bir gerçeklik olarak örnekleyecek olrsak, asgari ücretlilerin bu anlamda ilk sıda olduklarını da görürüz. Yaklaşık iki ve veya beş yıllık süreçler içinde çalışanlarla maaşlarını aldıkları bankalar arasında imzalanan “promosyon ödemeleri” ülkenin çalışanına, emekçisine verdiği değer bakımından asgari ücretliler açısından tam da bir dramdır. Şimdiye kadar bir asgari ücretlinin promosyon aldığını duydunuz mu, ya da almadıklarından haberiniz var mıydı? Bizzat şahsi hesaplarına anlaşma oranına göre yatırılan tüm meblağlar maalesef o işyerinin patronlarının cebine akmaktadır. Alın size çalışma barışı. Bankaların da bu konuda ne denli etik olduklarını sorgulamamız hereken bir durum bu. Aynı şekilde konuya kişisel hakları bakımından yaklana ve veya bu anlamda hareket edenlerin de işten çıkarılması tehdidi… Biz gerçekten bu muyuz? Kadim tarihimizden neden bu denli habersiziz. Büyük bir seferde iken sadece bir meyve yediği için Kanuni tarafından idamına karar verilen bir mazi kimin mazisidir? Kalkınma ile tarih arasında bir korelasyon var ise bu korelasyonun bizde eksi olduğunu, Japonlarda ise artı biri sağladığını üzülerek görmekteyiz.
Köylüyü cumhuriyetin ik yıllarında “memleketin efendisi” olarak lanse eden bir bakıştan, onu tarıma ve hayvancılığa adeta küstüren, fakru zarurete iten bir bakışa nasıl geldik böyle? Üreteni, buluş yapanı, keşfedeni, artı değer üreteni adeta cezalandıran, halka rağmen bir anlayış ile nasıl kalkınılır ki? Siyasetle uzaktan yakından ilgisi olmayan ve fakat memleketin dünü, günü ve geleceğiyle de son derece ilgili bir vatandaş olarak bizi gerçek anlamda kalkınma hamleleri ile refaha ulaştırabilecek bir siyasi oluşumun da var henüz var olduğunu düşünmüyorum. Siyasetin türlü renkleriyle birlikte önemli bir gereklilik olduğuna asla şüphe yok ve fakat hangi renkten olursa olsun tüm siyasi seçenklerin vatandaşların sırtında adeta kambur gibi durmakta olan ekonomik enkazı kaldırma görevi vardır. Bu her şeyden öncelikli ve her şeyin üzerindeki bir konudur, yurdumuzun da en güncel meselesidir kanaatindeyim.
İnsanların özleriyle bağları ne de önelidir. Nereden geldiklerini, ne için var olduklarını ve hangi tarihin misyonunun öznesi olduklarını bilmeyenlerle nasıl yol alacağız? Bir yanda daha dünkü gibi bir Çanakkalesi, Sakaryası, daha ötelerde de Kanije Müdafaası ile tarihe not düşülen, bir avuç askeri ile koskoca İngiliz taburunu saatlerce adeta siperlerine gömerek durduranların yankılanışını yeniden her alanda hayata geçirmek zorundayız. Sadece bireyselleşerek ve kendimize dair dünyamızı zenginleştirerek millet olabilme ve geleceğe uzanışı asla başaramayız, kalkınamayız da. Kalkınma öznesini hem bireysel hem de toplumsal bir devinime dönüştürecek adımlara ihtiyacımız vardır. Kadim coğrafyamız bize ne denli cömert davranırsa davransın, asıl zenginlik bizlere verilenler değildir. Bizi; paylaşan, hoşgören, horlamayan, toplumsal tabakalara ayrıştırmayan ve halkla kol kola bir duruş her yönden kurtuluşun formülüdür. Değerler orijininde ortaklaşmak, benleri biz kılabilmek, empatik şuuru ve en önemlisi erdemli bir duruşu yankılamak ve bu duruşa yönelik karakter eğitimini zaruri tutmak gereklidir.
Başardıkları devasa teknolojilerle her yeni kuşağını adeta büyülenen Japonlar, çocukları o küçük yaşlarında bu erdemlerle içselleştirmekte ve mazilerindeki büyük yıkımları da görtermek suretiyle hayatın gerçeklerine de en yüksek seviyede motive etmektedirler. Mazileri onları kamçılayan, motive eden olmuştur çünkü. Bizim mazimizde ya motive olunacak bir şey yoktur ya da tarihi konulara bakış açılarımızda bir sakatlık vardır o halde… Oysa, mazimizde bu örneklerden öylesine çoktur ki, maziden gelen sese kulak vermek, adaleti de yeniden tesis etmek suretiyle bizler de uluslar arası arenada hak ettiğimiz yeri alırız kuşkusuz. Bizleri her sorunda ortak paydaya getirip çözüm üreterek biz edenler, birleyenler bizden; tarihi bir safsata olarak gören ve üzerinde türlü manüpülasyonlarla onu değersizleştirerek geçmişimizden ayrıştıranlar, bizden değillerdir.
Günümüzde başarıyı halen skorlar üzerinden okumaya çalışan bir kafa var. Bürokratlarından bilim insanlarına değin halka halka adeta kemikleşmiş bu patoloji çokça gerçeği gözden kaçırdığı için, başarısızlıkların ya da sahalardaki yetersizliklerin gerçek nedenlerini görebilmekten çok uzaktırlar. Erdem ayağı yere sımsıkı tutunmayan bir eğitim modelinin ürünü hiçbir kuşağın dünün önemini anlaması, güne güçlü durması ve yarına yönelik büyük motivasyonları yüreğinde taşıması pek mümkün değildir. Karakterleri gereken yaşta doğru hamlelerle pekişmiş, çokça konuda yoksunluk yaşamış olsa da başka bir kuşak er ya da geç tarihinin çağrısına kulak verebilecek ve onu gereği olan yere elbette taşıyacaktır.
“Ben erdemden başka zenginlik tanımam.” diyerek bu değere adeta yaslanan, onu içselleştiren İbn-i Sina, sözünün özünde erdemi sadece bir değer değil, tüm zenginliklerin ötesinde bir duruş olarak da tarif etmektedir. Erdem adına vatanın her karış toprağının hakkını tarihi mirasından aldığı güç ile hakkıyla yerine getiren ve bu konuda çoğu millete de örnek olan Anadolu, fedakârlıklarının karşılığı olan erdemli duruşa dair teveccühü ne yazık ki hiç görememiştir. Ta küçüklüğümden bu yana bir bedeldir ödenmekte. Başkalarının erdem zaafiyetlerinin günahını bilmem daha ne kadar taşıyacaktır bu millet. Orta halliden olağanüstü hallere göz açıp kapayıncaya kadar erişebilen ve bunu da sözüm ona alın teri ile yaptıklarını utanmadan dillendiren o elitlerin ne kadar erdemli olduklarını birlikte düşünmek durumundayız. Sadece yaratışından ötürü diğer canlılardan apayrı şekilde bir yere konuşlandırılan her bir insanın daha asude bir hayatı hak etmediğini kim söyleyebilir? Paydasında insanı ve onun âli menfaatlerini taşımayanlardan güçlü bir medeniyetin doğması beklenemediği gibi, var olan medeniyetin de uzun soluklu olması da beklenemez elbette.
Kimse kimsenin etik zafiyetlerine kurban edilemez, ortada gün gibi duran büyük ekonomik paylaşım arızları da gayet tabii bir gerçekmiş gibi normalleştirilemez. Bizler, geçmişimizde bize dayatılanları asla kabul etmedik, etmeyeceğiz. Bir gün bu millet sınırları için verdiği ve her daim de verebileceği savaşımı ekonomik kazanımları için de elbette ortaya koyacaktır. Kimseyi eksiltmeden ve fakat gereğinden fazla da büyütmeden hakça paylaşım düşüncesi ideal bir toplumun isteğidir, idealidir. Siyasi erklerin sanki teveccühte bulunuyormuşçasına bir tavır takınması, bizleri daha ağır bunalımlardan korumuş edasıyla söylemleri etik dışıdır, yersizdir, anlamsızdır. Bu millet her şekilde ekonomik pastadan alması gerekenlerin bedelini ziyadesiyle de ödemiştir. Bizi yönetenlerin ya bundan haberleri yoktur ya umursamamaktadırlar bu gerçeği ya da onlar bizden değillerdir gibi çokça sorgulamanın yapılması ise en doğal sonuçtur ne yazık.
İnsanına oldukça ağır ekonomik koşulları reva görmenin veya bu şartları bazı özel nedenlerden ötürü ısrarla sürdürüyor olmanın arkasında bilinmeyen nedenler de olabilir mi? Eğer öyle ise, etrafı ateşten çemberle çevrilmiş ve giderek de çevrilmekte olan yurdumuzun dıştaki düşmanları artarken içeride bu hakikatın izah edilmesi ve bedellerin neyin veya nelerin karşılığı olduğunun anlatılması gerekmez mi? Bu husus doğrudan doğrıya yarınlar için bir motivasyon mevzuudur. Çok özel konu başlıkları dışında şeffaflıkla bazı gerçeklerin paylaşılmasının zamanı çoktan gelmiştir belki de. Her zora rağmen ayakta durma kavgası vermekte olan milletimizin daha iyi şeyleri hak ettiğini düşünüyor, içerdeki bu büyük talebin can bulabilmesi için de daha gerçekçi, yansız, demokratik tutumların, adalet, eğitim, sağlık ve silahlı güçlerimizde de her yönden milli duruşun egemen olması gerektiğini düşünüyoruz. Çokça konuda eskileri arar olduğumuz bu günlerin arzu edilen yönde düzelebilmeleri için siyasi değil, milli bir duruşa ihtiyacı olduğu da tartışmasız bir gerçektir. Hem bireysel hem de onların toplamından mürekkep olan milletimizin ortak paydaları da pek çoktur. Müştereklerimizin hepimizin fakat ayrım gözetmeksizin anlaşılmasını, hayatın daha yaşanılabilir kılınmasını, gençlerin işsizlik bunalımlarından uzaklaşabilmelerini, emelililerimizin, çiftçilerimizin daha insanca gelir elde ettikleri bir zeminde yaşamalarını diliyor, talep de ediyoruz.
Bir yandan büyük bir kalkınma, dıştan gelen tehditlere karşı da caydırıcı olabilmede bedel ödendiği de bir gerçektir. Bu bedelin adaletlice paylaşılması etiktir, matematiksel bir gerçektir, demokrasinin de gereğidir. Üretemeyen, toprağını işe koşamayan, meralarını kullanamayan, su rejimini dikkate almayan, gelir adaletsizliğinde beklentilere karşılık veremeyen bir anlayışla daha da büyümek ve bu büyümenin perde arkasında da milletinin her ferdinin davasına inanmış insanlar olarak görebilmek ne denli mümkündür? Çözümler bellidir, tercihler de öyle.
Bu güzelim yurt eşsiz doğası, tarihi ve yer altı zenginlikleriyle, ona can veren ve aynı zamanda da ondan ilham alan milletiyle var olan nimetlerinin talan edileceği bir yer değildir. Ortalama bir vatandaş olarak dahi kan donduran ; ihalelere fesat karıştırmak, yandaşlara kolaylık göstermek, ayrıcalıklı bir zümre kılmak en hafif tabiriyle milli bütünlüğü, onun içindeki biz ruhunu, kuvvacı anlayışını da yok etmek demektir. Binlerce yıldan beri var olan medeniyetimizin tüm kazanımları ne birkaç elitin tekeline ne de siyasi erklerin keyfiyetine kamıştır. Onların tercihi olması gereken şeyler milletin ortak menfaatlerinden başkası olmamalıdır. Öyle ise, bu şuurun daha küçük yaşlarda her bireye işlenmesi görevi de sadece okulun değil, ; ailenin, esnafın, sivil toplum kuruşuşlarının, tarafsız bir basınının, gençlik cemiyetlerinin, akademisyenlerin de görevidir. Güzel günlere olan inancımızı asla yitirmedik, yitirmeyeceğiz de. Etik duruşla, adaletle hüküm, erdemli bir siyasetle ve yarınlar için milli paydalarda buluşmak dileğiyle.
Oğuzhan KÜLTE
5.0
100% (3)