3
Yorum
8
Beğeni
5,0
Puan
235
Okunma

Yağmur, terk edilmiş matbaa binasının çatısında kurşun gibi yağıyordu. İçerideki tek ışık kaynağı, masanın üzerinde titreyen gaz lambasıydı. İki siluet, duvara vuran dev gölgeleriyle boğuşuyordu. Aralarında, bir zamanlar "aşk" dedikleri şeyin cansız bedeni yatıyordu. Ceset gözle görünür değildi ama havayı kaldırılmayacak bir ağırlıkla dolduruyordu. Kadın, masanın kenarına tırnaklarıyla kazınmış çentikleri sayıyordu. "On ikinci ayın yirmi ikinci gecesi," diye fısıldadı dudakları kıpırdamadan, "bıçak kemiğe dayandığı gece." Adam, paslı bir metal boruya yaslanmış, parmak uçlarında donmuş mürekkep lekeleriyle oynuyordu. "Yanılıyorsun," dedi sesi donuk ve aynı zamanda kabaydı., "ilk darbe senin o sıcak temmuz günü söylediğin yalanla vuruldu. Ölüm tarihi geriye çekilmeli. "dedi. Soluk ışık, kadının bileğindeki inci kolyeyi aydınlattı. O inciler, bir zamanlar adamın denizin dibinden çıkardığı istiridyelerdendi. Şimdi her biri birer kurşun küre gibi sarkıyordu. "Kanıtları getirdim," dedi kadın çantasını boşaltırken. Masaya düşenler: Bir sinema bileti (koltuk numaraları kanla yazılmış gibiydi), kurumuş bir papatya, üzerinde "sonsuza dek" yazılı bir kağıt parçası. Adam acıyla güldü: "Bunlar sadece cesedin eşyaları. Gerçek silahı arıyoruz. Cinayet aletini." Kadın ani bir öfkeyle bileti yırttı: "O gece! Perde açılırken senin gözlerinde bir yabancı gördüm. İzleyici koltuğunda oturan o soğuk, hesaplayıcı bakış... İşte katil oydu!" Adam sarsıldı. Lambanın titrek ışığı yüzündeki kırışıklıkları uçurumlara dönüştürdü. "Ben mi? Peki ya senin o kış gecesi sarf ettiğin sözler? ’Artık senin nefesini duymak bile midemi bulandırıyor.’ Bunu söylerken sesin nasıl da titremedi* Bir infazcı gibi soğukkanlılıkla söyledin..." Matbaa makinesinin üzerindeki tozlu saat, gece yarısını vurdu. Her sesi, odada yankılanan bir kayboluştu. Kadın aniden yere çöktü. "Neden öldürdük onu? Biz ki... biz ki onu var edenlerdik." Adam paslı boruya dayanmayı bırakıp kadının yanına diz çöktü. "Belki de tam tersine," diye mırıldandı gözleri boşluğa takılı, "aşk dediğimiz şey zaten ölü doğmuştu. Biz sadece cesedi saklamaya çalıştık. Kokusu çıkınca..." Elini uzattı, kadının yanağına değecekti ki, parmakları havada dondu. Dokunmak ihanet olurdu şimdi. Ölü aşka ihanet. "Hatırlıyor musun," dedi kadın gözyaşlarını toplamaya çalışarak, "ilk öpüştüğümüzde hissettiğimiz o elektrik? Sonra nasıl da dönüştü? İki beden arasındaki o boşluk, bir şimşek değil de... bir cenaze arabasının geçişi gibi oldu." Dışarıda yağmur dinmişti. Çatıdan sızan damlalar, ölü bir aşkın üzerine gözyaşı gibi düşüyordu. Kadın ayağa kalktı. "Günahlarımızı itiraf edelim," dedi keskin bir kararlılıkla. "Ben... onu kıskançlıkla zehirledim. Her mesajına şüpheyle baktım. Her gülüşünü bir ihanet sanıp kalbine hançer sapladım." Adam başını iki elinin arasına aldı. "Ben de... onu kendi korkularımın kefenine sardım. Yalnızlığımdan bir tabut yaptım. ’Seni kaybedersem yaşayamam’ diyerek boğdum." Lamba aniden şiddetle sallandı. Dev gölgeler duvarda dans ederken, kadın adama doğru bir adım attı. "O halde gerçek katil..." diye başladı. Adam bitirdi: "...bizdik. İkimiz. Sessizlik çöktü. Öyle ağır bir sessizlikti ki, soluk alışları bile ihanet gibi geliyordu. Kadın ceketini aldı. "Gidelim," dedi kapıya yönelirken. "Nereye?" diye sordu adam yerden kalkarken. Sokak, yağmurun yıkadığı geceyle buluşuyordu. Adam son kez arkasına baktı. Boş matbaada, gaz lambasının alevi hâlâ titriyordu. O titreyen ışıkta, masanın üzerinde duran sinema biletinin yırtık parçaları, bir aşkın parçalanmış kalbi gibi duruyordu. "Gidiyor muyuz?" diye seslendi kadın sokakta. Adam kapıyı kapattı. Paslı menteşelerin çığlığı, geceye karıştı. Hiçbir şey söylemeden yürüdüler. Ayak izleri, ıslak kaldırımda birbirine paralel iki çizgi çiziyordu. Sonsuza dek yan yana ama asla birleşmeyen. Ölü aşkın son resmiydi bu. Belki de katil onlar değildi. Belki aşk dediğin şey, zaten doğarken ölüme mahkûmdu. Ve onlar sadece, bu mahkûmiyetin tanıklarıydı. Cellâtlar değil, infazı bekleyenler. Yağmur yeniden başladı. Adam ve kadın eve geri dönmüştü , her katilin olay yerine geri döndüğü gibi.
Sabaha karşı, bina artık yağmurdan değil sessizlikten gıcırdıyordu. Kadın ayağa kalktı:
"Suçlu benim. Aşkı öldüren, onu bir şey’e dönüştürmemdi: Ev, araba, çocuk projeleri… Heidegger’in uyardığı gibi: ’Sevgiyi dünyevi hesaplara indirgemek, onu öldürmektir.’"
Adam başını salladı: "Ben de suçluyum. Onu bir fikre dönüştürdüm: ’Mükemmel aşk’ hayaleti. Badiou’nun dediği gibi: ’Aşk, iki kişinin imkânsızın sınırında yürüyüşüdür.’ Ben ise onu mümkün olana hapsettim."
Adam: "Aşkı öldüren, onu sonsuz sanmamızdı. Kierkegaard haklıymış: ’Aşk, sonsuzluğa fırlatılmış bir çığlıktır.’ Bizse onu zamana hapsettik: Kredi taksitleri, akşam yemekleri, doğum günü , evlilik yıldönümü hatırlama krizleri ile kalbini durdurduk…"
Kadın: "Ben ilk başta seni kendi aynam zannettim oysa sen benim aynam değildin! Sen… sen benim kaybettiğim kendimi aradığım yerdin. Jung’un ’gölgesi gibi. Ama kendi gölgemi bulunca, ben seni yok ettim."
Aslında aşkı öldüren, onu sonsuz sanan küstahlıklarıydı.
Aşk ise, sadece bir anlık bir mucizenin bir ömre pay edilmiş haliydi. onlar bir nefeste tüketti.
Yağmur artık dinmişti , adam ve kadın evi aynı anda terk etti.
İki siluet, karanlıkta eriyip gitti.
Arkalarında sadece bir soru kaldı: Aşk öldüyse, bu cesedi kim taşıyacaktı ?
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (1)