1
Yorum
3
Beğeni
5,0
Puan
138
Okunma
Her sabah, uyanır uyanmaz dünyaya yetişme telaşı var üzerimizde.
Sanki gezegen bizden gizli gizli hızlanıyor da, biz uyuduğumuz anda birkaç tur geriye düşüyoruz. Çalar saat, bir zil sesi değil; kovalanma emri. Kimden? Hiç kimseden. Belki de hepimiz birbirimizin hayalî rakibiyiz.
Gün, sabah trafiğiyle başlıyor: İnsan yığını içinde insan yalnızlığı. Bir otobüste kırk kişi birbirine omuz dayıyor ama kırkının da aklı başka gezegenlerde. Telefon ekranları kucak sıcaklığına, kulaklık telleri ninniye dönüşüyor. Kimse kimseye bakmıyor; herkes bir başkasının dikkatini istemekle istememek arasında bocalıyor.
Ve hayat bir koşu bandı aslında: Yürüyorsun, terliyorsun, yoruluyorsun ama manzara değişmiyor. İşe gidiyorsun, dönüyorsun. Haftanın adı değişiyor ama günlerin rengi aynı: gri.
Akşamları bir tuhaflık var. İnsan eve dönünce rahata ereceğini sanıyor, ama yalnızlığın en kabarık formu o vakit geliyor. Salondaki sessizlik, televizyonun açılmasını talep ediyor; buzdolabı kapısını açınca bile insanı azarlıyor: “Bana mı baktın, yoksa kendi boşluğuna mı?”
İçimizde hep şu ikilem var:
— “Bir şeyler yapmalıyım.”
— “Hiçbir şey yapmasam daha iyi.”
Sonra telefon bildirimleri devreye giriyor, hayatın trajikomik kurtarıcıları. Birinin fotoğrafına kalp bırakmakla, kendi boşluğuna yama yaptığını zannediyorsun. Ama o kalbin pili çok çabuk bitiyor.
İşte o an fark ediyorsun: İnsan, kendini avutmak için dünyayı yeniden tasarlıyor. Kahve molası, yeni bir inanç sistemi; üç dakikalık yürüyüş, antik bir ritüel; pencere kenarında dalıp gitmek, kendi çağdaş meditasyonumuz.
Ama bütün bunlara rağmen, aslında hepimiz farkındayız: Yalnızlık modern insanın görünmez dövmesi. Kolumuza değil, içimize işlenmiş. Ve hayat, bir bakıma, o dövmeyi saklamak için seçtiğimiz gömleklerden ibaret.
5.0
100% (2)