1
Yorum
3
Beğeni
5,0
Puan
183
Okunma

Kozmik boşluğun saklı bir bölgesinde henüz yankılanmamış bir sessizlik vardı. Ne zaman akıyordu, ne mekân dokunulmuştu. Sonsuz karanlığın derinliklerinde gizlenen kudret bir anlığına nefes aldı. Ve o nefes bir kıvılcım doğurdu. Kıvılcımdan ateş, ateşten ışık, ışıktan ise Güneş var oldu.
Güneş’in çevresine on iki gezegen dizildi. Her biri farklı bir ihtimali taşıyordu; ama hiçbiri henüz kendi kaderine kavuşmamıştı. Yaratıcı kudret bu gezegenlerin damarlarına elementler işledi. Karbon, geleceğin omurgası; demir, canlıların kanı; altın, ışığın aynası; diğer sayısız cevher yıldız tozuyla yoğruldu.
Bazı yüzeylerde su damla damla belirdi, bazılarında yok oldu. Oksijen geleceğin nefesi olacak şekilde gizlendi, ölçüldü, dengelendi. Her şey bir mizan üzere kuruldu. Fakat bu süreç yalnızca doğanın oyunu değildi; yıldızlardan önce yaratılmış kadim melekler vardı. Onlar kozmik bilginin taşıyıcıları, görünmeyen elleriyle hayatın yolunu açan rehberlerdi. Dağları kabarttılar, atmosferleri denediler, madenleri birbirine bağladılar. Yalnızca göğün muhafızları değil, yaratılışın ilk mimarlarıydılar.
Ve vakit geldi. On iki gezegen arasında biri öne çıktı: Dünya. Ne çok yakındı Güneş’e ne de ölümcül uzaklıkta. Sıcaklığı suya izin veriyor, toprağı yaşamı besleyecek özleri saklıyor, göğü nefes alacak varlıklara uygun bir denge barındırıyordu. Meleklerin bakışları Dünya’ya çevrildi. Kozmik deftere ilk hüküm yazıldı:
“Burada yaşam başlayacak, burada bilinç uyanacak.”
Dünya’ya dokunuldu. O dokunuşla oksijen özgürleşti, bitkiler kök saldı, mineraller birbirine bağlandı. Taşlar, geleceğin varlıklarını bekleyen bir hafızaya dönüştü. Dünya artık taş ve sudan ibaret değildi; canlıların yazgısını taşıyacak kutsal bir sahne olmuştu.
Güneş merkezin kalbi, Dünya yaşamın kalbi olarak belirlendi. Yıldızlar bu seçime şahitlik etti, galaksiler sessizce eğildi. Göğün defterine ikinci kayıt düşüldü:
“Bu mavi gezegen, yalnızca hayatın değil, bilincin doğum yeri olacaktır.”
Ve böylece kozmik tiyatronun perdesi açıldı. Dünya’nın rolü başlamıştı.
Sular sessizliğin en eski şarkısını söylüyordu. Karanlık okyanuslar göğün yansımasını derinliklerinde saklıyordu. Taşlar soğumuş, rüzgâr denemeye başlamış, yağmurlar göğün gözyaşları gibi toprağa inmişti. Her damla yeni bir ihtimali fısıldıyordu.
Ve o ihtimallerden biri nihayet ete kemiğe büründü. Küçücük, gözsüz, sessiz ama kudretli bir kıvılcım: ilk canlı.
Ne adı vardı ne şekli; bir damlanın içinde titreşen nurdan bir zerreydi. Can maddeye ilk kez bağlanmıştı. İşte o an, göğün defterine üçüncü kayıt düştü:
“Hayat başladı.”
Melekler hayretle baktı. Çünkü bu küçücük varlık basitliğinin içinde sonsuz ihtimalleri taşıyordu. Onun damarlarında elementler dans ediyor, karanlıkta ışığa doğru bir yol aranıyordu. Bir hücre, milyarlarca dünyanın sırlarını saklayan bir kapıydı.
İlk canlı suyun içinde köklenirken etrafındaki damlalar yeni ihtimaller doğurmaya başladı. Kimisi yok oldu, kimisi birleşti; ama varlığın tohumu atılmıştı. Dünya artık sessiz bir kaya değil, kalbi atan bir anneydi.
Ve melekler göğe yazdılar:
“Buradan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Çünkü hayat, kendi hikâyesini yazmaya başladı.”
İlk canlı suyun koynunda çoğalmaya başladı. Çoğaldıkça çeşitlendi, çeşitlendikçe derinliklerde yeni ihtimaller doğdu. Küçük kıvılcımlar bir araya gelerek koloni kurdu; kimi ışığa yöneldi, kimi karanlığı benimsedi. Her birinde farklı bir kader, farklı bir yol gizliydi.
Zaman, göklerin ölçüsüne göre bir nefes kadar kısaydı; ama Dünya için çağların devinimiydi. İlkel denizlerde yaşam ağacının ilk dalları belirdi. Bir damlanın içinde doğan kıvılcım, artık suyun tamamına yayılan bir ormana dönüşüyordu.
Bir kısmı taşlara tutundu, yosun gibi sabırla büyüdü. Bir kısmı ışığı özümsedi, karanlığa renk kattı. İlk kez göklerin altında yeşil bir nefes yükseldi. Bu yeşil nefes, geleceğin hayvanlarına, kuşlarına, insanlarına yol hazırlıyordu.
Melekler Dünya’nın yüzeyine eğildi. Dağların eteklerine, denizlerin derinliklerine, göğün katmanlarına baktılar. Her yerde küçük hayat tohumları filizleniyor, çeşitleniyor, yeni ihtimaller yaratıyordu. İşte o an, deftere dördüncü hüküm yazıldı:
“Hayat dallanacak, her dal yeni bir sır taşıyacak.”
Ve dallar çoğaldı. Balçığın içinden sürünen ilk yaratıklar doğdu, denizlerin kabuğunu kıran ilk kanatlar çırpındı. Hayat artık sadece suyun esiri değildi; toprakta yürümeyi, gökte süzülmeyi öğrenmeye başladı. Dünya’nın yüzeyi sessizliğini kaybetti; nefesler, çığlıklar, melodilerle doldu.
Böylece yaşam ağacı yükselmeye başladı. Her yaprağı bir tür, her kökü bir geçmiş, her dalı bir gelecek oldu. Ve Dünya artık yalnızca hayatın değil, çeşitliliğin ve dönüşümün yurdu haline geldi.
Yaşam ağacı dallanıp budaklanırken Dünya’nın yüzeyi sayısız türle doldu. Denizlerde akıntılarla sürüklenen balıklar, ormanlarda kök salan bitkiler, gökyüzünde çırpınan kanatlar… Hepsi hayatın melodisini çoğaltıyordu. Fakat bu melodinin içinde henüz bir “söz” yoktu. Hayat vardı ama farkındalık uyumamış bir tohum gibi derinlikte gizleniyordu.
Derken zamanın uzun elleriyle yoğrulan bir varlık ortaya çıktı. Onun gözleri yalnızca görmüyor, soruyordu. Ellerini yalnızca tutmak için değil, şekil vermek için kullanıyordu. Kalbi yalnızca çarpmıyor, anlam arıyordu. İşte ilk bilinç böyle doğdu.
Bu yeni canlı rüzgârın şarkısını dinlediğinde merak duydu. Göğün yıldızlarına baktığında bir düzen sezdi. Ateşi kontrol ettiğinde kudretin tatlı ama tehlikeli kokusunu hissetti. O yalnızca yaşayan bir varlık değil, “yaşamı anlayan” bir varlıktı.
Melekler onu gördü ve hayran kaldı. Çünkü bu varlık Dünya’nın sırlarını çözebilecek, kozmik defteri okuyabilecek ilk öğrenciydi. Deftere beşinci hüküm yazıldı:
“Bilincin tohumu atıldı. Artık varlık kendi yolunu seçebilecek.”
Ve bilinç, uyanışıyla beraber sorumluluk getirdi. Doğayı dost da kılabilirdi, düşman da. Dağlardan tanrı heykelleri yontabilir, aynı taşla savaşı da icat edebilirdi. Söz nefesle birleşti; dil doğdu. Dil ile birlikte hatıra, hatıra ile birlikte tarih yazılmaya başladı.
Böylece Dünya artık yalnızca yaşamın değil, düşüncenin, hayalin ve arayışın sahnesine dönüşmüştü. Kozmik tiyatroda perde bir kez daha açıldı. Çünkü bilinç uyanmıştı ve onun soracağı sorular yıldızların bile sabrını sınayacaktı.
Fatih Dişbudak
5.0
100% (1)