Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
Hasan Hüseyin Arslan
Hasan Hüseyin Arslan

İçimdeki Anılardaki Boşluk ve Zenginlik I

Yorum

İçimdeki Anılardaki Boşluk ve Zenginlik I

0

Yorum

2

Beğeni

0,0

Puan

186

Okunma

İçimdeki Anılardaki Boşluk ve Zenginlik I

Bir incelik abidesidir baharlar … Dinlenmek için duraklamamak gerek, hemen yakınlardaki bir gürgenin, akasyanın, meşenini, karaağaçın, ıhlamrun gölgesinde uğurböceklerinin evlenişlerini, bir kımılın flörtünü baharı sıcaklığının içinde hissetmek sıcaklığıdır bu günleri yaşamak. Görüntüler mükemmel; doğa kendisiyle en barışık anlarını yaşıyor kendi güzelliğinin muhteşemliğinde …


Bir gün, çok eskiden, yaşamadığım gençliğimde, bir merdiven penceresinden içeri giren kış güneşinin ışını, açıklanması güç biçimde beni derinden etkilemişti. Gerçi Adana’da kış pek etkili olmasa da birkaç günlük soğuklar bile insanın üşmesine vesile olmaya yeterliydi. Daha önce yaşamadığım duyguları yaşıyordum, Defterdarlık önünde dolmuştan inip, Hacı Sabancı Kültür Sitesi’ne ders çalışmaya giderken. Yıllar sonra burada, birkaç gün yaşadığım bir evde, aynı gizemli anlamlarla yüklü benzer bir ışık gördüğümde hep aynı ürpertili sevinçleri heyecanla geçiririm içimden, bu ışın, her akşam merdiven boyunca kayarak ilerler, sonra gelir duvarda ki sıvası dökülmüş kerpiçleri ve biriketleri tüm çıplaklığıyla afroditleştirirdi. Çoğu defa pek ufak detaylar silinmezcesine kayıtoluyordu mentaliteme ve bu detaylar, üzüntü veren ya da özlemi çekilen bir yeri, bir dönemi baştan başa kendi içlerinde özetlediklerini söyleyesi geliyor insanın böyle anlarda. Bu akşam ki güneş batış ışına da öyleydi benim için. Çoktan bilmem gereken ama, hangi bilinmedik geçmişin bir parçası memleket topraklarından ayrıldıktan sonra binlerce kere yeniden düşünmeme rağmen bu solgun ışığın amforaya benzeyen sıvası dökülmüş duvarı okşayışını bir daha görmeyeceğim, göremeyeceğim aklıma geldikçe garipten ve gaipten de öte bir korku, tuhaflık, endişe ve kaygıdan kaynaklanan bir korku sarıyordu bedenimi beni ürperten bir cinsten.

Duvarda ki, o boş oyuk hep orada, duvarda ve ben merdivenlerden inerken güneş hep aynı batış senfonisinin hüzünlü ışınlarıyla onu aydınlatmaya devam ediyordu. Tam bu söylediklerimle kendimi dile gelmez, iflah olmaz haller içinde kendimi bir kez daha yitirerek yok olmak korkusuyla başbaşa kaldım. Belki de bana bir yorgun iş günü ardından içilen bir kadeh rom gibi ısıtmaya yetiyordu. Çok uzaklarda onlarca yılın acı özlemiyle, söyleceklerimi söylemeden mezar ziyaret eder gibi sessizce ayrılıyordum oralardan, fittiğim yerlerden, ne zaman bir yerde iskan eyleme arzularım belirse, Ch. Bukowiski gibi gezerek hayatı yaşamak ve öğrenmek isteğinin güdüyleriyle yanıp tutuşuyordum. Sonra duruyorum, çünkü sesimin değiştiğini hissederek kendimi mutlaka birgün toparlamam gerektiğini duyumsuyorum, yoksa ağlayacağım. Söylerim bunları kendime tembih ederek diye uyarıyorum kendimi ve iniyorum merdivenleri basamak basamak. Şimdi üzgün bir kıvama giren yüzüm tümüyle tatlı bir anlam varmış gibi geliyorum kendi kendime. Bitim, boşluk hissimi var içimde diyorum, ama yok, öyle bir duyguda yok. Yok gibi! Amaçsızım desem; değilim! Hayatı anlamsızlığın bir devamı olarak da göremiyorum ve görmüyorum. Yanlızlık hissimi taşıyorum desem, bu da yalan olur, yanlız kalmaya, kendime vakit ayırmaya bile zaman bulamıyorum. O kadar geniş bir sosyal çevrem var ki, onlarla sürekli buluşmak, konuşmak, güncel ve geleceğe dair siyası, ekonomik, ekolojik, eğitim, sosyoloji, felsefe, tarih, biyoloji ve jeoloji konularında derin sohbetler ederek fikir zenginliğinin içinde yüzdüğümü düşünüyorum, yani işin özünü kendime itiraf etmek istersem hayattaki var olma sebebimizi felsefi bir bakışla büyüteç altına aldığım için bu hislerden uzağım diye seviyorum da zaman zaman.

İç karartıcı günler sona erdi artık. Çalkantılar, tedirginlikler, kaygılar, endişeler, gereksiz serzenişler, beklentiler, dramlar, yakınmalar, bitkinlikler, kendini bitirmeler … kendi kendime yalvarmalarım bitti. Her şey bitti, onlarca yıldır çözümü askıda kalan üzgünlük dönemi noktalandı. Şimdi gökyüzünde veya su üzerinde değil de yer zemininde kaygısız adımlarla gidiyorum. Sessiz, dikkatli, inceleyici, gözlemci, deneyici, seyhatci kimliğimle ilerliyorum, ne yöne doğru gittiğimi bilmesem de, ilerliyorum. İçimde bir mezar sessizliği belirmesine rağmen, şimdi bu içinde yaşadığım ülke, nice zamandır düşlediğim kentleri, yazıyla betimlenmeyecek kadar gizemli bir kent olan ya da kentleri özlemenin heyecanını yaşıyorum. Bu kent de güzel, örneğin Gent, Antwerpen, Maastrich, Nijmegen, Köln, Koblenz, Brüksel, Oslo, Düsseldorf, … dile gelmez, dile sıgmaz çekiciliklerinden sonsuz gizemlerinden sıyrılmış gibi. Ama İstanbul gibi, içimde ki bütün boşlukları doyurmaya yetiyor ve Zwollede tren değiştirmek zorunda kalıyorum. Ruhumda geziyorum bu kentlerde, çoken ruhumu, içimde ki boşluğu dolduruyor bu ve daha nice kentler, köyler, kasabalar, metropoller, … Bir yere hızlıca gitmek için acele eden insanlar gibi yine de bir heyecan tedirginliği var içimde ve kendimi Adana Şaikirpaşa da hissediyorum, trafikten mezun olduğum Adana Erkek Lisesi’ne doğru yürüdüğüm günleri hatırlarken. Bu acele niye? Neden? Bilmiyorum. Beni sıkıştıran hiçbir şey yok şimdi, çünkü yorgunluklarda, yılgınlıklar da, incinmişlikler de, incitilmeler de bitti. Daha nereye koşuyorum ki. Şimdi öyleyse? Ben de bilmiyorum diye kendime yalan söylersem o da ayıp olur. Trende şu sağ tarafımda oturan Alman kız da, karşım da oturan Alman gençte, Koblenz’den Mainz’e kadar ceplerinden başlarını kaldırmadılar, genç Alman belli bir zaman sonra yorulmuş olmalı ki, uykunun baskınlığına yeni düştüğü için cep telefonunu düşürünce uyandı ve kızaran yüzünü saklasa bile bunun bir işe yaramayacağını anladı. Bense „agresiflik’le“ ilgili kitabı okuyarak telefondan bir süreliğini de olsa uzak kalmanın keyifini çıkararak yolun sonuna gelme sevincine nail oldum. Şimdi diyorum; bu gençler bana soru soracak diye korkuyorum birdenbire, başımı yien Ren Nehiri’ne çeviriyorum, insanı kendisine hayran bırakan bu ılgın ılgın akan berrak suyu Ingelheim’e gelene kadar izliyorum trenin penceresinden. Botlar, şilepler, patalyalar, istimbotlar, çutanalar, mavnalar, kayılar, slalom spor kayıklar, … daha bir çok ismini bilmediğim gemi türleri küçük koylara ve spor için müsade edilmiş yerlere bağlanmış halleriyle bile bir zenginliğin, yaşamsal bir zenginliğin ipuçlarını da veriyor ele …

Benim için yıllardır yitmiş gitmiş, şimdi büyülü bir düşünceymişçesine yinelenen tüm bu nesneler artık bana çok şey söylüyorlar: Havanın bugün, tıpkı yaz gibi hala yumuşak, ılık, gevşetici, ferahlatıcısı olması, yamaçlara güz yüzü düşmüş ormanların fauna ve florasıyla hala çekiciliğini koruması sevinmem için ana kaynaklar olmaya yetiyor. Üstümden kalkan o iç karartıcı yükleri bir daha sırtıma almamak için yola sarsılmaz adımlarla devam ediyorum, yine de eskiden kalma endişe ve tasayla göz ucuyla seyrediyorum hayatı bana sürekli yeni köprüler kurarak engelleri aşmama yardımcı olduğu için.Bütün insanların yürekten yüreğe kurdukları köprülerden birisi de benim için inşa edilmiş olmalı ki, ben de bundan yarar sağlıyorum her açıdan.

Okşanmak isteyen saçlar gibi yana yatmışım batmadan ve seyrediyorum zamanı zamanın içinde uçsuz bucaksız evreni seyrederken. Bazen saatlerce kıpırdaman durmanın farkına varılmaz diyorum, bir akıntı sürüklüyor bedenimi yanlızca, ileride yürüyen bir çift görüyorum birbirine yakışan, uzaktan bakınca ruhları okşayan, şiir gibi bir çift, geçip gidiyor önümden sessizce. Ender rastlanan bir hava var, sanki sandalda şarkı söylüyor bir kayıkçı, ağır bir makam eşliğinde! çok tatlı insanı şaşırtacak kadar çok tatlı, tiz perdeden gelen bir piyano sesi gibi. Dinliyorum hissleri var içimde, az öncesine göre daha canlı, daha ilgili bir yoğunlkla bakıyorum çevreme … Bankadan çıkan, şık giyimli hanımlar ve beyler, deyim yerindeyse; iki dirhem bir okka gibiler. Bunları dikkatle izleyen birisi; bu altılı grubu görünce Frankfurt’u sankı Frank değilde bunların kurmuş olduğunu bile düşünebilir. Alte Oper, şehirin göbeği, şehirin zenginliği, burjuvazinin dinginliği, fıskiyelerden fışkıran sular ve bu sularda muradına eren çocuklar. Bakmaya ve görmeye devam ediyorum; yaşlı, şık giyimli civar zengini olduğu belli olan, bastonuyla ve ağır adımlarla ilerliyor Bockenheim Caddesini takip ederek. Gülümsüyor birdenbire, ben yol verince, aynı cevabı veriyorum ve kayıp oluyorum göz çerçevesine hapsedilmeden. Şimdi her zamanki gibi görme tutkumla bakıyorum … Gece çökünce bu görüntülerin birer korku sembolü olacaği figürleri düşünürken. Kayıp giden gün oluyor gözümden, bakıyorum yaşlı annemize, ta köşeyi dönene kadar. Hiç acele etmiyorum; hala aydınlık gökyüzüne yansıyan sömürünün sahibi bankaların kubbelerini büyüteç altına alırken. Sanki Pier Loti tepesinden Haliç’i seyrediyorum ve Nurettin Sözeni düşünüyorum. Ve şu anda, Boğaziçinde, bir garip Orhan Veli olmayı arzuluyorum, Goethe’nin doğduğu evin hemen yanında ki kafteryalardan birinde bir kadeh wiski içmeyi terci ederken. Demin sövdüğüm, burjuvazinin bir parçası olmak bu olsa gerek diyorum, Neolitik çağın ortasından kayarak Frankfurt’un içinde yaşayışımla ve geçmişimle hesaplaşırken. Doğu’ya özgü rüzgarlar esiyor şu anda içimde, yeryüzünün bütün tezatlıklarının ortası olan Ortadoğu’dan gelmek bu olsa diyorum, kendi iç dalgalanmalarımı ve kendimi acımasızca eleştirirken. Vicdan azabı çektiğimde oluyor ekseriyetle, ama bazende basıyorum kibarca, Can Yücel ustamızın söylediği gibi, küfürsüz bir hayatın olmayacağına inanarak. Doğu’ya özgü bir gürültü var içimde ve sessizliğimde, bu bar kafe tıklım tıklım dolu, ve buraya yabancılar nadir uğrarlar ve gelenler de kendini benim gibi bir bok sanalardır kanımca … Kimse kimseyi duymuyor, pazaryeri gibi. Üç yıl önce kuzenimle doya doya içmemize rağmen sarhoş olmadan eve gidişimiz gibi, bugün üç wiskiyi geçmek istemiyorum. İstanbul’a özgü bu akşam ki gürültü beni rahatsız etmiyor, bar da her şey aynı kalmış eskisi gibi. İçsem diyorum ve sabaha kadar Frankfurt’un ortasında aylak aylak dolaşsam diyorum, sonra feodal yanım ağır basıyor, ya bir tanıdık görürse ayıp olmaz mı diyorum. Frankfurt’u yaran Main Nehiri’ne olan tutkum canlanıyor gözümde, İki kıyıdaki bütün mahalleleri yeniden görüyorum, gözümde canlanmıyor hiçbir şey gerçeğin ortasında olduğum için. Bu bol ışıklı evlerde nelerin olup bittiğini bilmesemde tahmin ediyorum; orada olup bitenleri, oralarda ki gizli saklıları, ne pazarlıkların döndüğünü, ne şarkıların söylendiğini, ne acıların çekildiğini, hepsini işim gereği yüzde dokuzana varan bir tahminle biliyorum. Öyle ki, zamanın silikleşmiş geçmişine şu anki kadar daldığım yanılsamasına hiç kapılmamıştım, düşündüğüm hiçbir şey sayfalar ciltler doldursam da şu an da, şu masa da, kafe Karin’de duyduğum, hissettiğim içe işleyen o adsız hüzünü anatamaz, bu mümkün değil … olamaz da!

Oysa hem benim içimde, hem benim için her şey nasıl farklı, o pek genç olduğum dönemlerde, gençliğimi yaşamadan ihtiyarlayışımla hesaplaşıyorum şu anda. Akşamın geceye kayan saatleri arasında! Her zaman değil, ama o zamanlar yoksuldum; her türlü yoksuldum. Bilgiden, fizikten, kimyadan, sosyolojiden, psikolojiden mahrumdum. Bir psikolojik terörden sonra değiştim. Kimse bilmezdi beni, ben de istemezdim, beni kimsenin bilmesini. Düzensiz ve tehlikeli değildi yine de. İşten eve, evden işe. Monotonluğun tüm zenginliği eşliğinde. Hiç bir yerden destek almıyordum ve desteğim de yoktu, Türk Sanat müzigi, „Mücadele Dergisi“, „Cumhuriyet Gazetesi’inden“ başka. Günü iş, okul, kütüphane, ders çalışma ve profesör Gamm bey’in derslerini kaçırmama dışında hiç bir yeniliğim yoktu. Oniki metrekarelik oda da, yaşama meydan okuyarak, ayda bir otuzbeşlikle tokalaşarak yaşamak bir zenginlikti belkide Neolitik çağın ortasından kalkıp Darmsstadt’a gelen bir Anadolu’lu olarak. Ve burada yaşama tutunmak için, o zaman, bu akşam, kıyılarda uğuladığını işittiğim bir Gülten Akın şiiri gibi sarsıyordu bu akşam bedenimi. Gecenin rengi solgun değildi aslında, solgun ve durgun olan bendim. Uğultusunu hissettiğim yaşamı seviyordum ve de seviyorum, heves edip aralarına karışıyorum, o halk insanlarını her yanıyla hesaba katarak, gereken özeni göstermem gerektiğini de hiç unutmuyordum. Çünkü hayat, içinde barındırdığı tezatlıklarıyla gerçek bir yaşama ev sahipliği yapacak kadar dürüstür. Aralarında, bana iyi davrananlar, benim iyi davrandıklarım, borç verdiklerim, borç aldıklarım, alacaklım olanlar, yarar gördüğüm dostlar, ikiyüzlülüklerinden korktuğum ve ürktüğüm düşmanlarım her zaman oldu ve olacaktır da. Şimdi olsa ne yapardım bilmiyorum. Bu arada ufkum genişledi, hem de ölçüsüzce genişledi, eskiden kimsesiz bir çocuk gibi sessizliğin koynunda uyurken, şimdi kelimlerle bağırıyorum hayata. Bir hükümdarın tüm gücüyle vurduğu gibi cümlelerle vurmayı seviyorum hayata. Belki on yıl öncesinde olsa, ve bir akşamı Amsterdam’ın sokaklarında dolaşarak geçirsem, ya da Lahey’de ki Topkapı Restaurantı’nda iki duble rakıyla denizi seyretmenin mutluluğunu yaşasam ne olurdu sanki. Akşam ilerliyordu bu arada! Ama ona aldırdığım yoktu, geceyi sakince geçirmenin dışında. Akşamın çarpıcı görünümü değişmeyi sürdürüyor ve iki kişi daha geliyor bara. Akşamın tadımını ruhlarıyla yoklamaya … Gizemli kubbleri belirsizleşiyor, nerdeyse her şey saydamlaşıyor gecenin içinde, sayısız ışık var Frankfurt şehiri’nde! Gökyüzünde yıldızlar parlıyor. Bar da atmosfer de gittikçe tatlılaşıyor, hiç esinti yok, güz olmasına rağmen, sanki bir yaz akşamındayız. Ölesiye uyuşukluktan iyice uyanmış her şeyi kavramak için büyümüş gözlerimle bakıyorum etrafıma. Yanımda ki boş masaya müsade isteyerek iki Alman can geliyor ve müsade isteyerek oturuyorlar. O anda çelişkilerle dolu olduğumun hisisne kapılırken, içimin çelişkilerle dolu olduğunu duyumsamak beni endişelendiriyor. Zaman zaman önümde ki bardağa bakarak teselli ediyorum kendimi ve uzun süredir aramadığım bir dostu arayayım diyorum, ama hemen vazgeçiyorum. Değerli anılara tümüyle bağlı , ruhumun derinliklerine kadar, sanki sonsuza kadar sürecek bir kederle doluyorum, oysa içki içen komşularım şen şakrak geçirdikleri işgünü üzerine sohbet ederken gözlerinde güneş açan bu insanların rahatlığını düşünürken onlara imreniyorum. Kederle sevinç arası bir noktada yalpalıyorum şu anda. Kısa süreceğini bildiğim bir duygunun kurbanı oluyorum. Yeryüzünde her şeyin solduğunu bilmenin bilinciyle rahatlıyorum kendimi teselli ederken, Freud’e ihtiyaç duymadan. Az sonra, kendimi hala yaşam dolu, hala direnen, genç sayılmasa da gençliğine özenmeyen, hala aşka susamış, çok acı çekmiş olmanın bir bakıma bencil zaferiyle yaşama geri dönüyorum duygularımı dizginlerken. Batı’nın bu zengin metropol kentinde, bu ılık sonbahar akşamında, geçmişteki o heyecanların, asla dikkate almamam gereken ne varsa hepsinin beni tarümar etmesine kendi direncime karşın izin veriyorum.

Onlarca yıl, biz insanlar için pek kısa süren bir ömür için gerçekten kayda değer bir süre! Yıllar süren arayış, ayrılık, özlem, sessizlik ve yanlızlık derin çukurlar açmış anılarımda, bir yıpranmışlık, tuhaf bir unutkanlık, çekingenlik, bir karanlık yeniden başlangıcı getiriyor, birbirini en çok sevenler ve nefret edenler arasında bile … Bir insanın, bunu kendinde gözlemlemesi ve büyüteç altına alması ise kendisiyle hesaplaşarak acı bir düş kırıklığı oluyor.

Devamı gelecek!

Sosyolog Hasan Hüseyin Arslan - Frankfurt am Main, den 08.09.2025

Paylaş:
2 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
İçimdeki anılardaki boşluk ve zenginlik ı Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz İçimdeki anılardaki boşluk ve zenginlik ı yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
İçimdeki Anılardaki Boşluk ve Zenginlik I yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL