1
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
273
Okunma
Üst not: Üzerinde çalışıyorum halen Yorumları görmek istedim sadece.
BİR BİLİM ADAMI VE CEMŞİT ABİ
1. Cemşit Abi’nin Gölgesi
Çarşı pazarı birbirine katan, lafını sakınmayan, haksızlığa gelemeyen Cemşit Abi ile her işi kitap bilgisine göre yapan, ölçüp biçmeden adım atmayan bir bilim insanı… Bu iki uç karakterin yolları nasıl oldu da kesişti, hâlâ aklım almıyor. Kaderin garip cilvesi işte.
Ben kim miyim? Olan bitene şahitlik eden kişi… ABD’de yüksek lisansını bursla tamamlamış bir veteriner hekim. Genç, heyecanlı, idealleriyle dolu. Türkiye’ye döndüğümde, ilk iş günümde karşıma çıkan kişi ise öyle sıradan biri değildi: Cemşit Abi. Onun öfkesiyle –belki de kendisiyle– tanışmam, kuluçkahanenin karanlık kokan labirentlerinde oldu.
Kurumda ingilizce kursunda tanıştığım eski bir dostum vardı. Su Ürünleri Mühendisi arkadaşım ile elimizde çay bardakları, hem özlem gideriyor hem de birbirimizin dünyasından hikâyeler anlatıyorduk. Ben Amerika’da geçirdiğim günleri, hocalarımı, laboratuvarları, kütüphanelerde sabahladığım geceleri aktarıyordum. O ise deniz ürünleriyle uğraşan araştırma ve eğitim kurumunu, projeleri, suyun bereketini ve zorluklarını anlatıyordu.
Tam o sırada, üstü başı sırılsıklam, elinde devasa bir su borusuyla Cemşit Abi çıkageldi. Onu görür görmez sohbetin rengi değişti. “Bey” diye hitap edilmesini sevmezdi; herkes ona sadece “Cemşit Abi” derdi. Yanımıza yaklaşınca gözlerini kısarak bana dikkatle baktı, sanki yüzümde bir yerlerden tanıdık bir iz arıyormuş gibiydi.
Arkadaşım hemen tanıştırdı:
— Yeni atama abi, Veteriner Hekim. Özcan.
— Hayırlı olsun kardeş, dedi. Sesindeki ton hem yumuşak hem de ürkütücüydü. Benden en az yirmi yaş büyük görünüyordu; saçlarında siyah teller seyrekleşmiş, göz kapakları hafifçe sarkmıştı.
Sonra boruyu arkadaşına doğrulttu ve ciddi bir ifadeyle:
— Sen anlarsın, bu boru tankın çıkışına oturmuyor, dedi.
Arkadaşım kısa bir bakışla meseleyi çözdü:
— Abi, bu 96’lık, tank çıkışı ise 102’lik. Olmaz bu.
Cemşit Abi, elindeki boruya baktı, sonra gür sesiyle:
— Ben de gücüm yetmiyor sanmıştım, dedi.
Cemşit abi, bazen öyle anlar yaşardı ki insan “bu adam yıllardır nasıl hayatta kaldı” diye düşünmeden edemezdi. Çeşmeyi kapatacağı yerde açar, açacağı yerde kapatır; yıllardır ezbere bildiği şeyleri bir anda unuturdu. Ama bahanesi hep hazırdı. Gülümseyerek o ünlü lafını patlatırdı:
“Akşam bir kadeh az içtik… Şimdi bir 35’lik olsa, dünya düzeni bile rayına girer.”
Boruyu yanımıza bırakıp banka oturdu. Üstünden deniz suyu ve balık kokusu yayılıyordu. Ben bu kokudan rahatsız olup başımı yana çevirdim; derin bir nefes aldığımda Cemşit Abi bunu fark etti. Yüzünde, her şeyi görüp affeden bir tebessüm belirdi. Ardından arkadaşına dönerek sözlerine devam etti:
— Başka yok mu? Diğeri yetişmedi. Isıtıp genişletsek? Ama aradaki fark çok. Bu boruyu da heba ederiz. Başka nerede kullanılıyor 102’lik borular?
— Sanırım anaç ünitesinde. Oranın tankları genelde büyük, dedi arkadaşım; sesinde işin pratik yönüne odaklanmış bir ciddiyet vardı. Ayrıntılara takılmak onun tarzı değildi.
— Aferin lan sana. Kesin kullanılmayanı vardır. Yeter ki güneşe bırakılmış olmasın. İş görür.
Tam kalkmaya yeltenmişti ki yanımızdan takım elbiseli dört kişi geçti. O an Cemşit Abi’nin gözlerindeki kıvılcımın büyüdüğünü hissettim. Fırtına öncesi sessizlik gibiydi. Bankı iki eliyle kavradı, parmak kemikleri beyazladı.
— Kim bunlar lan? İsmail’le Ayhan mı? Sabahtan beri şeflik taslıyorlar. İşin asıl sahibi gelince de enik köpek gibi peşlerine takılıyorlar. İşi senle ben yaptık oğlum, biz! Aynı diplomaya sahibiz. Bari önümüzden geçerken biraz saygı gösterip selam verseler. Bunların koltuğu için mi çalışıyorum ben amına koyayım!
O an, Cemşit Abi’nin öfkesinin kaynağını kavramaya çalışıyordum; ama söylediklerinin nereye varacağını kestiremiyordum.
Arkadaşım telaşla sakinleştirmeye çalıştı:
— Cemşit abi, yapma, herkes bize bakıyor.
Ama öfke çoktan patlak vermişti. Cemşit Abi’nin sesi yükseldi:
- Duyan duysun, bakan baksın! Açıkta hiçbir şeyimiz yok şükür. Bunlar gibi yalaka mıyız biz? Koltuk için her şeyi sineye çekenlerle bir mi tutacaklar bizi? Yeter lan! İki senedir susuyorum, her bokun yükünü ben çektim. Üstüne bir de tehdit etmeye kalktılar ha? Onların üzerine basa basa geçerim, bu sırtlanlara papuç bırakacak değilim! Kalk lan, hadi!
- Önemli değil abi. Biz işimizi yaptık.
Arkadaşımı kolundan tuttuğu gibi banktan kaldırdı. Ben bakakaldım; arkadaşım ise uysal bir tavırla Cemşit Abi’nin öfkeli adımlarına uydu. Ben de istemsizce onların arkasından yürüdüm.
Kuluçkahanenin karanlık koridorlarından, yosun kokusuyla dolu nemli duvarların arasından geçerken Cemşit Abi öfkeyle pvcden yapılmış kirli beyaz duvara yumruk atıyor, her adımda öfkesi biraz daha büyüyordu; adeta üstümüzde kara bir bulut gibi dolaşıyordu.
İşte o karanlık bölümün sonunda, ileride adlarını sıkça duyacağım İsmail ve Ayhan’la ilk kez karşılaştım. Cemşit abi’nin deyimiyle, çıyanlar!
2. Mehmet Ali’nin Sessiz Otoritesi
“Ben nereye düştüm,” diye düşünürken araştırma bölümüne girdik. Takım elbiseli iki kişi 400 litrelik tankların başında durmuş, aralarında sessizce konuşuyordu. Biri uzun saçlı, kemerli bir buruna sahipti; diğeri ise daha düzgün yüz hatlarına sahipti, saçı dikat çekici bir şekilde saman sarısıydı. Boyları hemen hemen birbirine yakındı. Aralarındaki yılların dostluğu her hallerinden belliydi; birbirlerine itiraz etmeden, işlerini bilen insanlar gibi birbirlerinin söylediklerini onaylıyorlardı.
Diğer ikisi İsmail ve Ayhan’dı. Su dolu kovalarla balık yavruları taşıyor, takım elbiselerine dökülen suyu ve simsiyah kunduralarının yarım saat içinde beyazlayacağını umursamıyorlardı. Ayhan hemen her cümleye giriyor, kendini öne çıkarıyordu; İsmail biraz daha pasif, Ayhan’ın adeta yancısı gibi hareket ediyordu. Aslında ilk başta sempatik ve çalışkan bulmuştum ikisini.
Cemşit Abi öndeydi. İçeridekiler onu fark edince bakışlarını ona çevirdi. Gür ve herkesi kucaklayan sesiyle:
— Hoş geldiniz! dedi ve tank başındaki iki kişiye elini uzattı. Selamsız geçtiniz, aramızda selamın lafı mı olur deyip, kendim gelip selamlayayım dedim.
Sonradan isimlerini öğrendiğim tank başındaki iki kişiden kemerli burunlu olanı yani Mehmet Ali sıcak bir gülümsemeyle yanıtladı:
— Ne demek Cemşit, hoşbulduk. Yeni bir projenin ilk günü, dalgınlık, kusura bakma.
Cemşit’in öfkesi kısa bir an için geri çekildi; suç işlemiş bir kedi yavrusu gibi mahcup bir ifadeyle:
— Ne kusuru abi, eşeklik ettim.
Ben şaşkın bakışlarla onu izledim; birkaç saniye önce öfkesini etrafa saçan adam, bir anda yumuşamış, tüm gürültüyü kendi içinde eritmiş gibiydi. Gözlerindeki sertlik yerini hafif bir tebessüme bırakmış, omuzları bile gevşemişti. O an, Cemşit’in karmaşık ruh halinin ne kadar ani ve derin olduğunu ilk kez fark ettim. Mehmet Ali’nin sakin ve kararlı duruşu karşısında, Cemşit’in öfkesi yerini sessiz bir saygıya bıraktı. Öte yandan, “Ya korkmuşsa?” diye de aklımdan geçti. İçinde kara bulut taşıyan adam sanki gitmiş gibiydi; gürleyip yağmayan göğe, havlayıp ısırmayan bir köpeğe benziyordu. Ben ise, bu deli dolu adamın iş yapmak isteyenlerin karşısında ceketini düğmelediğini nereden bilebilirdim?
Mehmet Ali’nin sıcak gülümsemesi yüzünde daha da yayıldı:
— Olur mu Cemşit! Gel, anlatayım.
Sonradan öğrendim ki, bu iki kişi kurumun en zeki, en çalışkan, yani en donanımlı insanlarıymış: Mehmet Ali ve Hüseyin. İkisi de doçentti. Biz de onlarla tokalaştık; kısa bir tanışma faslı yaşandı. İlerleyen zamanlarda Cemşit Abi, bu ikisi hakkında bana şöyle demişti: “Bak Özcan, bu kurumda sevdiğim çok kişi var. Ama gerçekten saygı duyduğum sadece ikisi. İş dışında heybelerinde başka bir şey yok.”
Ardından Cemşit Abi, İsmail’e dönerek alaycı bir tonla:
— Hiç kova taşımamış gibi taşıyorsun. Kova öyle mi tutulur? Oysa sabah antrenman fırsatımız vardı.
Sözlerinin altındaki kinaye açıktı.
İsmail şaşkın ve boş bulunup:
— Nasıl tutulur, Cemşit Bey? —dedi.
Cemşit Abi işi biraz daha dalgaya vurdu:
— Öğleden önce taşıdık ya, ne çok kova taşıdık öyle değil mi? Senden olmaz. Onca kovayla öğrenemeyen hiç öğrenemez.
Arkadaşım dayanamadı ve kıkırdadı
Ayhan hemen araya girdi.
- Cemşit bey, aslında ben birkaç noktayı açıklayabilirim! Proje toplatışına gidecektik. Üstümüzün kirlenmesini istemedik.
Cemşit alayla başını sallayıp onayladı.
- Doğru siz önemli insanlarsınız toplantınız çok olur. Bugün için bitmiş sanırım!
Mehmet Ali, bir tartışma çıkacağını hemen fark etmişti; Hüseyin ise yaşananları olgunlukla izliyordu. Mehmet Ali, Hüseyin’den yardım ister gibi ona baktı.
Hüseyin:
— Eee, Cemşit, alg bölümünün işlerini sen yürütecekmişsin.
Ayhan, Hüseyin devreye girince geri çekildi. Ama yüzü pancar gibi kızarmıştı. Ayhan ve İsmail biz orada bulunduğumuz süre boyunca bir daha konuşmadılar. Sanırım Cemşit’ten çekinmişlerdi. Ağzından ne çıkacağı kestirilemiyordu. Mehmet Ali ve Hüseyin’e rezil olmak istemiyorlardı.
Cemşit güldü:
— Yılmaz Vural gibiyim abi. Bir günlük şeflik bana yetti, dayanamadılar ikinci güne.
Mehmet Ali kısık bir kahkaha attı ve durumu toparlamak için ekledi:
- Şimdi hangi bölümdesin.
- Burada, Araştırma bölümünde, İsmail Bey’le kardeş kardeş çalışıyoruz.
Mehmet Ali şaşkın bir şekilde:
— Bilmiyordum, kısa bir an duraksadı. Eee, buradaysan Hüseyin Hoca projeyi size anlatsın.
Hüseyin:
— Tabi, dedi ve eliyle bizi tankların başına davet etti ve sakin ve açıklayıcı bir tonda konuşmaya başladı;
- Proje şöyle ilerleyecek: Deneyimizde bir deniz kurdu çeşidini kullanıyoruz ve bunu çipura ile levrek yemlerine farklı oranlarda katacağız. Dört grup oluşturduk: yemlere %5, %10, %15 ve %20 oranlarında deniz kurdu ekleyeceğiz. Her grup beşer tekrarlı olacak ve 400 litrelik tanklarda yer alacak. Levrek ve çipura tanklarımız ayrı; her türden 20 tank var. Proje bir ay sürecek. Bu süre sonunda balıkların gelişimlerini, hem fiziksel hem biyolojik hem de kimyasal açıdan değerlendireceğiz. Böylece hangi oranların daha verimli olduğunu ve balıkların yemden faydalanma oranlarını görebileceğiz. Amacımız, yem performansını optimize etmek ve balık sağlığını maksimum düzeye çıkarmak. Her adımı dikkatle izleyip kayıt altına alacağız.
Cemşit:
— Anladım —dedi. —Örnekleri var mı literatürde?
Hüseyin Hoca heyecanını gizleyemeden:
— Yok. Bu türü ilk biz deneyeceğiz.
Cemşit:
— Sonuçta deniz kurdu. Denizden gelen denize gidiyor. Siz ön bir çalışma yapmışsınızdır. Balıkların yem alma durumu nasıl?
Hüseyin:
— Yaptık. Güzeldi sonuçlar, normal yemlere yakın. Hatta bazı bakımlardan daha iyi!
Ben dayanamayıp araya girdim:
— Ne gibi?
Hüseyin:
— Kesin bir şey söyleyemem. bu çalışmanın sonunda verileri analiz ettikten sonra daha net bir şey söylenebilir. . Ön çalışmada dikkatimi çeken en belirgin şey hiç ölüm olmaması.
Mehmet Ali ekledi:
— Önemli bir gözlem ama bilimsel bir kanıt sayılmaz. Ön çalışmanın amacı basitti; küçük bir grupta balıklar yemi yiyor mu? Cevap, evet. İştahla yiyorlar.
Ben devam ettim:
— Hangi oranları iyi alıyorlar?
Hüseyin Hoca:
— Sadece yüzde 20 oranlı yemi verdik. En yoğun olanı alıyorsa, diğerlerini haydi haydi alır diye düşündük. Süremiz kısıtlıydı, kurdumuz azdı.
Bu sefer arkadaşım devreye girdi:
— Peki, kurtları kendiniz mi yetiştiriyorsunuz?
Mehmet Ali gülümsedi:
— Cıkss… Ege Denizi’nden, Eski Foça yakınlarında deniz kurdu avcılığı yapan balıkçılar var. Onlardan sipariş verdik. Ama bu türün yapay ortamda yetiştirilmesi için komplike bir proje daha yürütüyoruz. Şimdilik başarılı olamadık.
Cemşit pervasızca bir sigara yaktı. Herkes ona bakıyordu. Paketi onlara uzattı; önce Mehmet Ali aldı, sonra biz. Ayhan ellerini göğsüne kavuşturmuş bir şekilde başıyla red etti. İsmail bir an duraksadı, dayanamadı aldı. Hüseyin içmiyordu. Cemşit:
— Başarılı olursunuz. Denizde yetişiyorsa yapay bir ortamda neden yetişmesin? Bir yolu muhakkak vardır.
Mehmet Ali sigarasından derin bir nefes çekti ve sanki Cemşit’i ilk defa görüyormuş gibi alıcı bir gözle baştan aşağı süzdü:
— Öyle, muhakkak bir yolu vardır.
Ben sonradan öğrendim ki, Mehmet Ali’nin alametifarikası buymuş: Haklı gördüğü kimsenin sözlerini, kendi sözü gibi tekrar edermiş.
Sohbet bitmişti. Sorular sorulmuş, cevaplar da tatmin ediciydi. Ayhan huzursuzca yerden kovayı aldı. Cemşit arkasından seslendi.
— Kamyon selektör çaktı, gitme zamanı. Kolay gelsin.
Arkasından Mehmet Ali’nin sesi geldi:
— Cemşit, akşam Antepli kebapçıdayız. İstersen sen de gel.
Cemşit başını çevirmeden cevap verdi:
— Gelmem. Mesaiden sonra çalışmıyorum. O anlar “denizin dibinde Hatçam”ı ayrılmış. Ama hatırlarsam arar, konuşuruz abi.
Mehmet Ali’nin gülümsemesi koyu kahverengi gözlerine yansımıştı; ışıl ışıl parlıyordu.
— Nasıl istersen. Konuşalım bir, dedi.
Sonradan öğrendiğime göre, Mehmet Ali bu projeyi sağlıklı biçimde takip edebilecek birini arıyormuş. İki hoca ise Antalya merkez biriminde görev yapıyordu. Cemşit abi muhtemelen ilk kez o gün düşmüştü Mehmet Ali’nin aklına; zira daha önce yolları hiç kesişmemiş, birlikte çalışma fırsatları olmamıştı.
3. Bir Sigaranın Bedeli
Araştırma bölümünden çıkan Cemşit Abi, bir anda arkadaşıma dönerek sordu:
— Yanlış yaptık be dostum. Öfkemize yenik düştük. Ayıp ettik mi Mehmet Ali abigillere?
Arkadaşım gülümseyerek karşılık verdi:
— Boşver abi. Takılacaklarını sanmıyorum. Senin ne yaptığına bakarlar öyle insanlar!
— Senin ne yaptığına bakarlar… Güzel şeyler yapıyoruz be dostum. Daha yapılacak çok şey var.
Arkadaşım sigara paketini çıkardı:
— Abi, gel bir sigara içelim. Bunlarla uğraşmaya değmez.
— Haklısın dostum. Ama bana koyan ne biliyor musun? Aynı yaşta, aynı diplomaya sahibiz. İşçi gibi çalışmaya devam ediyordum, kaşındılar, rahat durmadılar. Tezgâhı kurmuşsunuz, pazarınıza karıştığım mı var? Yeter ki önümde şeytanlık yapmayın. Kimse bir şey demezdim ki o zaman; ki kafamı attırdılar, gelmeyin üstümü kanalizasyon patlamak üzere, diye uyardım. Patlarsa sizde bende kokudan rahatsız olursunuz dedim. Beton kafalılar, beni sanki onlar işe almış gibi devam ettiler. Ne oldu şimdi. Kim durduracak beni!
Olayları anlamaya çalışıyor, ama bir türlü kavrayamıyordum. İçimde bir yan, Cemşit’i palavracı görürken; arkadaşımı tanıyordum, palavraya pabuç bırakmazdı. Bu yüzden istemsizce peşinden ilerledim. Söğütlerin altına oturduğumuzda biraz sohbet ettik. Ama Cemşit Abi’nin aklı orada değildi; parmaklarıyla bankı tıklatıyor, belli ki sayıyordu.
Burdurlu olduğunu öğrendiğimde:
— Nişanlım da Burdurlu, dedim.
Parmakları bir an durdu:
— Burdurlu ha… iyidirler, dedi.
Bu kadardı. Gözlerini bilinmez bir noktaya dikti.
Bir süre sonra arkadaşım kalkmamı işaret etti:
— Abi, Özcan’ın evrak işleri var. Halledip gelelim.
— Gelmezsiniz de… bir yerde hata yapıyoruz. 92’lik boru… Ya ikisine de gerek yoksa?
Arkadaşım gülümsedi. Ben hiçbir şey anlamıyordum. Fısıldadı:
— Hadi gidelim dostum.
Cemşit Abi’den uzaklaşınca sordum:
— Ben ne yaşadım oğlum?
Arkadaşım kahkaha attı:
— Cemşit Abi bu; insanın aklını başından alır. Her şeyi hızlı düşünür, hesap eder, sonuca ulaşır. Sabah birlikte çalıştık. Daha ilk sözleri şunlardı: “Bak, bu şerefsizler senin beni sevdiğini bildikleri için bizi birlikte görevlendirdiler. İt gibi beni kullandıklarını sanıyorlar. Sikerim hepsini de! Ben sevdiğim için, insanlardan uzak kalmak istediğin için bu ağır işleri yapıyorum. Ama para alan asıl görevliler oturuyor. Bu iş senin görevin değil. İstersen yaparsın, istersen yapmazsın, ben karışmam, yargılamam. Tek başıma da yaparım sorun değil. Ben gönüllü yapıyorum” Sorun etmedim. Kabul ettim. İki işçi arkadaşla güle oynaya işe koyulduk. Cemşit Abi’yi çalışırken bir görsen… Arada bize su fırlatıyor, biz ona fırlattığımızda güle oynaya banyo yapar gibi fırçayla kendini lifliyor. Enerjisini bir görsen herkese ve her şeye yetişiyordu. Hata yaptığımızda “Hatasız kul olmaz. Önemli değil, çözeriz,” diyordu. Zorlanan işçiler olursa onları yardım ediyor, kısacası her yerde gibiydi. Onun yanında nedense kendimi güçlü, her şeyi yapabilirim hissediyorum. Ufak tefek bedeniyle her yükün altına giriyor, üstüne üstüne gidiyor, altından da kalkıyordu. İnsanı etkisini alan bir yapısı var değil mi?
Başımla onayladım. O, Cemşit abiye olan hayranlığını ballandıra ballandıra anlatmaya devam etti.
- Cemşit abi olayların adamıdır. Başından bela hiç eksik olmaz. Sapına kadar da dürüsttür. Sorumluluktan kaçmaz. Neyse, yavaş yavaş tanırsın. Neden mi bu kadar celallendi Cemşit abi. Sanırım sabah İsmail ile Ayhan’ın hareketlerine kıl oldu. Çalışırken bir süre sonra İsmail geldi; araştırmanın şefi. Biz çalışırken odasında uyukluyordu. Ardından uyanık gözlerle Ayhan belirdi; üretim ve araştırma bölümünün başı. Ayhan önce herkese sigara dağıttı. Cemşit Abi ise almadı. Ondan gelen hiçbir şeyi kabul etmezdi. Ama Ayhan ısrar etti. O sırada balık dışkısı temizliyor, sulu dışkıları tartıyorduk. Ayhan, alaycı bir ses tonuyla, “Bugün en çok Cemşit çalıştı. Ona bir paket sigara alacağım,” dedi. Bu laf Cemşit Abi’ye söylenir mi? Elindeki balık dışkısıyla dolu kabı hızla yere çarptı. Hemen araya girdim. Delirmiş gözlerle bir bana, bir Ayhan’a baktı. Dişlerini sıkarak haykırır gibi konuştu: “Devlet bize maaşımızı veriyor. Kendi sigaramızı kendimiz alırız. Sen al o paketi, dür bük!” deyip sustu. Ardından “La havle!” çekip yeniden işine döndü.
Ben merakla;
— Ayhan bir şey demedi mi?
— Sabun gibidir Ayhan. Zoru gördümü lafı değiştirir. Aklınca patronluk taslamak istedi. Cemşit abi zaten ona kıl! Sert kayaya tosladı. Cemşit’in delirdiğini gördüklerinde uzadılar. Hatta Ayhan giderayak Cemşit Abi’in fırlattığı kovayı yerden almak istedi. Cemşit abi “Bırak bırak, on saniyelik iş yapar bir sene anlatırsın. Bırak.” Diye bağırdı. Ayhan “Ama Cemşit bey böyle olmaz ki” diye bir şeyler geveledi. Cemşit abi onu dinlemeyi çoktan bırakmıştı. Onlar gidince arkalarından “Kene gibi şerefsiz döner dolaşır yine bulaşır. İşi bir an önce bitirelim.” İşçiler güldü. İşinin başına döndü, onu izlerken insan ister istemez etkileniyor. Hem güçlü hem kırılgan, hem deli hem akıllı… Bir bakıyorsun berrak bir su gibi, bir bakıyorsun kendiyle hesaplaşmasının sonucu kafası karmakarışık. İşte bu karmaşası, onun büyüklüğü. Ve çoğunluk “kendimi sevmiyorum” der durur. Neyse, ve tüm olaylar bir sigaradan çıktı. Sigaranın bedeli mi desek, intikamı mı bilemedim, diye gülerek sözlerini bitirdi.
Arkadaşımın sözleri o an bana pek bir şey ifade etmedi. Sanki var olamayacak birinden bahsediyordu.
4. Anlatıcı
İş yerindeki üçüncü günümdü. Henüz bana resmi bir görev verilmemişti; bu yüzden günlerim çoğunlukla arkadaşımın odasında oyalanmakla geçiyordu. Oda, daracık ama güvenli bir sığınak gibiydi; dışarıda yeni ve yabancı bir hayatın soğukluğu varken, orada zaman yavaş akıyor, ben de kendimi bir tür bekleme odasında buluyordum. Ne başlayabilmiş, ne de tamamen kopabilmiştim. İçimde, yeni bir hayatın eşiğinde olmanın getirdiği merak ile hiçbir şeyin başlamıyor olmasının yarattığı boşluk yan yana duruyordu.
O günlerde Cemşit Abi’ye bakışım da bu boşluğun bir yansımasıydı. Onu küçümsüyordum. Arkadaşım ne kadar hayranlık duysa da, bana itici geliyordu. Öyle insanlar vardır ki, ne seversin ne de görmezden gelebilirsin; sürekli kafanı kurcalar, ama asla kafanda yerini oturmaz. Cemşit Abi de öyleydi işte. Bildiğim hiçbir kalıba sığmıyor, hiçbir tanıdık yüzün içine oturmuyordu. Hakkında düşünmekten kaçıyordum, zihnim yoruluyordu çünkü. Benim için, arada sırada yaptığı şakalarla ortamı hafifleten, yüzüme kısa süreli bir tebessüm konduran bir figürden öte değildi. Hayatımın fonunda dolaşan, renkli ama önemsiz bir gölge gibiydi.
Bu sırada hayatımın asıl gündemi çok daha ağırdı. Nişanlım Diyarbakır’da görev yapıyordu. Onunla sürekli konuşuyor, tayinini aldırma ihtimalini tartışıyorduk. Antalya merkez mi olmalıydı, yoksa onun hiç sevemediği bu küçük ilçe mi? Sorunun cevabı bir türlü bulunamıyor, her konuşma yeni bir düğüm ekliyordu. Seçeneklerin her biri farklı bir hayat anlamına geliyordu. Benim için bu ilçede gelecek yok gibiydi. Hayallerim, aldığım eğitim, yıllarımı verdiğim bilim… Hepsi burada yavaş yavaş solmaya mahkûm görünüyordu.
Laboratuvar diye gösterilen yere ilk girdiğimde yaşadığım hayal kırıklığı hâlâ gözlerimin önünde. Köşede paslanmış birkaç etüv, kapağı zor kapanan eski bir otoklav, hassasiyetini yitirmiş bir terazi, işlevinden çok uğultusuyla varlığını hissettiren bir santrifüj… Hepsi birer ölü nesne, birer anı gibiydi. Bunların çoğunu imkânım olsa evde kendim yapabilirdim. Ama asıl ihtiyaç duyduğum, DNA ve RNA’nın derinliklerine inmeme izin verecek enstrümantal cihazlardı. Onlarsa burada yoktu. Eksik değil, hiç yoktu. O an anladım ki benden beklenen şey bilim yapmak değil, bilimi unutmak; sıradan bir memur gibi günü doldurmak, rutine teslim olmaktı.
Kafamın içinde sürekli Amerika vardı. Oradaki laboratuvarları, bilimsel atmosferi, fikirlerin özgürce dolaştığı ortamı hatırladıkça içimde dayanılmaz bir özlem kabarıyordu. Orada nefes alabiliyordum; burada ise boğuluyordum. Ama elimde ağır bir zincir vardı: devletin bursu. Mecburi hizmet… Kurtulmak istediğim her düşünce, bu kelimeyle önüme set çekiyordu. Mantığım sürekli fısıldıyordu: “Sabret, yükümlülüğünü tamamla. Zaman geçer, gün gelir bu zincir kırılır.” Ama insan sadece mantıktan ibaret değildir. İçimde başka bir ses daha vardı; sabırsız, hoyrat, gözü kara bir ses. “Yak gemileri!” diyordu. “Bırak geride ne varsa, dön Amerika’ya. Kendine ihanet etme!”
Bu içsel çatışma, günlerimi zehirli bir rüya gibi kaplıyordu. Bazen bir odanın içinde nefes alamaz hale geliyor, sanki göğsüm daralıyordu. Bir yanım ise sorumluluklarıma bağlı kalmak isteyen, düzenli, hesaplı biriydi. Diğer yanım ise zincirlerini kırmaya, hiçbir bedeli düşünmeden özgürlüğe koşmaya hazır bir maceraperest. Aynı bedende iki insan taşımak. Bazen genç bir araştırmacı, bilimin peşinde koşan idealist; bazen de sıradan bir memur, önüne konan dosyayı imzalayan biri… Bir gün damat adayı, ertesi gün gemileri yakmaya hazır bir kaçak.
Üstelik düğün hazırlıkları da işin içine girince, her şey daha da ağırlaşıyordu. Bir yanda gelecek planları, aile kurma hayali, ortak bir yaşamın sorumlulukları; diğer yanda içimde hâlâ kıvılcımları sönmeyen bilim tutkusu. Ne zaman nişanlımla konuşsam, onun yüzünde de aynı ikilemi görüyordum: Bir yanda düzenli, güvenli bir hayat arzusu; diğer yanda hiçbir zaman sevemediği bu ilçe. Birbirimize cesaret vermeye çalışıyorduk, ama aslında ikimiz de aynı çıkmazda dolanıyorduk.
Ve bütün bu karmaşanın, içsel gürültünün ortasında, Cemşit Abi… O hâlâ hayatımın fonunda dolaşan bir siluetti. Ama garip bir şekilde, belki de hiç farkına varmadan, o siluet zihnimin kıyısına kazınmaya başlamıştı. Onu küçümsediğimi sanıyordum; ama belki de aslında, anlam veremediğim bir yanıyla bana kendi içimdeki düzensizliği, başıboşluğu yansıtıyordu. Belki de tam bu yüzden, zihnimin en kuytu köşesinde sessizce yer edinmeye başlamıştı.
Uzun yıllar sonra Cemşit Abi’yi bu kadar düşüneceğimi tahmin edemezdim Oysa şimdi fark ediyorum ki, zihnimde bir sığınak bulmuştu kendine. Ne zaman içimdeki düğümleri çözmeye çalışsam, kendimi yine ona dönüp bakarken buluyorum. Belki de bu yüzden yazmak istedim, belki de onunla ilgili her şeyi kâğıda dökerek içimdeki ağırlıktan kurtulmayı umuyordum. Çünkü Cemşit Abi bana yalnızca anlık kahkahalar ya da geçici öğütler bırakmadı; bana, hayatın nasıl yaşanması gerektiğini gösterdi. Onu izlerken, insanın yalnızca yaşamakla kalmayıp, yaşadığını hissetmesinin ne demek olduğunu öğrendim.
Hayatı gerçekten dibine kadar yaşadı. Öyle bir yaşadı ki, varlığı insanı ya kızdırır ya da hayran bırakırdı. Belki hâlâ yaşıyordur, kim bilir? Onun hakkında kesin konuşmaya dilim varmıyor; çünkü o, yaşayanla ölü arasında, gerçek ile hayal arasında gidip gelen bir karakter gibiydi. Bir gün belki bir kıyıdan çıkar gelirdi.
Aklımda kalan sözlerinden sevdiğim: ‘Her şey sırayla,’ derdi. ‘Kaybolmanın bile bir sırası vardır, onu hissetmelisin.’ İşte bu cümleyi bana öğretilene göre yalnızca bir deli kurabilirdi; ama Cemşit Abi’nin ağzından döküldüğünde, delilikle bilgelik arasındaki o ince çizginin aslında hayatın tam kendisi olduğunu anlıyordum. Dediğini de yaptı, kayboldu.
Yazarken fark ediyorum ki, ben aslında Cemşit Abi’yi hatırlamaktan çok onu yeniden kurmaya çalışıyorum; kelimelerin arasında, onun gölgesine ona can vermeye uğraşıyorum. Onunla ilgili her ayrıntıyı, her sözü, her bakışı zihnimin içinden çekip çıkarıp bu satırlara bırakmak istiyorum. Çünkü o, yıllar sonra bile hâlâ içimde bir yerleri sızlatan, aynı zamanda gülümseten bir muamma. Ve ben, bütün içsel çelişkilerimin ortasında, Cemşit Abi’nin varlığını yazıya dökerek belki de kendimi anlamaya çalışıyorum.
“Niye girişte değil bu cümleler?” diye sorabilirsiniz. Bunun iki nedeni var. Birincisi, siz de tıpkı benim gibi, kendi kendinize “Ben ne yaşadım, oğlum?” sorusunu sormadan öyküye tam olarak giremezsiniz.
İkincisi ise, bu anlatının odak noktası Cemşit Abi. Bu öykü onun hikâyesi; tamamlanmamış, parçalı, kimi zaman sert kimi zaman yumuşak dokunuşlarla örülmüş bir hayatın kesitleri. Benim görevim, elimden geldiğince onun öyküsünü derleyip, kayıp parçalarını tamamlamaya çalışmak, onun dünyasını, kararlarını ve içsel çatışmalarını sizlere mümkün olduğunca net göstermek. Böylece, sadece dışarıdan gözlemlediğiniz bir karakter değil, ruhunun derinliklerine adım attığınız bir insanla karşılaşacaksınız.
Dediğim gibi günlerimi arkadaşımın odasında geçiriyordum… Kaçıncı gündü hatırlamıyorum. Henüz bir ay bile olmamıştı. Ama Cemşit abi ortalıkta görünmüyordu günlerdir. Yeni projeyi, hem de en ağır yükü, Mehmet Ali ile Hüseyin hoca ona vermişlerdi. Aslında üstlendiği şey kâğıt üzerinde yalnızca bir “iş takibi”ydi. Fakat Cemşit abinin o işe sarılışını görünce, sıradan bir görev değil de hayatının en önemli meselesiymiş gibi davrandığını anlardınız.
Çaysız yaşayamaz dediğimiz adam, artık çay molalarında yoktu. Koridorda rastlanmaz, yemekhane sırasında görülmüyordu. Projeye ayrılan bölümde sabahladığına yemin edebilirdim. Tankların içini kendi elleriyle temizliyor, balıkları tek tek yemliyor, hatta kimseyi yanına yaklaştırmıyordu. “Balıklar strese girer,” diyordu, öyle ciddi, öyle kati bir tavırla ki, kimse üsteleyemiyordu. Günlerdir aynı siyah işçi tulumuyla dolaşıyordu. Giyiminde rahat takılan bu adama birgün nedenini sordum; “Balıklar bu renge alıştı. Görünce deli gibi kaçışmıyorlar.”
Bir ara bir söylenti dolaştı koridorlarda: yönetim “Cemşit’e karışmayın” demiş. Bu söz, bir karar değil de bir mühür gibiydi. Ondan sonra kimse ona yaklaşamadı. Mehmet Ali ve Hüseyin hoca telefonda sürekli onunla konuşuyor, işlerin yolunda gittiğini gördükçe Cemşit’in her isteğini yerine getiriyorlardı. O günlerde bu yükün nasıl olup da ona teslim edildiğini anlayamıyordum. Ama belli ki Mehmet Ali hoca, Cemşit abiyi başından beri güvenmişti.
Sonradan duydum; Cemşit olaylı o günün akşamı Mehmet Ali’yi telefon etmiş, uzun uzun konuşmuşlar. Arkadaşım, “Cemşit abi kafası iyiyken insanı kendine hayran bırakır,” derdi. Haklıymış; demek ki Mehmet Ali de büyülenmişti.
Kısacası, Cemşit’in önündeki zincirler çözüldü. Serbest bırakıldı. O günden sonra İsmail’le Ayhan bile yanına uğramaya cesaret edemedi. Onun çevresinde görünmez bir çember vardı; balıklarıyla, tanklarıyla, işine kapanmış bir adam… Ama garip bir şekilde özgürdü.
Bir gün —projenin beşinci günü olmalıydı— Ayhan yine o eski alışkanlığına yenildi. Bilirsiniz, kendini göstermek, her konuda bilgiliymiş gibi konuşmak isterdi. Ayhan’ı artık tanımıştım, ilk günlerdeki sempatikliğim kalmamıştı ona karşı. Tankların üzerindeki ampullere bakıp “Bunların yeri doğru değil,” dedi. “Tam ortada durmalı, ışık eşit dağılmıyor.” Sesi yüksek çıkmıştı, sanki herkes duysun ister gibi.
Cemşit abi önce başını kaldırıp öyle bir baktı ki, odada bir uğultu dolaştı sanki. Sonra boğuk bir hırıltıya benzeyen bir ses çıkardı, hani kızgın köpeğin diş gıcırdatmasına benzer. Ardından ampullere bakıp kısa, sert bir şekilde “Doğru,” dedi. Bir anlık onay, ardından da Ayhan’a döndü:
“Eee, daha önce niye söylemedin? Siz yerleştirdiniz bu ampulleri. Söylesene baştan!”
Hiç vakit kaybetmeden hızla dışarı çıktı. Ayhan kalakaldı. Ne cevap vereceğini bilemedi. Dudaklarının kenarı titredi, sanki bir şeyler diyecek oldu ama sesi çıkmadı. Birkaç dakika sonra Cemşit elinde merdivenle çıkageldi. Tulumunun cebinden tornavida çıkarırken kimseye bakmadı.
Ayhan toparlamaya çalıştı, “Cemşit, elektrikçi çağıralım. Bu iş onların işi,” dedi. Sesinene kadar özgüven koyarsa koysun, kelimeler yarım çıkıyordu. Cemşit başını bile çevirmedi:
“Uğraşamam onunla. Kim bilir ne zaman gelir. Hem sizin toplantınız yok mu, hadi rahat bırakın beni.”
Ayhan’ın yüzü kızardı. Bir şey söylemeye çalıştı, dili dönmedi. Cemşit’in yanına birkaç adım atar gibi oldu ama bir an durakladı, geri çekildi. Gözleriyle bizi aradı, sanki “Biri bana destek olsun” der gibiydi. Ama hepimiz sessizdik. El mahkûm, başını öne eğip kısık bir sesle “Kolay gelsin,” dedi ve ağır adımlarla uzaklaştı.
Cemşit abi ise çoktan merdivene çıkmış, ampullerin bağlantılarını söküp yeniden yerleştirmeye başlamıştı. Sanki başka bir dünyada yaşıyordu.
Ben ise kenarda kalmıştım. Onun o deli gibi çalışmasını izlerken içimde bir kıpırtı duyuyordum; kıskançlıkla hayranlığın birbirine karıştığı bir şey. Balıkların arasında, ışıkların altında özgürdü Cemşit. Ben ise aynı koridorların gölgesinde, dosya yığınlarının arasında zincirlenmiş gibiydim. O, aklını işine vererek zincirlerini kırmıştı; ben aklımı tayin dilekçelerine, bekleyişlere hapsetmiştim. Bazen kendi kendime fısıldıyordum: Belki de asıl deli olan bendim.
5. Masadaki Sıcaklık: Cemşit Abi
Proje biteli on gün olmuştu. Cemşit abi rutinine dönmüştü. Arkadaşla artık iyice sahiplendiğimiz, söğütlerin altında çay eşliğinde oturmuş, günün yorgunluğunu atıyorduk. Az sonra Cemşit abi de bize katıldı. Bana alışmış, ısınmıştı; zaten arkadaşım onu seviyordu. Ben içimden, “Demek ki benimle de iyi anlaşıyor,” diye geçirdim, hafif bir rahatlama hissettim.
Arkadaşım, merakla sordu:
— Proje sonuçları nasıl abi?
Cemşit abi gözlerini ufka dikerek yanıtladı:
— Sanırım analiz etmediler. Ama ben merak etmiyorum. Balıkların neşesi yerindeydi, iyi et bağlamışlardı. Pulları parlaktı. Bir aksaklık olsa ya deforme olurlar ya da ölümler görürdük. Tahminimce sonuçlar güzeldir.
Ben istemsizce dudak bükerek:
— Sormadın mı abi hocalara? Diye sordum.
Cemşit abi gülümseyip omuz silkti:
— Mehmet Ali abi “sonuçları gönderirim” dedi. Ben istemedim, gerek yok dedim. O da senin gibi şaşkınca baktı bana. Biliyorum oğlum, balıklar iyi sonuçlarda iyidir.
İçimden bir kıskançlık karışımı hayranlık hissettim: “Bu adam nasıl bu kadar sakin kalabiliyor, merak etmiyor ve hâlâ doğruyu görebiliyor?”
— Ne adamsın abi? Ben meraktan ölürdüm, diye mırıldandım.
— Siz bilim insanlarının sorunu bu, dedi Cemşit abi. Merakınız basitliği gölgeliyor. Neyse, senin Almanya işi ne oldu?
Sorusuyla sarsıldım, büyük bir şaşkınlıkla:
— Sen nereden biliyorsun? Diye sordum.
Cemşit abi göz ucuyla bana bakıp gülümsedi:
— Çalışıyoruz diye sağır mı olduk? Yanımda durmadan bu konuyla ilgili fısıldaşıp durdunuz ya, arkadaşına göstererek.
Arkadaşım hemen beni destekledi:
— Harbi abi, senin kafa başka çalışıyor.
Cemşit abi övgüyü aldırmadı, hafifçe başını salladı:
— Münihte miydi?
— Hannover!
Cemşit abi;
- Ya vazgeçtin, ya da sonra ısıtılmak üzere derin dondurucuya kaldırdın.
İçimden bir burukluk ve hafif bir rahatlama hissettim. O sıralar Hannover Özgür Üniversitesi ile hocam aracılığıyla iletişime geçmiştim. Birkaç görüşme yaptık, özgeçmişimi gönderdim. Ama ailem istemedi. “Haklılar,” dedim kendi kendime. Bursluluğun tazminatı maddi olarak ailemi çok zorlayacaktı. Aileme bunu yapamazdım.
Kendi kendime içten içe hesapladım: “Param yok, kredi çeksem de Hannover’da alacağım ücret ile taksitleri karşılamam mümkün değil. Üstelik üniversiteyle organik bir bağım yok, kaydım garantili değil. Risk çok büyük.”
Nişanlım zaten şiddetle karşı çıkmıştı. Başta ikna etmeye çalıştım ama sonunda o beni ikna etti. Vazgeçmiştim. İçimde karışık duygular vardı; hem rahatlamış, hem hüzünlenmiştim. “Keşke olsaydı,” diye çok düşündüm, ama vazgeçmek en rasyonalist karardı. Vazgeçtiğime göre artık Almanya konusu tamamen kapanmıştı, ya da Cemşit abinin tabiriyle “sonra ısıtılmak üzere derin dondurucuya kaldırılmıştı.” Beklesin bakalım… İçimden geçirdim: “Evet, şimdilik tamam. Ama ya ileride tekrar gündeme gelirse?” Cemşit abi her zamanki gibi insanı şaşırtmakta ısrarcıydı.
Arkadaşım hemen sohbete katıldı:
— Parasal meseleler abi.
Cemşit abi cebinden tütün çıkardı. Dikkatler doğal olarak ona kaydı. Tütünü yakıp derin bir nefes çekti.
— İlk yıllarımda TSE’den teklif geldi, dedi. Burdur’da laboratuvar açıyorlardı. Gıda laboratuvarının başına beni istiyorlardı. İmkanlar harikaydı: bir ay tek maaş, bir ay çift maaş. Gençtim, tecrübesizdim. Şimdiki aklım olsa babama danışmazdım. Babam “taş yerinde ağırdır” dedi, vazgeçirdi. İçimde ukte olarak kaldı. Senin Almanya konusuna bağlayacak olursak… Almanya konusu! Bahsetmediğine göre senin için bitmiş. Üç ihtimal var: bir, sen vazgeçtin; iki, kabul etmediler; üç, buradan göndermediler. Her maddenin alt sebepleri var. Ama dönüp dolaşacağımız yer senin vazgeçtiğin nokta. Kabullendin.
Cemşit abiyi dinlerken aklım kendi içimde dönüyordu: “Kabullenmek kötü mü?. Benim cesaretim yetersiz mi?”
— Neyse, ne be dostum, kabullenmenin kötü olduğunu kim söyledi? dedi Cemşit abi. Bilimciler bilinmezlikle uğraşırlar, bilinmezlikleri göz ardı etmezler. Ne olacak ki, atla denize. Her yüzme yeni bir öğrenme biçimidir. Burada bahsettiğim kör bir cesaret değil, öğrenmenin verdiği bir cesaret. Koltuk, makam, para kaybetme… Rezil olma kaygısıyla önüne çıkan fırsatları değerlendirememe korkusu. Denize atlamak heyecanlıdır, kırk yılda bir gelir o heyecanlar. İşte bu noktada da gerçekliğimizi de kaybedebiliriz.
İçimden iç geçirdim: “Hakikaten… belki de bu kadar beklemek ve planlamak bana zarar veriyor. Denemek gerek, ya da… cesaret göstermeliyim.”
Biraz içerledim, sonra:
— Senin için kolay abi, dedim.
— Söyle söyle, bekara karı boşamak kolay de, diyerek tütünü söndürdü. Gözlerindeki hafif alay ve ders verircesine bakışı gördüm.
Arkadaşım söze karıştı:
— Özcan da ben de büyük tazminatla elimiz kolumuz bağlı. Hareket edemiyoruz. Hadi benim bir buçuk yılım bitti. Özcan yeni başladı. Burayı bizden daha iyi biliyorsunuz, daha eskisin burada. İnsan köreliyor. Bir buçuk yılda ne yaptım, hiçbir şey! Tank temizle, balık yakala, tart, ölç. Bir mühendisi işçi gibi çalıştırırsan ondan sadece işçinin verimini elde edersin. Uzmanlığımızı boşuna mı yaptık biz!
Cemşit abi sönmemiş tütününü tekrar bastırdı. Arkadaşıma dönerek:
— Bir sigara versene, bu kesmedi. Haklısınız aslında. Bu kurumu değiştirmek çok zor, alıştıkları bir düzen var, kimseyi karıştırmıyorlar. Küçük beldelerin sorunu bu. Değişime karşı kapalılar. Neyse, mecbursanız, ki bence kuruma çok faydalı olabilirsiniz, ne bileyim uzmanlığınız ile ilgili proje yapın. Burada da güzel şeyler yapabilirsiniz. Bu düzende zor olur, ama olur.
Ben biraz sinirlendim, kendime kızıyordum: “Ne kadar haklı olursam olayım, bir yere varamıyoruz.”
— Burada kalmayacağım, diyerek kestirip attım.
Cemşit abi gülümsedi, hafifçe başını salladı:
— Hayat şartları. Herkes kendi yolunu çizme hakkına sahiptir. Sohbet ediyoruz.
Tam o sırada telefonlarımızdan bildirim sesi geldi. Arkadaşım hemen baktı:
— Üretim bölümünün önünde, İdari Koordinatör Onur Bey toplantı yapacakmış. Üretim bölümünün tüm çalışanları katılmak zorundaymış.
Cemşit abi merakla sordu:
— Konu neymiş?
— Yazmıyor, diye yanıtladı arkadaşım.
Cemşit abi alaycı bir gülümsemeyle:
— Ne olacak? Çoluk çocukların yönettiği kurumda çoluk çocuğun meseleleri konuşulur. Büyük şeyler beklemeye gerek yok. İncir çekirdeğini doldurmayacak işlerle uğraşıyoruz ne zamandır. Patronlar arada bir kendilerini göstermek ister. İşçiler dahil herkes çağrıldıysa, bize fırça bekliyor gibi. Kimbilir neyi sorun etmişlerdir yine! Gelmesem mi acaba?
Arkadaşım gülerek:
— Katılmak zorunluymuş.
— İshal oldum der geçerim de neyse, gideriz. Ne zaman?
— Öğleden sonra bir buçukta, dedi arkadaşım.
Cemşit abi;
- Yemek saati geldi, hadi yemeğe geçelim, diye ayağa kalktı.
Yemekhane yolunu şakalaşarak geçirdik. Cemşit abi araya girip bizi birbirimize düşürmeye çalışıyordu.
— Özcan oğlum, bu seni sevmiyor. Akşam aradı, bir saat senin hakkında konuştu, dedi gülümseyerek.
Ben de şakayı bozmadan karşılık verdim:
— Yapar namussuz.
Arkadaşım kahkahalarla gülüyordu. Cemşit abi devam etti:
— Bu seni sevmiyor. Beni daha çok seviyor. Hem sonradan geldin, aramıza giremezsin.
Arkadaşım hemen savunmaya geçti:
— Orada dur Cemşit abi! Özcan’la biz eskiden dostuz. Aramızı bozamazsın.
Kahkahalarımız yemekhane salonunda çınlıyordu. İçimden, “Ne güzel adam şu Cemşit abi,” diye geçirdim. Hepimizin içinde biriken sıkıntıyı bir çırpıda dağıtmıştı. Bazen düşünüyordum, acaba bu neşenin ardında da gizli bir yorgunluk var mıydı?
Masaya oturduk. Cemşit abi gözlerini arkadaşımın tabağına dikti:
— Oğlum o nasıl yemek yemek? Kıtlıktan mı çıktın? Bak Özcan’a, dişlerini kullanıyor. Dişler çiğnemek içindir, öğütmek. Öğretmediler mi sana?
Ben gülmekten kırılıyordum. Onun alaycı sözleri kırıcı olmuyor, aksine ortamı daha da neşelendiriyordu. Yemekten sonra balkona çıktık. Şakalaşmalar hızla devam ediyordu. Biraz sonra balkon kapısından Merve ve Mehmet ellerinde çay bardaklarıyla geldiler. Merve’nin sarı boyalı saçları gün ışığında parlıyordu; beyaz teni, kahverengi gözleriyle güzelliğinin farkında bir kadın. Elindeki kırmızı çantayı masaya bıraktı. Bizim masaya katılmasıyla ortamın havası değişti. Cemşit abi hemen Mehmet’e sataştı:
- İşte baş mühendiste geldi. Oğlum sen olmasan bu kurumun hali ne olacak.
Sonra Merve’ye dönüp sandalyesini nazikçe çekti:
- Bunlar dışarıda okuduklarıyla övünmelerine bakma Merve Hanım. Okudukları yer sanırım varoş mahallelerindeymiş, baltalar, centilmenlik nedir bilmiyorlar! Güzel bir hanım gelince onu karşılamayı unutuyorlar. Masamıza teşrif ettiğiniz için ayrıca teşekkür ederiz Prenses Hanım.
- Merve hafifçe gülümseyerek cevapladı:
— İlahi Cemşit abi, çok teşekkür ederim.
Cemşit abinin acayipliklerini kurumun tüm personeli alışıktı. İçimden, “Gerçekten de kimseye kızdırmadan, kırmadan her şeyi söyleyebilen tek kişi bu adam,” diye düşündüm. Onun yanında herkes, farkında olmadan kendini daha rahat hissediyordu.
Cemşit abi alınmış gibi gülümsedi.
- Abi demeseydin iyiydi diye bir espri yapacağım kurumsal ciddi ağırlığım zedelenir diye korkuyorum.
Mehmet araya girdi, tez canlılığıyla:
- Dedin ya abi, diye araya girdi. Sanki bir şey yakalamış gibi.
.Cemşit abi ilgisizce;
- Hadi ya, kulakların yarasa gibi maşallah,
Arkadaşım kahkaha patlattı. Yan masadakilerse bizi sorgular bakışlarla izliyordu; gözlerinde hem merak hem de mesafeli bir soğukluk vardı. Çoğunlukla “buralı”ydılar. Bizse onlara göre hâlâ yabancıydık. Ne kadar çabalasak da aralarına tam olarak giremiyorduk. İçimden geçirdim: “Onlar kök salmış, biz misafir gibiyiz.” Masadaki beş kişi de buralı değildi. Kurumdaki diğer personelin çoğu gerçekten buralıydı; ya uzun yıllardır buradaydılar ya da buradan evlenmişlerdi. Aralarına kolay kolay kimseyi almıyorlardı. Dışarıdan gelenleri soğuk karşılıyor, kurumun işlerine karıştırmıyorlardı. Görünürdeki düzenin, aslında buradakilerin elinde olduğunu fark ettim. İsmail ile Ayhan mesela buralı değildi, ama buralı personellerle evlenmişlerdi. Onlara burada “Enişte bey” diye hitap ediliyordu; bir tür resmi, mesafeli ama kabul edilmiş bir statü verilmişti.
Arkadaşım Mehmet’e dönüp lafa girdi:
— Tayin işi ne oldu?
Masadaki herkesin merak ettiği buydu aslında. Çünkü buradakilerin çoğu gitmek istiyordu. Bir tek Cemşit abi, kök salmış gibi yerindeydi.
Mehmet;
-Olmayacak galiba, diye umutsuzca yanıtladı.
Cemşit abi söze karıştı:
— Müdürle konuştun mu?
Mehmet kaşlarını çattı, sanki bu soruyu defalarca duymuş gibi:
— Ne konuşacağım onunla? Tekere taş koyan o zaten. Durali söyledi, dilekçeme olumsuz not düşürmüş. “Mesaisine ihtiyaç vardır” diye yazdırmış.
Cemşit abi kahkaha attı, belli ki bu oyunu daha önce de görmüştü:
— Oğlum sen tayini unut. O iş sittin sene olmaz artık.
Mehmet’in sesi sertleşti:
— Bakanlıktan birini buldum, ilgilenecekmiş.
Cemşit abi elini havada salladı, dudaklarının kenarında küçümseyen bir gülümseme:
— Bakanı bulsan yine çıkmaz. Müdür “mesaisine ihtiyacım var” demiş bir kere. Bakan, kendi atadığı müdürü mü ezip geçecek? Hem koca kurumun müdürü, bakanlıkta tanımadığı insan yoktur ki.
Merve araya girdi, sesi yumuşatmaya çalışıyordu:
— Cemşit abi doğru diyor Mehmet. Önce aranı düzeltmen gerek.
Cemşit abi ekledi:
— Evet oğlum, ayıp etmişsin. Müdürle konuşmadan tayin istemişsin. Eeee, adam da soruyordur kendi kendine: “Ben eşekbaşı mıyım burada?”
Mehmet’in sabrı taşmıştı, masaya doğru eğildi:
— Konuşmuyorum ki onunla. Ne konuşacağım? İki senemi yedi o benim.
İşte o an içimde bir sıkışma hissettim. Mehmet haklıydı, biliyorduk. Mehmet, iş başvurusu yaptığında tüm şartları eksiksiz yerine getirmişti. Buna rağmen puanı düşük bir başkası seçilmişti; hakkı yenmişti. Mahkeme kararıyla atanabilmişti ancak bu zaferin tadı buruktu. Diğer işe alınan personel işten çıkarılmamış, Antalya Merkez’de görev yapıyordu. Mehmet’in içinde sürekli bir “Orada benim olmam gerekirdi, olmam gerekiyordu,” hissi vardı; adaletin eksik kaldığı, hakkın kaybolduğu bir noktada sıkışıp kalmış gibiydi.
İşe alım komisyonunun başında, şimdi kurumun Müdürü olan kişi bulunuyordu. O zamanlar idari koordinatör olarak görev yapıyormuş ve anlaşılan Mehmet’e mahkeme sürecinden dolayı bir kin besliyordu. Mehmet’in her adımına, her çabasına engel koyuyor, her fırsatı köstekleyerek onu yıldırmaya çalışıyordu.
Cemşit abi ciddileşti, sesi birden sertleşti:
— Oğlum, seviyorsan git konuş demiyorum. Sonuçta kurumun müdürü. İste, isteme… O adamla konuşacaksın. Git evlen demiyorum sana, Allah Allah! Sadece konuş diyorum.
Merve de onayladı:
—. Gurur yapacak bir şey yok. Tayin istemen en doğal hakkın. Güzelce anlat, özür dile. “Size sormadan dilekçe verdim” de.
Merve’nin sözleri masanın havasını bir anlığına değiştirdi. Gözler ona çevrildi. Ben de fark ettim ki, ne kadar gergin olursa olsun, Merve konuştuğunda ortamda garip bir huzur oluşuyordu. Onun varlığı bile bir denge unsuruydu.
Mehmet’in yüzü kıpkırmızı oldu:
— Siz beni anlamıyorsunuz. Benim ekmeğimle oynadı o!
Cemşit abi elini kaldırdı, masadaki tartışmaya nokta koyarcasına:
— Kimse sana haksız demiyor ki oğlum. Mahkeme kararı var ortada zaten, tazminatını da aldın. Suçları varsa devlet davasını açar zaten. Sen işi kan davasına döndürürsen kaybeden sen olursun. Pinekler durursun buralarda.
Masada bir sessizlik oldu. Herkes kendi içine çekilmişti. Arkadaşım ayağa kalktı, havayı değiştirmek istercesine:
— Çay isteyen var mı?
Merve, “Kahve olsun,” dedi. Bizimkiler çaya razı oldu. Mehmet biraz duruldu. Cemşit abi ise gülerek devam etti:
— İlla dövüşmek istiyorsan, gel benimle dövüş
Bir yandan da komik bir biçimde yumruklarını havada sallıyordu. Masada kahkahalar koptu. Gülüşmelerle birlikte biraz önceki gerginlik dağıldı.
Ben, biraz alaycı biraz da yorgun bir sesle:
— Bırak canı ne istiyorsa onu yapsın.
Cemşit abi bana dönüp başını salladı:
— Doğru dedin oğlum. Bize neyse. Hem Mehmet burada başuzman mühendis. Daha ne istiyor? Tüm işler ondan soruluyor zaten.
Şakayı yaparken gözleri gülüyordu. Herkesin bildiği, Mehmet’in angarya işlerle boğulduğu gerçeğini iğneleyerek ortaya koymuştu. Merve kahvesini aceleyle alırken biraz döktü, gülerek toparlamaya çalıştı. Ortam yeniden kahkahalarla doldu. Kırmızı çantasından ıslak mendil çıkararak sildi. Mehmet’in hiçbir işe karıştırılmadığı, kimsenin yapmak istemediği angarya olarak gördüğü bakanlık yazışmalarıyla mesaisini söve söve doldurduğunu bilmeyen yoktu. Mehmet şakayı hemen kavramış gibiydi.
— Birilerinden bize sıraya gelmiyor başmühendislik, Müdür’den torpilli. Burdurlu!
Cemşit abi kahkahayı patlattı. Taş gibi sert duruşu, o an tamamen erimişti.
— Hangi şerefsiz o!
Biz de kahkahayı tutamadık, gülüşmeler salonu doldurdu. Merve Hanım ise karnını tutarak:
— Ay durun, karnım ağrıdı!
Mehmet gülüşmeler sustuğunda, alaycı bir tonla ekledi:
— Bu Burdurlu çok iyi kullanıyor Müdürü. Her istediği oluyor.
Cemşit abi başını salladı, gülümsemesi hâlâ yüzünden düşmemişti:
— Yaparlar… Ne şerefsizler var dünyada!
Müdürün Cemşit abinin hemşehri olması, onun için hiçbir anlam taşımıyordu. Bu durumu, Mehmet’in şakalarına alınmayışıyla ve ortamın keyfini bozmamasıyla açıkça göstermişti. Arkadaşımdan biliyordum ki Cemşit abi, Müdürün yanına yaklaşmaktan kaçınıyordu; onun yüzünden Müdüre laf edilmesini istemiyordu. İsmail, Ayhan gibi yöneticiler Cemşit abiden rahatsızdılar. Mesafesini koruması, onun için hem bir saygı hem de bir stratejiydi.
Cemşit abi bizimle yalnızca iş yerinde takılıyordu. İş dışında arkadaşlık kurduğu, vakit geçirdiği kimse yoktu. Arkadaşımla yaptığımız ısrarcı davetler hep nafileydi. İş dışı zamanını kendi kafasına göre yaşamak istiyordu; “O zamanı istediğim gibi kullanamazsam kendimi deşarj edemem,” diyerek tüm teklifleri geri çevirirdi..
Merve Hanım araya girdi.
— Ayy yeter, alemsiniz valla!
Ortamda tek kadın olmasına rağmen neşesi ve zarafetiyle masadakileri sersemletiyordu. Her hareketi adeta bir çiçek gibi, varlığı bile gülüşlerimizi artırıyordu. Sohbet, takılmalar ve atışmalarla devam etti; herkesin keyfi yerindeydi.
Sonunda hep beraber toplantı yapılacak alana doğru yürüdük; gülüşmelerin, şakaların hâlâ eşlik ettiği samimi bir yürüyüştü. O an nasıl tahmin edebilirdim ki Cemşit abi’nin toplantıya birbirine katacağını.
6. Cemşit Abinin Şöhretini Onayladığım Gün
Toplantı alanı, üretimde görevli personelin kalabalığıyla dolup taşmıştı. Herkes kendi işinin telaşı ve sıcağın bunaltıcı etkisi altında biraz yorgun, biraz gergin görünüyordu. Mehmet ve Merve merakla alana gelmiş, olup biteni izliyordu; onlar denizcilik bölümünde çalışıyor, ama kurumun işleyişine dair meraklarını gizleyemiyorlardı. Saat neredeyse ikiyi gösteriyordu, Antalya güneşi tepeden yakıyor, gölgeleri kısaltıyor, sıcak hava insanın her damarına işliyordu.
Cemşit abi, öfkesini saklayamaz halde, az ilerideki arabalar için hazırlanmış gölgeliğe sığınmıştı. Elleri cebinde, kaşları çatık, bakışları etrafa sinirle dağılıyordu. Biz de, onu takip ettik. Arkadaşım kulağıma fısaldadı.
— Cemşit abinin kafası yine gitti. İnşallah bir şey olmaz, dedi arkadaşım.
Cevap vermek isterdim ama sözlerim boğazımda düğümlendi; Cemşit abinin o anki ruh hali kelimelere sığmayacak kadar yoğun ve belirsizdi.
Tam o sırada, Onur Bey belirdi. Üç dört kişiyle birlikte kurumun yolundan yavaş adımlarla ilerliyorlardı. İsmail ve Ayhan da Onur’un hemen arkasında, resmi ve gergin adımlarını takip ediyordu. Cemşit abi, gözleri Onur’un üzerindeyken, sinirle homurdanarak mırıldandı:
— Yalakalar eksik olmaz…
Sanki kelimelerden bile öfke fışkırıyordu. Arkadaşım, Cemşit abiyi sakinleştirmek istercesine hafifçe omzuma dokundu ve fısıldadı:
— Dur abi, bir dinleyelim. Ne söyleyecek…
Ama Cemşit abi, anlaşılmaz bir şekilde homurdandı; kelimeler dudaklarının arasından yarım yamalak, boğuk bir tonla dökülüyordu. Küfretmek istiyor gibiydi, ama Merve Hanım yanımızda olduğundan, ne dışarıya sözcük olarak dökebildi ne de öfkesini tamamen içinde tutabildi.
O an, güneşin kavurucu ışığı altında, gölgeliğin verdiği kısa sükûnet ile Cemşit abinin bu öfke ve sabırsızlık hali birleşince, biz de kendi içimizde bir gerginlik ve merak dalgasıyla titriyorduk. Onur olacakları bilse gruba “Toplantıya herkesin katılımı zorunludur. Cemşit hariç,” yazardı büyük ihtimalle. Yavaş yavaş alışıyordum Cemşit abi’nin zıt duygular arasındaki sıçrayışlarını.
Onur Bey, kısa boylu ve tombul biriydi; elleri ancak göbeğine kadar uzanabiliyor, kemeri ise göbeğinin baskısından her an kayıp düşecekmiş gibi duruyordu. Salona girer girmez konunun etrafında dolanmadan, doğrudan meseleye girdi. Yüzünden anlaşılıyordu; ortada ciddi bir sıkıntı vardı.
“Arkadaşlar, beni dikkatle dinleyin!” diye sesini yükseltti. “Hakkınızda Kaymakamlığa şikâyet ulaşmış. Bu nedenle üstlerimden ağır uyarılar aldım. Açık konuşacağım; bu durum böyle devam edemez.”
Sıcaktan zaten bunalmış olan Cemşit abi, Onur Bey’in sözlerini beklenmedik bir öfkeyle karşıladı.
“O koltuğun hakkını ver o zaman!” diye haykırdı.
Onur Bey, neye uğradığını şaşırmıştı. Bir anlık duraksamanın ardından, dudaklarından sadece tek kelime dökülebildi:
“Nasıl?”
Ama aslında demek istediği şuydu: “Birisi nasıl olur da bana karşı gelebilir?”
Cemşit abi ise freni patlamış kamyon misali önüne çıkan her şeyi ezip geçmeye niyetliydi.
“Nasıl olacak! Önce azar yememeyi bileceksin!”
O sırada ortam gerilmişti. Ayhan, korkudan Onur Bey’in arkasına sığınmış gibiydi; İsmail ise şaşkın bir tavuk misali sağa sola bakınıyordu. Herkesin bildiği gibi Onur Bey kurumun güçlü isimlerindendi. Babası, emekli bir emniyet müdürüydü; Ankara’da nüfuzlu tanıdıkları olduğu söylenirdi. Ama Cemşit abinin gözünde bunların hiçbir kıymeti yoktu. Sıcakta bekletilmeye kızmış olacak ki, lafını hiç esirgemeden bodoslama dalıyordu.
Onur Bey toparlanarak, sesine resmi bir ton verdi:
“Cemşit Bey, konumuz bu değil,” dedi yüksek sesle ve hiçbir şey olmamış gibi devam etti.
“Tarafıma iletilen bilgilere göre, görevlerinizi yerine getirmediğiniz, çoğunlukla oturur halde bulunduğunuz ve telefonlarınızda oyun oynadığınız gözlemlenmiştir. Belirtmek isterim ki, bu durum nedeniyle ben de üst yönetimden uyarı almak zorunda kalıyorum. Yarın itibarıyla bölümün internet erişimi kesilecektir. Kamera kayıtları ve sistem üzerinden gerekli incelemeler yapılacak, görevini ihmal ederek oyun oynadığı tespit edilen personele ise disiplin cezası uygulanacaktır.”
Cemşit abi yine dayanamadı, gür sesiyle patladı:
“Hadi uygulayın da görelim! İnsanlar sabahtan akşama kadar bu sıcakta balık pisliği temizliyor. Molalarda ne yapmalarını bekliyorsunuz? İnternetten İngilizce makale okuyup proje mi hazırlasınlar? Madem buranın internetini keseceksiniz, gidin idari bölümlerin internetini de kesin! Onlar akşama kadar Sahibinden’de, Facebook’ta, Instagram’da geziniyorlar.”
Onur Bey’in kaşları çatıldı:
“Biz öyle bir şey yapmıyoruz. Herkes işinin başında.”
Cemşit abi alaycı bir kahkaha attı:
“Sistemler incelenirse kimin ne yaptığı ortaya çıkar. Eğer disiplin cezası uygulanacaksa, tüm bölümlerin kameraları ve sistem kayıtları incelensin. Adalet herkes içindir, bölüm bölüm ayrılmaz!”
Toplanan personel, bu cesur çıkışı hayranlıkla izliyordu. Ben de öyle… Onur Bey’in soğukkanlı yüzü ise çatırdamaya başlamıştı. Bir anlık sessizlikte herkesin gözü Cemşit abideydi.
Ama Onur Bey, onun sözlerine kulak asmadı. Resmi bir ciddiyetle sesini yeniden yükseltti:
“Tamam mı arkadaşlar? Bundan sonra hareketlerimize dikkat ediyor, görevlerimizi eksiksiz ve zamanında yerine getiriyoruz. Aksi hâlde gerekli yaptırımlar uygulanacaktır.”
Tam o sırada, Cemşit abi dayanamadı.
“Sikerim böyle işi!” dedi ve toplantıyı terk etti.
Alana buz gibi bir sessizlik çöktü. Onur Bey, konuşmasını kısa bir süreliğine kesti, onun arkasından baktı. Sonra kendini toparlayarak, soğuk ve resmi bir ifadeyle tehditlerini sıralamaya başladı:
“Disiplin ve düzenin bozulmasına asla izin verilmeyecektir. Kurumumuzda görev yapan herkes, yetki sınırlarını ve sorumluluklarını bilmek zorundadır. Bu çerçevede, gerekli incelemeler yapılacak, kim görevini aksatıyorsa karşılığını görecektir.”
Onun sesi yankılanırken, kalabalık hâlâ Cemşit abinin gözü kara çıkışının etkisi altındaydı.
Cemşit Abiyi mesai bitiminde, kurumun büyük giriş çıkış alanında gördük. Etrafında beş altı kişilik bir grup vardı; yüzlerinden yorgunluk ama aynı zamanda minnet okunuyordu. Biz de yavaş adımlarla ilerledik.
O sırada kalabalığın içinden iri yapılı, esmer tenli, güçlü fiziğiyle dikkat çeken, herkesin “Pehlivan” dediği işçi öne çıktı. Çekingen bir gülümsemeyle Cemşit Abi’nin elini sıktı:
— Biz kendi hakkımızı savunamıyoruz abi. Korkuyoruz… İşten atarlar diye sesimizi çıkaramıyoruz. Sağ ol, teşekkür ederim.
Sözlerindeki minnet duygusu belliydi ama aynı zamanda üzerlerine sinmiş bir çaresizlik de hissediliyordu. O an fark ettim ki Cemşit Abi’nin yüzündeki gerginlik, sabahki öfkesinin aksine, biraz hafiflemişti. Derin bir nefes aldı, gözlerini Pehlivan’a çevirdi ve yavaş ama kararlı bir sesle konuştu:
— Kölelerden isyan etmelerini beklemek gaddarlıktır, diye bir söz vardır, Pehlivan. Siz köle değilsiniz, ama yaşadıklarınız bu çağın köleliğine benziyor. Modern bir kölelik bu… Ama boş ver. Kimse disiplin cezası uygulayamaz. Uygulamaya kalksalar da, inanın, bu kurumda ceza almayan tek bir kişi olmaz. Böyle bir şey olursa ben bu işin dibini deşerim. Olmaz Pehlivan, geri adım atmak zorundalar!
Etraf bir anda sessizleşmişti; çünkü kurumun yöneticileri de çıkış kapısından görünmeye başlamıştı. Pehlivan başını öne eğdi, dudaklarının kenarında hafif bir tebessüm belirdi. Yavaşça başını salladı; sanki “tamam, anladım” diyordu. Yanındaki birkaç kişi de derin bir nefes almış gibiydi; yüzlerindeki gerginlik yavaş yavaş dağılıyordu. Öte yandan, Cemşit Abi’ydi bu; yönetici mönetici dinlemez, sohbetin akışına göre aklına geleni olduğu gibi söylerdi.
Biz ise bu manzarayı seyrederken, Cemşit Abi’nin öyle kolay kolay sarsılmayan, adalet duygusuyla hareket eden bir adam olduğunu bir kez daha görmüştük. Gittikçe ilgimi daha çok çekmeye başlamıştı bu acayip adam. Arkadaşımla birlikte yanına iyice yaklaştım. Sonunda dayanamadım:
— Abi, tamam… Söylediğin her şeyde haklısın da, bunu biraz daha güzel bir şekilde ifade edebilirdin, dedim.
Cemşit Abi kahkaha atarak güldü.
— Can Yücel’in bir sözü var: “Bizim köyde göte göt denir,” dedi.
Bunu söylerken gözleri, önümüzden geçen Ayhan’ın üzerindeydi. Öyle bakıyordu ki, gözlerinin dişi olsa onu çiğ çiğ yerdi. Belki de yemiştir. Vedalaştık.