0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
171
Okunma

Şehir artık sadece taşlardan ve binalardan ibaret değildi; o, yaşayan bir organizmaydı, her köşesinde farklı bir hikâye fısıldayan, her çatlağında bir başka acıyı saklayan bir canlı. Sokak lambalarının solgun ışıkları altında yürüyen insanlar, çoğu zaman birbirlerini görmüyordu; çünkü herkes kendi gölgesinin içine hapsolmuştu. Gölge, sadece bir karanlık değildi; umutların, korkuların, kayıpların ve unutulmuş arzuların birleştiği bir aynaydı.
Küçük bir kafede oturan adam, kahvesinin buharına bakarken kendi yaşamının akışını gözden geçiriyordu. Gençliğinde kurduğu hayallerin çoğu yarıda kalmış, çoğu çabası boşa gitmişti. Ama o, hâlâ bekliyordu. Beklemek, onun için bir direnç biçimiydi; sessiz bir meydan okuma, hayatın kendisine dayattığı tüm sınırların karşısında bir duruş. Yan masada oturan kadın, ellerini sıkmış, gözlerinde derin bir hüzün ve kırılgan bir öfke taşıyordu. Her geçen gün, yaşamın adaletsizliğini daha iyi görmüş, ama hiçbir zaman teslim olmamıştı.
Sokaklarda çocukların sesi duyuluyordu, ama bu sesler neşeden çok çaresizliğin yankısı gibiydi. Oyun oynayan çocuklar, belki de sadece hayatta kalmanın yollarını arıyordu; gülecekleri zamanlar, hayatın ağırlığı altında ezilmişti. Her bir çocuk, geleceğin kırılgan bir parçasıydı ve şehir, onları kendi karanlık göğsüne sıkıştırıyordu.
Bir başka köşede, yaşlı bir adam eski bir deftere bakıyor, sayfaların arasında kaybolmuş anıların izini sürüyordu. Her bir çizgi, her bir kelime, geçmişin hem acı hem de tatlı hatırasını taşır gibi titriyordu. Ama o, bu titremede hayatın gerçek ritmini duyuyordu; kayıpların, ihanetlerin ve boş vaatlerin arasında bile bir anlam, bir düzen bulabiliyordu.
Ve işte tam bu noktada, şehir sessizce nefes almaya başladı. Rüzgar, dar sokaklarda dolaşırken yaprakları ve tozları savuruyor, her bir hareket bir başka hikâyeyi tetikliyordu. İnsanlar, farkında olmadan, birbirlerinin yalnızlıklarını paylaşıyor, kendi acılarında başkalarının yüzünü görüyordu. Gölgelerin içindeki bu yürüyüş, bir arınma, bir yeniden doğuş süreciydi; çünkü herkes, kendi karanlığıyla yüzleşmeden, ışığa ulaşamazdı.
Gölgelerin içinde yürüyen insanlar, artık sadece hayatta kalmak için değil, anlam bulmak için adımlarını atıyordu. Her bir nefes, geçmişin yükünü hafifletiyor, her bir bakış, kaybolmuş umutları yeniden canlandırıyordu. Ve şehir, bu sessiz dansın ortasında, yeniden insanlığın kalbine dokunacak bir ritim buluyordu.
Bahadır Hataylı/05.09.2025/Sancaktepe/İST