1
Yorum
0
Beğeni
5,0
Puan
304
Okunma
Arka sokaklarda kendini tanımayan berduşlarla karşılaşıyorum, Lili. Yanıma sokuluyorlar, az kalmış şaraplarından bir yudum veriyorlar ve “abi!” diye başlayıp saatlerce konuşuyorlar. Dinliyorum. Hoşuma gidiyor. Bir gün beni soyacakları gün gibi aşikâr aslında; ama daha başaramadılar. Benden önce sızıyorlar. Alıştılar bana, ben de onlara. Sevdiler beni kendilerince. Dokunmazlar kolay kolay; ama içten içe biliyorum, yılların alışkanlığı bir gün donuma kadar alacak onlardan biri.
Neden mi hâlâ oradayım? İnsan nerede huzur buluyorsa, oraya gider. En azından onlar doğal… Hayata dair hiçbir umut taşımıyorlar. Biliyorlar; bir gün ya alkole bağlı hastalıktan, ya da yüksek dozdan gideceklerini. Ben ot benzeri şeylere bulaşmam. Gençlikte bir iki kere denedim, kafasını sevmedim. Otla kaybolmak dedikleri şey bana göre değil. Benim yolum şarap, alkol. Ne kadar içersem içeyim aklım başımda olmalı. Benim kaybolmam başka türlü olmalı, Lili. Otun pusunda değil, gerçeğin keskinliğinde kaybolmalıyım.
Kendimi arıyordum, Lili. Ama nerede kaybettiğimi bilmiyordum, hatırlamıyordum da. Sanki bir köşede düşürmüşüm de geri dönüp bakmaya cesaret edememişim gibi… İçimde eksik bir şey vardı; ama neyin eksildiğini tarif edemiyordum. Geceler boyu uyuyamadım. Şehrin sokaklarını adım adım arşınladım; kaldırımları, köprüleri, tenha parkları… Her köşe başında sanki izime rastlayacakmışım gibi. Belki de hiçbir yerde kaybolmamıştım; belki de sadece kendimi unutmuştum. Bazen unutmak, kaybetmekten de ağırdır, Lili. Çünkü kaybolan bulunur; ama unutulan, insanın içinden silinir.
Bir gece, arka sokaklarda, otuzlarında bir kadınla tanıştım. Antalya’da, havalimanı yolunda. Asfalta çıkmış, kendini satıyor. Belki de bir pezevengi var. Gece yürüyüşlerimden biriydi, kaybolmak için yürüyordum. Yolun nereye gittiğine bakmadan. Yanından geçtim. Sonradan öğrendim adını: Alyoşa. Sarı saçlıydı; ama saçları kirden kirpiye dönmüş, kolları iğne delikleriyle doluydu.
Arkamdan seslendi:
“Sigaran var mı abi?”
Uzattım. Ateş istedi, onu da verdim. Çalılıkları işaret ederek fısıldadı:
“İstersen aşağıya gideriz.”
Teşekkür ettim, adını sordum. Söyledi.
Açıktan sordum:
“Bir gecede ne kadar kazanıyorsun?”
Bir rakam söyledi.
Kaldırıma oturdum, yanıma oturmasına işaret ettim. “Otur, bu geceki yevmiyen benden” dedim. Çekinerek gözünü çalılıklara dikti. Sonunda yaklaştı, hâlâ temkinliydi:
“Bak abi, paranı alırım. Tuzluya patlar.”
Güldüm. “Zengin değilim, gariban usulü bir fiyat çıkarırsan olur.”
"Bize de gariban düşer amına koyayım hep," dedi.
Güldüm. Yanıma oturdu. Yolun alt tarafında arabalar vardı, park edenler… karşıda başka kadınlar. Baktım, o da baktı.
“Polis buna nasıl izin veriyor?” diye sordum.
Güldü, dumanı havaya bıraktı:
“Polis bizden bıkmış abi. Orospuyuz işte. Bugün toplarlar, yarın bırakırlar. Yine başka bir yere çıkarız. Kim uğraşacak bizimle?”
Baktı bana, gözlerini kısıp sordu:
“Sen ne ayaksın abi? İbne falan değilsin ya? Hiç sevmem. Onlarla anamız ağlıyor, müşteri bile sayılmazlar.”
Başımı salladım.
“Değilim. Olsam söylerdim. Bu hayatta herkese yer var.”
Sigarasından derin bir nefes çekti.
“Sen okumuş adama benziyorsun. Ne işin var buralarda?”
Gülümsedim.
“Ben de insanım güzel kız. Evde sıkıldım, çıktım yürüyüşe.”
“İnsan evden sıkılır mı?” dedi.
“Sıkılır,” dedim. “Boş ver beni. Sen anlat, işler nasıl?”
“Kesat,” dedi. “Eskiden arabalar sıra sıra dizilirdi. Şimdi üç beş saatte bir müşteri düşüyor.”
“İnternet bozdu işinizi,” dedim. “Artık insanlar ihtiyacını oradan gideriyor.”
Kahkaha attı. Gülünce güzelliği birden ortaya çıktı. O an anladım: güzellik, kirin pasın altında bile sızacak bir ışık bulur kendine.
“Ben Hüseyin’e söyledim çok,” dedi. “Bu işte bir terslik var. Beni gören vazgeçemez dedim. Akıllı puştsun şerefsizim.”
Hüseyin’in kim olduğunu sordum. “Başımın belası,” dedi. Aşık olduğu pezevenkti büyük ihtimalle.
Şarabımdan bir yudum aldım. Gözünü şişeye dikti.
“Kendim yaptım,” dedim. “İster misin?”
“Bir kelek yok değil mi abi?”
“Ben içiyorum işte,” dedim, şişeyi kafama dikip ona uzattım. Kana kana içti.
“Nerelisin?” diye sordum.
“Rusya.”
Bir sigara daha yaktım.
“Türkiye’nin neresindensin?”
Trakya taraflarındanmış, hatırlamıyorum.
Sonra benim de kafam iyice dumanlandı. Parasını verdim, vedalaştık.
“Ne zaman istersen gel,” dedi.
Güldüm.
“Gelirim. Tanıştığımıza memnun oldum.”
O an sanki kendine geldi; yüzünde, yıllardır unutulmuş bir baharı andıran candan bir gülümseme belirdi. Yorgunluğu, kirli teni, iğne izleri bir an için silindi sanki. İçinden taşan bir ışıkla elini kaldırdı, salladı. Ve ardından, rüzgârın da taşıdığı o sözü bıraktı geriye: ‘Ne güzel adamsın sen be!’ O ses, yoldan geçen arabaların uğultusunu bastı, geceyi yarıp içime işledi.
Ben yoluma devam ettim, ama onun gülümsemesi içimde kaldı, Lili. Yıllardır sık sık düşünürüm Alyoşa’yı. O kısacık sohbetimizde kendini sevdirmişti bana. Zaten sevilmek için çırpınmaz bazı insanlar; bir bakışı, bir gülüşü yeter olur. Alyoşa öyleydi. Yorgundu, kirliydi, hayattan silinmeye yüz tutmuştu ama bir anlığına da olsa, yanında otururken içimde garip bir huzur bırakmıştı. Onu tanımak, hayata dokunmak gibiydi.
Sonra çok kez gittim o yola. Aynı kaldırımı, aynı çalılıkları, aynı ışıkları aradım. Hep aynı umuda kapıldım: Belki yine oradadır, sigara ister, gülümseyerek el sallar… Ama karşılaşmadık bir daha. O yolda artık başka yüzler vardı, başka sesler. Alyoşa yoktu.
Büyük ihtimalle ölmüştür, diye düşünüyorum çoğu zaman. Belki bir iğnenin ucunda, belki bir tenhanın karanlığında sessizce gitmiştir. Ama benim için hâlâ yaşıyor. Çünkü bazı insanlar kaybolmaz; bedenleri yok olsa bile, bir gülüşleri, bir cümleleri insanın ruhuna kazınır. Alyoşa da öyle kaldı bende. Ölü mü, sağ mı bilmem; ama içimde hep yaşayacak. Kirli sokakların kenarında unutulmuş, adı bile sahte ya da ödünç alınmış bir kadın. Benim gibi hırpani… Kendini unutmuş, zorla unutturulmuş. Aynı karanlığın içinde savrulan, aynı eksikliğin yankısı. Dosttur bunun adı! Yalnızların, yalnızlığın dostu...
5.0
100% (1)