2
Yorum
5
Beğeni
5,0
Puan
212
Okunma

Sahil kasabasının ucunda, kayalıkların kumla kucaklaştığı bir çizgide, rüzgarın tahtalarını aşındırdığı küçük bir kulübe dikiliyordu. Bu kulübede yaşlı bir adam köpeği Karabaş ile birlikte yaşıyordu. Kimse onun adını bilmiyordu. Ona sadece "Denize Bakan Adam "diyorlardı.
Yüzü, derin çizgilerle dövülmüş bir parşömene benziyordu. Her kırışık, taşıdığı bir yılı, bir kaybı, bir yükü sırtlıyordu sanki. Elleri, kalemin ve dalgaların tuzunun ortak eseriydi; eklemleri şişkin, damarları haritalar gibi kabarıktı. Saçları, karın beyazlığında, rüzgâra teslim olmuş bir bulut gibi dağınıktı. Gözleri ise… Gözleri, kasabanın gençlerinin korktuğu, meraklılarının hayran olduğu bir şeydi. Deniz mavisiydi, evet, ama içinde kaybolmuş gemilerin hüzünlü pusu, fırtına öncesi sessizliğin ağırlığı vardı. Dalgalara bakarken, bakışları okyanuslar ötesine, bilinmeyen bir kıyıya süzülür gibi olurdu.
Kulübesi, yaşamın kabuğuydu. Tek odalı, taş temelli, ahşap bedeni denizin nemiyle kamburlaşmış, penceresi, dünyaya açılan tek gözü bir evdi. İçerisi , ciltleri çatlamış, sayfaları sararmış, kenarları parmak izleriyle dolmuş kitaplarla doluydu. Her biri bir fikir, bir haykırış, bir teselliydi. Bir köşede, eski bir yazı masası vardı. Üzerinde mürekkep lekeleri, kurumuş deniz yıldızları, bir dürbün ve tek bir, sararmış fotoğraf duruyordu. Fotoğrafta, genç bir adam, gözlerinde dünyayı kuşatacak bir ışıkla, bir kadına bakıyordu. Kadının yüzü, zamanın veya bilinçli bir kararın perdesiyle silikti. Sadece, gülümsemesinin bıraktığı sıcaklık hissediliyordu. Yatağı dar, yorganı yamalıydı. Sobası ise, kış gecelerinin tek sırdaşıydı.
Karabaş , sadık, kara tüylü, gözleri akıllı ışıltılarla dolu bir köpekti. İsmi kadar koyu renkliydi, ama ruhu sıcacıktı. Adamın her adımının gölgesi, her nefesinin yankısıydı. Sabah ilk ışıklarla, efendisini yalamakla görevli bir muhafız gibi uyanır, kulübenin kapısına oturur, denizin nefesini içine çekerdi. Geceleri, adamın ayağının dibinde kıvrılır, sessizce, derin düşüncelerini dinler, ara sıra kuyruğunu yere vurarak onay verirdi. Konuşamazdı, ama anlardı. Anlatılan hikayelerdeki acıyı, denize bakarken yükselen iç çekişlerdeki özlemi, fotoğrafa dokunan parmaklardaki titreyişi hissederdi.
Sabahları, sisin perdesi aralanırken, Karabaş’la kısa bir yürüyüş , ıslak kum ona iyi gelirdi. Ama deniz ayak izlerini hemen silerdi. "Bak Karabaş," derdi bazen, sesi rüzgârla karışık, "insanın ayak izleri de böyledir. Zamanın gelgiti siler götürür. Geriye ne kalır? Hatıralar mı? Yoksa, kendimize bile itiraf edemediğimiz pişmanlıkların tortusu mu?" Karabaş, onun gözlerine bakar, kuyruğunu hafifçe sallardı.
Öğlenleri, kulübede kitapların arasında, masada oturur mürekkep hokkası, kâğıt, kalem ile sırdaşlık ederdi. Bazen saatlerce, tek bir kelime bile düşmezdi kâğıda. Sadece bakar, düşünürdü. "Felsefe," diye mırıldanırdı Karabaş’a dönerek, "insanın kendi zihninin labirentlerinde kaybolma sanatıdır. Her çıkış yolu yeni bir girişe açılır. Gerçek bilgelik, kaybolmayı kabul edebilmekte mi saklıdır? Yoksa, ait olduğun yüreğin sesini duyana kadar yürümekte mi?" Kalem, bazen öfkeyle, bazen bir iç çekişle kâğıda dokunur, cümleler doğardı: kırık, sorgulayıcı, özlem doluydu.
Akşamlar ise en kutsal vakitti. Kulübenin önündeki sallanan hasır sandalyeye oturur, Karabaş ayaklarının dibinde yerini alırdı. Önlerinde, sonsuzluk gibi uzanan deniz, güneş suyun üzerinde kanayan bir yara gibi batarken, gökyüzü yangın yerine dönerdi. Bu saatlerde sessizliği daha derin, bakışları ise daha uzaklara dalardı. "Deniz," diye başlardı, sesi dalgaların uğultusuna karışırdı, "en büyük metafor. Hep akış, hep değişim,. ama aynı zamanda, bir hafıza. Dibinde ne hazineler, ne batıklar saklı? Tıpkı insanın ruhu gibi. Yüzeyde sakin, derinde fırtınalar, unutulmuşluklar, batmış gemiler... Her dalga, geçmişten bir parçayı kıyıya fırlatır. Bir midye kabuğu, bir çürük tahta parçası... Hatırlatır. ,hep hatırlatır." Elini, Karabaş’ın sırtına koyar, sıcaklığını hissederek devam ederdi. "Ve her gelgit... Her gelgit, bir ayrılık ve kavuşma çemberi. Çekilir, geri gelir. Ben," diye fısıldardı, gözleri fotoğraftaki silueti ararcasına, "çekildim çok uzun zaman önce. Ama geri dönmek... O, ait olduğu yüreğe dönecek mi? Yoksa ben, sadece kendi özlemimin kıyısında, bir dalga sesini mi bekliyorum?"
Geceleri, küçük sobanın cılız ışığında, Karabaş’a hikayeler anlatırdı. Gençliğinin coşkusunu, dünyayı değiştirme hayallerini, kalbinin bir kadının ellerinde nasıl çiçek açtığını, sonra... sonra ne olduğunu. "Neden yanımda o yok Karabaş?" diye sorardı, cevap beklercesine. "Zaman mı aşındırdı sevgiyi? Yanlış sözler mi? Yoksa, her birimizin taşıdığı o korkunç yalnızlık mı? Sesinin tonu, pişmanlık ve bitmeyen bir sorgulamayla dolardı. "Belki de," derdi, gözleri uzaklara daldığında, "ait olduğun yüreğe dönmek değil mesele. O yüreğe layık olabilmek. Ben layık mıydım ki?" Karabaş, başını adamın dizine koyar, sıcak nefesini hissettirirdi, bir teselli sunarcasına.
Zaman, kumsaldaki ayak izleri gibi akıp gidiyordu. Kasaba halkı, onu bir "meczup" olarak görüyordu. Kimi merak eder, kimi çekinirdi. Çocuklar, kulübenin önünden koşarak geçer, Karabaş’a selam verirdi. Adam, onları sessizce izler, gençliğin o saf, sorgusuz enerjisinde bir anlık ısınır gibi olurdu. "Hayat," diye düşünürdü, "bu çocuklar gibi, koşarak, gülerek yaşanmalı. Biz nerede yanlış yaptık da, hayatı bir yük, sevgiyi bir matematik problemi haline getirdik?"
Bir sonbahar akşamı, hava keskin, deniz hırçındı. Güneş, alışılmadık derecede kızıl batıyordu. Adam, sandalyesinde, sıkıca sarınmıştı. Karabaş, olağandışı bir huzursuzlukla ayaklarının dibinde kıvranıyor, ara sıra hafifçe havlıyordu. Adam, elini köpeğinin kafasına koydu: "Ne oldu Karabaş? Fırtına mı geliyor ?" Ama Karabaş’ın gözleri, kulübenin arkasına, kasabanın içine doğru çevrilmiş. Kulakları dikilmişti. Sonra, bir ses duyuldu. Kumların üzerinde yavaşça yaklaşan ayak sesleri. Hafif, kararsız. Adamın kalbi, göğsünde bir kuş gibi çırpınıyordu. Yıllardır böyle bir şey hissetmemişti. Yavaşça, kemikleri inleyerek sandalyesinden doğruldu. Karabaş, havlıyor ama sesinde bir sevinç, bir tanıma hali vardı. Kulübenin köşesinden bir gölge belirdi. Akşamın alacakaranlığında siluet net değildi. Uzun bir palto, rüzgarda savrulmuş saçlar... Adamın nefesi kesildi , elleri titriyordu. Gözlerini kısarak bakmaya başladı. Zaman duruyordu sanki , dalgaların sesi kulaklarında bir uğultuya dönüşüyordu.
Siluet yaklaşıyordu. Işık, yüzüne vuruyor. Çizgiler... Tanıdık çizgiler. Gençlikten kalan izler, zamanın eklediği kırışıklıkların altında. Gözler... O gözler. Aynı fotoğraftaki gibi. Belki biraz daha derinde, belki biraz daha yorgun, ama aynı ışık. O ışıktı , evet oydu. Adam, bir adım attı , sonra bir adım daha. Kum, ayaklarının altında gıcırdıyordu. Karabaş, sessizce, kuyruğunu coşkuyla sallayarak yanlarında duruyordu. Kadın duruyordu sadece , bir elini göğsüne koymuştu. Dudaklarında titreyen bir gülümseme vardı. Gözleri, adamın gözlerinde, aradan geçen onca yılı, acıyı, özlemi, sorgulamaları okuyordu. Hiçbir şey söylemiyorlardı birbirlerine. Konuşmak, bu anın kutsallığına ihanet gibi geliyordu. Rüzgar, aralarında esiyor, saçlarını, kıyafetlerini savuruyordu. Deniz, sonsuz bir şahit gibi arkada uğulduyordu.
Adam, yavaşça, titreyen elini uzattı. Kadın, hiç tereddüt etmeden, kendi elini onun avucuna koydu. Dokunuş... İlk dokunuş. Yılların buzlarını eriten, yolların sonunu gösteren, bütün sorgulamaları bir anda anlamsız kılan bir sıcaklık, bir tanışıklık, bir kavuşma anıydı. Kadın adamın gözlerine bakıyor. Derin, deniz mavisi gözlerine...Yılların yorgunluğu, hasret acısı, beklemenin sabrı, hepsi bir anda çözülüyordu. Tek bir cümle, yıllardır kalbinde taşıdığı cümle, sessizliği yırtarak döküldü dudaklarından adamın:
"Ait olduğun yüreğe... hoş geldin."
Kadın, gözlerindeki yaşları tutamıyordu. Gülümsemesi, artık titremiyor, sadece, bir başlangıcın, geç kalmış ama belki de tam zamanında olan bir başlangıcın sakin mutluluğunu taşıyordu. El ele, Karabaş yanlarında, kulübeye doğru yürüdüler. Küçük, aşınmış ahşap kapı, onları içeri davet ediyordu sanki. İçeride, kitaplar, eski masa, soba, tek kişilik yatak... Hepsi şimdi farklı bir anlam kazanıyordu. Geçmişin yükü değil, geleceğin temeli olacak bir kavuşmanın sessiz şahidiydiler. Kapı, kadının arkasından sessizce kapandı. İçerideki hava birden değişti: Eski kağıt, tuz ve yalnızlık kokusu, yerini yeni bir ana tatlı, ürkütücü, derin bir beklentiye bıraktı. Adam, kadını masanın yanına, tek sandalyeye buyur etmek için elini uzattı, ama kadın önce kitaplara dokundu. Parmak uçları, ciltlerin kabarık harflerinde gezindi. Sanki her kitap, onun gidişinden sonra yazılmış bir mektuptu.
"Platon," dedi kadın, sesi soluk ama netti. Kitapların arasından bir cildi çekerek. "Hep ’İdealar Dünyası’na inanırdın. Gerçek güzelliğin burada değil, orada olduğuna..." Adam, Karabaş’ın sırtına tutundu, gözleri kadının ellerindeydi. "Yanılmışım," diye mırıldandı. "Gerçek güzellik... bir yüreğe ait olma cesaretiymiş. Onu kaybedince öğrendim." Kadın kitabı yerine koydu, döndü. Gözleri, masadaki sararmış fotoğrafa takıldı. Fotoğraftaki genç adamın o coşkulu bakışı, şimdi karşısında duran, çizgiler içindeki adamın gözlerinde yeniden canlandı. Bir an için nefesi kesildi.
Soba, çıtırdadı. Karabaş, adamın dizine sürtündü, sonra kadının yanına gidip kokladı. Tanıdık bir koku aradığı belliydi. Kadın, köpeğin kafasını okşadı. "Karabaş," dedi köpeğe yumuşakça. Sonra adama dönüp ; "Sana hep yazdım." Adam şaşırdı. "Yazdın mı?" Kadın, gözlerini Karabaş’tan ayırmadan, "Her gün," dedi. Ama "Mektupları hiç göndermedim. Korktum... Belki de senin beni unutmana izin vermek istedim. Saçmaydı." Adam, masanın kenarına dayandı. Kalbi, göğsüne sığmıyordu. "Unutmak mı? Sen... bir dize gibiydin. Her şiirin sonunda, eksik kalan hece. Bir şair o dizeyi unutur mu hiç?"
Akşam yemeği yoktu. Açlık ruhlarının açlığı yanında anlamsızdı. Hasır sandalyeyi kadına uzattı, kendisi kitapların üzerine oturdu. Karabaş, ikisinin arasında, her birine dönüp bakarak yerleşti. Rüzgar, kulübeyi döven dalgalara eşlik ediyordu. Kadın konuşmaya başladı, önce tereddütle, sonra bir sel gibi. Gidişini anlattı. Sensizlik dedi "senin olmayan bir hayatı yaşarken, bir tuğla daha ekledi hapis kaldığım evin duvarına. En sonunda, kendi inşa ettiğim hapiste buldum kendimi." Adam, onu dinlerken, kendi içindeki yargıların yavaş yavaş çözüldüğünü hissetti. Öfke değil, derin bir acıma ve anlayış doldu içine. "Ben de kaçtım," diye itiraf etti. "Buraya. Denizin dilini anlarım sandım. Oysa o, hep aynı şeyi tekrarlıyor: ’Geri dön. Özlediğin şey, senin parçan. Onsuz bir bütün değilsin.’"
Saatler ilerledikçe, sorgulamalar derinleşti:
Zaman: "Zaman iyileştirir mi, yoksa sadece uyuşturur mu?" diye sordu kadın. Adam, Karabaş’ın sırtına dokunarak: "Zaman... bir nehirdir. Yara izlerini yumuşatır, ama silmez. Asıl iyileştiren, o nehrin kıyısında, kiminle oturduğundur."
Ait Olmak: "Ait olduğumuz yer midir, insan mıdır?" Kadın, adama baktı. Adam, gözlerini hiç ayırmadan: "İnsandır. O insanın yüreğidir. Burası," diye başını kulübeyi göstererek çevirdi, "sadece seni beklemek için bir sığınaktı. Sen gelince... ev oldu.
Pişmanlık: Uzun bir sessizlik. Sonra kadın, gözlerinde yaşlarla: "Keşke..." Adam sözünü kesti, elini kadının elinin üzerine koyarak: "Keşkeler, geçmişi değiştiremez. Ama şu anı... geleceği şekillendirebilir. Onları buraya, şimdiye getiren her şey... bir öğretiydi. Belki de bu kavuşma için gerekliydi."
Gecenin en koyu saatinde, konuşmalar susmuş, yerini rahat bir sessizliğe bırakmıştı. Kadın, adamın dar yatağında uyuyordu. Adam, yatağın kenarında, Karabaş’ın yanında oturmuş, kadının düzenli nefes alışını dinliyordu. Yüzündeki gerginlik çözülmüş, yerine gençliğinden bir iz, bir huzur yerleşmişti. Pencereden, ilk şafağın soluk ışıkları sızıyordu. Usulca kalktı, Karabaş, kuyruğunu yere vurarak onu takip etti. Kulübenin önüne çıktılar. Deniz, geceki hırçınlığını unutmuş, pürüzsüz bir cam gibiydi. Ufukta, incecik bir turkuaz çizgi belirmişti. Rüzgar, tuzlu ve tazeydi. Derin bir nefes aldı, hava, hiç olmadığı kadar hafif, hiç olmadığı kadar temizdi. İçeriden bir hışırtı geldi. Kadın uyanmış, kapıda duruyordu. Adamın eski paltosuna sarınmış, saçları dağınık, gözlerinde uyku ve yeni başlayan bir günün merakı vardı. Adam, ona doğru döndü, elini uzattı. Kadın, hiç tereddüt etmeden geldi, elini onunkine bıraktı. Karabaş, ikisinin arasında, denize doğru oturdu. Birlikte sessizce, güneşin doğuşunu izlediler. Altın kızıl bir top, usulca suyun koynundan yükseldi. Işık, dalgaların üzerinde binlerce parıltılı yol oluşturdu. Deniz, adeta yeni bir başlangıcın habercisi gibi ışıldıyordu. Adam, kadının elini sıktı. Kadın başını, adamın omzuna yasladı. İki beden, yılların yorgunluğunu taşısa da, bu temasla hafiflemişti. Karabaş, başını kaldırıp onlara baktı, sonra yeniden denize döndü, tatmin olmuş bir huzurla.
Adam, omzundaki kadının saçlarına dokunarak, son sözlerini fısıldadı, sesi şafağın sessizliğinde kristal kadar berraktı:
"Bak Karabaş... Ait olduğumuz yüreğe döndük.
Deniz bile,
bu sabah,
bize bir yol hediye etti.
Artık...
güneşe doğru yürüyeceğiz."
Kadın, gözlerini açmadan, adamın omzunda daha da derine gömüldü. Omzundaki ağırlık, dünyanın en değerli yüküydü. Karabaş’ın kuyruğu, kumda bir sevinç izi çizdi. Güneş, tamamen yükseldi, kulübeyi, kumları, birbirine tutunan iki insanı ve sadık köpeklerini altın bir ışıkla yıkadı. Bekleyiş bitmiş, özlem dinmiş, sorguların çoğu cevapsız kalsa da, en önemli soru cevaplanmıştı:
Ait olmak, bir yere değil, ait olduğun yüreğe dönmekti...
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (2)