Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
Enes İlhan
Enes İlhan

Kürşad'ın Kahramanlığı

Yorum

Kürşad'ın Kahramanlığı

0

Yorum

1

Beğeni

0,0

Puan

108

Okunma

Kürşad'ın Kahramanlığı

Bizim hikayemiz...

Ben Çinli yazıcı Tu Yu.
Bütün bunları öğrendim ve yazdım. Aşina Chie-shih-shuai’nin yiğitliğine hayran kaldım. Onun yıkılmaz gücünü, direnmesini, bilgeliğini kaydettim yazıtlarıma.
Çin’de tutsak kalan Aşinaların yaşadıklarını anlattım.
Çin, Aşina soyluları kazanmak, onları durultmak için çoğuna yüksek orunlar verdi. Onlara saraylar, hizmetkârlar ve Çinli kon-Çuylar armağan ederek kendince
ödüllendirip kazanmaya çalıştı. Azı bunu kabullendi ve Çin’e uydu. Çoğu ise reddetti ve Türk kalmayı yeğledi. Bunların her birinin ardına kişiler takıldı
ki neler yaD tıkları bilinsin. Çünkü Çin imparatoru Türklerin yeniden özlerin dönmelerinden, başkaldırmalarından çok korkuyordu. İmparatorluk sarayında
kurulan toylarda bunun konuşulmadığı gün yok gi_ biydi. Öylesine zorlu bir meseleydi ki... Türkleri Çin’den gönderse -ler yeniden devlet olmak için zaman
yitirmeden çabalayacakları kesindi. Çoğalacaklar, güçlenecekler ve yeniden akınlara başlayacaklardı. Yok edilmeye kalkılsa çıkacak başkaldırının bastırılması
zor olacaktı. Üstelik diğer Türk budunlar olanların kendi başlarına geleceğini düşünüp, birleşebilir, öç almak için harekete geçebilirlerdi.
Aşina Chie-shih-shuai, belinde kılıcı, tutsaklığı yok sayan dik hali ile Türk erlerinin umuduydu. Saray Muhafızları Sanggünü orununa atanmış, Çin ordusuna
eğitimcilik yaparken, yanına eski savaş yoldaşlarını seçmiş, onların kendi başlarına karamsar kalmalarına izin vermemişti.
Aşina soyunun bütün özelliğini taşıyan bu soylu er öylesine yakışıklı ve gösterişliydi ki Çinli soylularının kadınları ona bakarak "Ah" çekmekten kendilerini
alamıyorlar, pek çok Çinli konçuy onun evdeşi olmak için oyun üzerine oyun kuruyordu. Çinli soylu kişiler ise tedirgindi bu durumdan. Sık sık imparatora
çıkarak Aşina Chie-shih-shuai’yi şikâyet ediyor, onun en azından saraya sokul-mamasını, belinde kılıcı ile kasılarak gezmesine izin verilmemesini istiyorlardı:
"Onu görünce biz mi tutsağız yoksa o mu, karıştırıyoruz! Yüce imparator kadınlarımızı, kızlarımızı zapt edemez, durduramaz olduk!"
İmparator Aşina Chie-shih-shuai’yi sürekli izletiyor, Türkler arasında çok sevilen bu yiğidin yok edilmesi ya da en azından elın-dekilerin alınması için
bir sebep bulamıyordu. Elbette küçük uyarılar yapılıyordu. O ise değişmiyordu. Özgürlüğünü yitirdikten sonra yitirecek neyi kalmıştı ki?,
Kür Şad, veliaht Li Chih’in gece dışarıya çıkıp dolaştığını öğrenmişti. Onu izletmiş, düşüncelerini bunun üzerine kurmuştu. İmparator oğuşunun kaldığı
Chiou-ch’eng-kung sarayını basmak kolay iş değildi. Duvarlar yapmak en büyük hüneri olan Çinliler, yaptıkları her yeni saraya daha yüksek ve kalın koruyucu
duvarlar yapmaktan geri durmuyorlardı. Ki Chiou-ch’eng-kung sarayı en güçlü, en yüksek, en kalın duvarlarla çevriliydi. Gündüz zaman zaman içeri girebiliyordu
Kür Şad ve sarayın her yanını iyice öğrenmişti. Ancak o kadar çok muhafız koruyordu ki sarayı bir şeyler yapmak mümkün görünmüyordu.
Gece olunca muhafızların bir kısmı barınaklarına çekiliyorlardı ancak yine de kat kat oluşan bir sakçılar düzeni sürüyordu. İmparator, oğuşunu, diğer
Çin hanedanlarından, onların çaşıtlarından ve başkentte bulunan tutsak Türklerden ancak bu şekilde koruduğunu düşünüyordu.
Büyük, sağlam kapılar, gece olunca kapanıyor, önlerinde ve artlarında çok sayıda muhafız saka duruyordu. Sarayı çevreleyen duvarların üzerinde sakçı
kuleleri ve devriye gezen sakçılar vardı. Ayrıca büyük dış duvarın ardında kademeli olarak alçalan dört perde duvar ve dört sıra muhafız daha vardı. Bununla
da yetinilmemiş, sarayın ana giriş kapısına engeller ve yüz kadar Çin çerisi yerleştirilmişti. Böylece saraya zorla girmek, imparator oğuşuna ulaşmak imkânsız
hâle getirilmişti.
"Bu işi başarmak için en az dört tümen er gerek!" Kırk bin er...

Oysa onlar kırk bir erdiler.
Başkaldırının, yücelmenin, kurtulmanın öncüleriydiler.
Ben T’ai-tsung...
Çin imparatoru!
O gece yağmur yağdığı için ne büyük talihte olduğumu anladığımda yüzlerce kurban kestirdim inandığım tanrıma. Türkler bağlı oldukları Gök’ün onlara çizdiği
yolu izlemek zorunda kaldılar. O gece Gök onlarla değil, benimleydi.
Hiç beklemiyorduk ki gün kararmaya başladığında çakınlar ve yaşınlar arasında başyelin şenlendirdiği bir sağanak döküldü başkentimin üzerine. Oğlum Li
Chih saraydan çıkamadı. O çıkamadığı için de ana kapı açılmadı, muhafızlar çekilmedi. Böylece başkaldırıyı düşünenler büyük düş kırıklığı yaşadılar.
Ama bu düş kırıklığı onları durduramadı.,
Karar alınmıştı. Veliaht Li Chih büyük kapıyı açtırıp dışarı çıkmaya hazırlandığında Kür Şad’in buyruğu ile kırk yiğit Türk eri kapıya yüklenecekler,
önce Li Chih’i tutsak edecekler, onu kalkan ederek sarayın dört perde duvarını aşacaklar ve imparatorluk dairesine ulaşacaklardı. Burada imparatoru yakalayıp
tutsak edecekler, onu rehin alıp pazarlığa oturacaklar ve tutsak Türklerin serbest bırakılıp Çin dışına çıkmasını sağlayacaklardı. Elbette atları, sürüleri
ve oğuş-ları ile birlikte.
Böyle düşlemişlerdi. Böyle düşünmüşlerdi.
"Sen kağanımız olmalısın Kür Şad!" demişti yoldaşları.
Kür Şad reddetmişti.



-266-

-267-

"Eğer bunu kabul edersem, bu başkaldırıyı, kendimi kağan du yurmak için düzenlediğim düşünülür. Böylece başkaldırının yüceli ği yara alır. Oysa ben budunumu
kurtarmaya çalışıyorum!"
"Bu durumda kağan kim olacak?"
"Atım, Holuhu Tigin! Eçim Tuli Kağan’ın genç oğlu!"
Holuhu Tigin ile görüşülmüş, kağanlığı kabul etmesi sağlanmıştı. Atasının aksine Çin’den ve Çinlilerden nefret ediyordu Tigin Kağan duyurulacak ve Türkler
onun buyruğunda Çin’den çıkacaklardı. Ne görkemli bir çıkış olacaktı! Ötüken Yış’a yürüyecekler, Sir Tarduşları sürecekler, devletlerini yeniden kuracaklar
ve acuna yeniden hükmedeceklerdi.
Yağmur, bütün düşlerini yıktı her damlası ile... Oysa yağmur Gök’ün armağanıydı.
Dönüşü yoktu yollarının. Vazgeçseler, başkaldırıyı ileri bir zamana erteleseler, bunca talihleri bile olmayabilirdi. Zoru seçecekler ve ana kapıya yüklenerek,
oradaki muhafızları yok ederek saraya gireceklerdi.
Kür Şad kararını açıkladığında kırk yiğidinden tek bir itiraz sesi yükselmedi. Usları yapacakları işin büyüklüğünü, kutunu kabul etmiş, yürekleri özgürlük
arzusuyla dolmuştu.,
Çin imparatoru... ’ ?’ * ";"
Geniş, rahat döşeğimde uyuyordum. Yağmurun ve başyelin sesi daha bir huzurla uyumamı sağlıyordu. Sarayımı ve oğuşumu koruyan muhafızların tamamı seçme,
iyi yetişmiş ve Tang Hanedanı’nın erleriydi. Muhkem ve güçlü duvarlar, perde engeller ardında güvenliğimden emindim. Saray muhafızları tam on altı bölükten
oluşuyordu. Her bir bölüğün başında kendi seçtiğim ordubaşlar vardı. Bunların orunu Saray Muhafızları Sangünü idi. Türkleri örnek alıp on altı bölüğü sekizerli
olarak sağ ve sol muhafızları diye adlandırdım. Sağdakilere, "Korkulacak Muhafızlar" soldakilere de "Dehşetli Muhafızlar" orununu ve adını verdim. İstedim
ki adları dahi yetsin yağılarımı sarayımdan uzak tutmaya.
Aşina Chie-shih-shuai’yi de Saray Muhafızları Sanggünü orunu ile görevlendirmiştim. Onun ne denli bilge bir er olduğunu biliyor, erlerimi yetiştirmesini
istiyordum.
Gecenin bir yarısı alışık olmadık seslerle açtım gözlerimi. Büyük Sanggünün132 benimle görüşmek istediğini söylediler. Uykumu bozanlara kızdım ama sebebini
de merak ettim. Büyük Sanggün karşımda yerlere kapandıktan sonra olanları anlattı.
"Türkler saraya saldırdılar!",

"Ne?"
Şaşırdım, korktum. Beklemiyordum böyle bir şeyi. Yenilmiş, silahları, atları ellerinden alınmış bir budun, böylesi korunan bir saraya nasıl saldırırdı?
Mutlaka sayıları çok olmalıydı ki buna cesaret edebilsinler.
"Kaç kişiler?"
"Bilmiyorum yüce imparator. Ancak saldırılarının gücü çok kalabalık olduklarını gösteriyor."
"Kim var başlarında? Onları kim yönetiyor?"
"Onu da biliyoruz henüz efendimiz?"
Oğuşum, hanedanım, tahtım tehlikedeydi. Çin tehlikedeydi. Böylesi işe cesaret eden kimse hesabını iyi yapmış olmalıydı. Uykum
Büyük Sanggün: Çin ordularının komutanı. Genelkurmay başkanı karşılığı.kaçmış, yüreğime korku düşmüştü. Fırladım yatağımdan. Buyruklar verdim. Oğuşumu kurtarmak
için neler yapabileceğimi düşündüm Olanların, sonuçların bana hemen haber verilmesini istedim. Dışarıya haber salabilirsem, ordumu sesleyebilirsem bu işe
kalkışanları kolayca yok edebilirdim.
Bütün saray halkı geniş bir salonda toplandık. Kalabalıktık. Ellerimizde kılıçlarımız, eğer buraya kadar gelirlerse Tanrı korusun, kendimizi korumalıydık.
Sarayın ana kapısından savaşarak girdi bozkurtlar. O güne kadar yaşanmamış destanları armağan ederek sürdürdüler uğraşlarını. Kalabalık yağının üzerine
öylesine saldırdılar ki durdurulamadılar. Duvar aşılmış, yol açılmıştı. Düşenler oldu elbette kırk bozkurttan ama kalanlar sürdürdüler kutlu kavgalarını.
Gök için, budun için, Kür Şad için ok salıp, kılıç, kargı kullandılar.
Göğsünde, yıllar önce Ulu Kam’ın dağladığı ama görünmeyen tamganın olduğu yerde bir acı duydu Kür Şad. Sanki o an yeniden dağlanmış, kızgın demir göğsüne
değmiş gibi... Bir yandan savaşını sürdürürken bir yandan da bu acının nedenini anlamaya çalışıyordu.
Gözlerine inanamadı. Yıllardır herkesin ne olduğunu, nasıl olduğunu merak ettiği ama üç kişi dışında kimsenin göremediği kutlu tamga ortaya çıkmış, Gök
rengi bir bozkurt silueti belirmişti dağlama yerinde. Öylesine mutlu olmuştu ki... Bunun bir işaret olduğunu düşünüp haykırmıştı.
"Vurun! Sağ komayın! Ötüken Yış’ın yitirdiğimiz dokuz yılın, İl Kağan’ın öcünü alın!"

Ben T’ai-tsung...
Zordaki Çin imparatoru...
Kendi sarayında tutsak kalmış, geleceğinden korkan, başkaldırının sonucunda tahtını yitirmek tehlikesi ile karşı karşıya olan T’ai-tsung...
Gelen haberler umutlarımı kırıyordu.
"Yüce imparatorum, başkaldıran Türkler ilerliyor! Kapı ile ilk perde duvar arasındaki muhafızlarımızı yok ettiler. Şimdi..."
Dört perde duvar ve her birinin ardında muhafızlar...
Kapıyı kolayca aştıklarına göre... Onları da aşarlarsa,..
"Saraydan çıkıp kaçmamız mümkün değil mi?",

Bunu çaresizlikten soruyordum. Kendi kurduğum düzen içinde kapana kısılmış gibiydim. Öylesine çevirmiştim ki sarayın dört bir yanını, bir tehlike anında
içerdekilerin kaçması için dahi bir açıklık bırakmamıştım.
Hanedanım, tahtım, oğuşum, veliahdım tehlikedeydi.
"Dayanmaya çalışıyoruz Yüce Efendimiz. Daha dört perde duvar ve binlerce köleniz sizi korumak için.
Nasıl bir güçtü? Bunca kişi nasıl olmuş da bir araya gelmişti? Nerede toplanmışlar, ordu kurmuşlar ve beni yok etmeyi uslarına yerleştirmişlerdi?
"Ordu seslediniz mi?"
"Saray duvarlarından dışarıya kimse çıkamadı efendimiz!"
"İşaret verin, od yakın! Bir şekilde haberdar edin sanggünlerimi! Ordularını alıp gelsinler. Bu başkaldırıyı bastırsınlar. Yoksa..."
Yoksa çok kötü olacaktı. Yüz bini aşmıştı Çin’deki Türklerin sayısı. Onları dağınık tutsam da beylerini, ulularını gözlemde tutsam da yaysız, kılıçsız,
atsız bıraksam da yalnız onlara has duyularla haberleşirlerse... Onların başkaldırısını fırsat bilen Çin’i yönetmek isteyen hanedanlar harekete geçerse...
Saraya saldıranların sayılarının yalnızca kırk bir er olduğunu bunca az olduklarını anlayamamıştı Çinliler. Korku gözlerini kör etmişti. Karşı koyamıyorlar,
direnemiyorlardı. Doğru dürüst sava-şamıyorlardı. Kür Şad ve erlerinin saldığı okların hiç biri boşa gitmiyordu. Savrulan kılıçlar mutlaka bir cana değiyordu.
Kargılar her sançmada delecek bir beden buluyorlardı. Ki yiğitler savaşın usta erleri...
Kür Şad ve erleri sarayda Çin imparatorunun bulunduğu yere doğru kese kese, vura vura ilerliyorlardı. Yığınla cansız Çinliyi iz olarak bırakıyorlardı
arkalarında. Yara alıp can çekişenler hak ettikleri her nefes için kendilerini talihli sayıyorlardı. İkinci perde duvarı da aşmışlar, onlarca Çinlinin
daha acuna veda etmesini sağlamışlardı.,

Şaşkınlık sürerken birbirlerine seslenen adları anlayanlar başkal-dıranların kimliğini çıkarmaya başlamışlardı. Bildik bir ad dilden dile seslendirilerek
T’ai- Tsung’un kulağına ulaştı:
"Kür Şad!"
"Demek o! Demek bütün bu hareketin sorumlusu o! Aşina Chie-shih-shuai... Orunlar verip sarayıma soktuğum, kılıç kuşanmasına izin verdiğim kişi. Keşke
beni uyaranları dinleseydim. Keşke başını I kestirip..."
Ta en başından beri Çin’e ve Çin ile ilgili her şeye direnmişti. Kendisine sunulan birbirinden güzel, soylu, seçkin Çinli konçuyları kabul etmemiş, Çin
ipeği giymemişti. Her zaman başı dik, buyruk

tanımaz hâlde dolanır, Çinlilere nefretle, kinle bakardı. Bakışları bile korkuturdu. Üstelik yakışıklılığı dillere destandı.
"Anlamalıydım!"
Anlayamamıştı. Ne olduğunu hâlâ anlayamıyordu. Can derdine düşmüştü. Buyruklar veriyordu ama onların dinlendiğine de emin değildi. Oraya kadar gelirlerse
başına gelecekleri biliyordu.
Kür Şad’in Bozkurtları eksiliyordu. Yağıları, karşılarında bunca az kişi olduğunu fark etmişler toparlanmaya çabalıyorlardı ama artık çok geçti. Üçüncü
hat da yarılmıştı. Artık yalnızca bir tek perde duvar engeli vardı sarayın imparator oğuşunun yaşadığı bölümüne ulaşacak. Üçlü, dörtlü saflar hâlinde barındıkları
yerlerden fırlayan Çinliler her biri birer yok etme gücü halinde savaşan bozkurtların önünde direnemiyorlardı. Yolun sonu gelmişti neredeyse.
Sarayda, imparatorun tehlikede olduğunu belli eden işaret için
yakılan odları fark eden Çinli bir sakçı, Çin’in ünlü sanggünlerinden
Tang hanedanının etkin kişilerinden Sun Wu-kai’yi uyandırdı. As
lında rahatsız edildiğinde olmadık kıyınlar keserdi çerilerine. O ne
denle kızdı neler olduğunu sormadan. I
"Beni neden uyandırdın?"
Ayağa kalkmış, karşısında titreyen çerinin üzerine yürümüştü. Hızla konuşup kalan kısa zamanında derdini anlatmaya çalışan çerinin sözlerini duydu her
nasılsa. Dikkat kesildi. Uyku hâli ile bir anda sökemedi söylenenleri çünkü ihtimal dahi vermediği bir durumdan söz ediliyordu. İnanmaz sesi yükseldi.
"Ne diyorsun? Tek tek söyle ki anlayayım!"
Sakçı, korkudan yine anlatamadı derdini. Kesik kesik koftuştü.
"İşaret... İmparatorluk sarayından... Tehlike...",

Neyse ki anlamıştı sanggün. Kuşkucu bir kişiydi Sun Wu-kai Duyduğunu iyiye yormaz, savsaklamaz nedenini araştırırdı. Durup dururken işaret verilmezdi
imparatorluk sarayından. En iyisi saraya varıp neler olduğunu gözetmekti.
"Atlanın! Silahlanın, saraya gidiyoruz!"
Bulundukları yer ile saray arasında epeyce uzaklık vardı. Gecikmesinin belki de yarın olmadık sonuçları ortaya çıkacaktı. Kendince karar vermeyi ve hareket
etmeyi seven biriydi Sun Wu-kai. Gür sesiyle buyruk verdi:
"Hazırlanan herkes hemen ardımdan gelsin. Toplanmayı beklemeyin. Yüce imparatorun bize ihtiyacı olabilir."
Türklere, onların hızına, savaş tarzına hayrandı. Bunu sık sık seslendirir, onlar gibi davranmaya bayılırdı. Bir Türk atı edinmiş, onu bir Türk gibi
kullanmak için kendini paralamıştı. Hafif kuyagı dahi Türklerin kuyaglarının benzeriydi. Bu nedenle hazırlanması zaman almamıştı. Atına atladığı anda ardında
yüz kadar çerisi at koşturuyordu. Buyruğundaki binlik hazır oldukça atlanıp yetişecekti. O an bunu neden yaptığını tam olarak düşünemeyen sanggün bu davranışı
ile imparatorunun ve oğuşunun hayatını kurtardığının farkında değildi. Türklerin geleceğine etki ettiğinin de...
"Kür Şad ve bir avuç Türk eri..."
"Sayılarının kırk kadar olduğunu düşünüyoruz Yüce İmparator."
"Kırk mı? Bunca çerimi, duvarlarımı aşan ve durdurulamayan yalnızca kırk kişi mi?"
Usu almıyordu T’ai-tsung’un. Kendi başkentinde, kendi sarayında kırk kadar tutsak Türk tarafından basılmak...
Türklerin iyice yaklaştıklarını belli eden sesler duyuluyordu. Kadınlar, çocuklarına sarılmışlar ağlaşıyorlardı. Kapının önünde

imparatorlarını korumak üzere bekleyen yirmi kadar çeri heyecandan çok korkudan titremekteydiler. Onca çeriyi aşıp sarayın bu bölümüne yaklaşan Türkleri
yakında karşılarında göreceklerdi. Onları nasıl durduracaklardı ki? Özel eğitilmiş, seçme çeriler artık imparatorlarından çok kendi canlarını koruma derdinde
gibiydiler. İmkânları olsaydı kaçmak için bir yol bulurlardı. Oysa orada kalmak ve imparatorlarını korumak zorundaydılar.
Sanggün Sun Wu-kai, ardında ilk anda hazırlanan yüz çerisi ile saraya doğru at sürerken geçen her anın anlamlı olduğunu bilmeden, garip düşünceler içindeydi.
Azlık çeri ile saraya at sürmesinin doğruluğunu tartıyordu usunda. Eğer umduğundan büyük bir tehlike ile karşılaşırsa ne yapacağına karar vermişti:
"Hemen atımı yüz geri edip diğer çerilerimin gelmesini bekle-rım!
Saray’ın dış kapısına ulaştığında gördükleri usunu başından aldı.
Yerde cansız yatan ve yara almış, inleyen muhafızlar çoğu sönmüş
meşalelerin ışığında öylesine korkunç bir haldeydiler ki. Sun Wu-
kai hemen anladı saraya bir saldırı olduğunu. Aynı anda bekleyecek
zamanın olmadığını da fark etti. Geride bir er bırakıp gelenleri yön
lendirmesini buyurdu. Ardından çabuk olmalarını isteyip ardındaki
erleri yönlendirdi. Atlarının onları taşıdığı yerde nelerle karşılaşa
caklarını bilmeden ilerliyorlardı. Ulaştıkları her yeni merhale olan
ların büyüklüğünü ortaya koyuyordu. Gördükleri uçmaklık boz-
kurtlar, kullanılan oklar bu işi yapanların kimliğini anlatmakta ge
cikmedi. ,
"Türkler başkaldırmış!",

Bu durum yüreklerini titretmeye yetmişti. Çok kalabalık ve güçlü bir birlik olmalıydılar ki bunca şeyi başarsınlar. Hemen yanındaki ordubaşı seslendi
Su Wu-kai’ye:
"Ardımızdan gelenleri bekleyelim efendimiz! Türklerle baş edemeyiz. Bu büyük bir başkaldırı!"
Su Wu-kai de aynı görüşteydi ama onun asıl korkusu geç kalmaktı. Kavganın içine girerler ve birazcık olsun karşılarındaki yağılarını oyalayabilirlerse.
En azından uzaktan ok salıp zaman kazanırlarsa, imparatorlarının canını kurtarmak için...
"Bekleyecek zaman değil! İleri!"
Belki de hayatında böylesine doğru bir karar vermemişti, imparatoru açısından.
Bozkurtlar son perde duvar engelini aşmak üzereyken fark ettiler gelenleri. Sayıları azalmıştı. Üzerlerine gelen oklar ilerlemelerine engeldi. Kür Şad
durumun kötülüğünü anlamış artık hedeflenen odaya ulaşmanın bir anlamı olmadığını görmüştü. İmparatoru tutsak alma ihtimali kaybolmuştu. Ellerinden geleni
yapmışlar, onca Çinli kırmışlardı. Şimdi yaşamak ve yeniden başlamak için buradan kurtulmayı denemek kalıyordu.
Dört bir yanı gözledi ve karanlığın içinde bildik yerleri bulmaya, tanımaya çalıştı. O anda fark etti imparatorluk atlarının yerini.
"Ahırlara! Birer at edinin!"
Bu buyruk yeni bir umut doğurdu. Eğer sarayın ahırlarına ulaşıp birer at alırlarsa hem daha iyi savaşır hem de onları kuşatmaya çabalayan Çinlileri yararlardı.
"Geldiler efendimiz! Ordumuz yardıma geldi!",

İmparator T’ai-tsung sevincini öylesine belli etti ki bu hâli ile oyunda yengi almış bir çocuğu andırıyordu. Yine de içinde bir kuşku...
"Sıkı durun! Her şey anlaşılmadan yerinizden ayrılmayın!"
Aynı çağlarda sarayın bahçesinde büyük ve adaletsiz bir savaş yaşanıyordu. Su Wu-kai’nin çerileri yetişmiş, toplanmışlar, bin kadar çeri bozkurtlan kuşatmaya
başlamıştı. Bu kez onların ahırlara doğru ilerlemesini engelleme çabasındaydılar ama başarılı olamadılar.
Kür Şad atlara binmeyi başaran yoldaşlarına baktı ve yeni buyruğunu verdi:
"Ötüken Yış’a!"
Bunun için öncelikle Wei Irmağı’m aşmalıydılar. O yana doğru uçarcasına giderlerken arkalarına takılan yüzlerce Çinli çeri onları yakalamak ve imparatorlarının
gözüne girmek amacıyla at sürüyordu. Üstelik başkaldırıdan başka birliklerin de haberi olmuş, boz-kurtların önünü kesmek için bir çaba daha başlamıştı.
"Tehlike geçti efendimiz! Türklerin çoğu can verdi. Kalanlar da kaçıyor ama artlarına düşen ordumuz onları mutlaka yakalayacak!"
Oturduğu tahtında titriyordu İmparator T’ai-tsung. Konuşmak, olanları öğrenmek için sorular sormak istiyor ama ağzı açılmıyor, dili dönmüyordu. Tehlikenin
tam olarak geçtiğine inanamıyor, ona [ anlatılanları duymuyordu. Bunca gürültüyü kırk kadar Türk eri çıkarmış olamazdı.
Gece sona ermek üzereydi.,

Karanlık, yaşananları, kırk bir yiğidin yazdıkları destanı, örtmek için yeterli değildi. Budunlarını tutsaklıktan kurtarmak için savaşan yiğitler artık
birer Gök eri olup Gök Tanrı’nın vadilerine ulaşmışlardı. Büyük, unutulmaz bir destanı var etmişlerdi.
Ben T’ai-tsung!
Tang Hanedanının, Çin’i yöneten imparatoru.
Doğu Türk Devleti’ni yıkan, İl Kağan’ı yenip tutsak eden, Aşina soylularını bağlatıp başkentine getiren ve onlara tutsaklığı tattıran kişi.
Sessiz, sakin yaşayan, buyruklarıma uyan ve yerleşik hayata alışmış gibi görünüp adeta Çin’de yaşadıkları için mutlu olduklarını belli eden tutsak Türklerden
kırk biri gece, yüzlerce seçme muhafız tarafından korunan sarayıma saldırdı. Hiç beklemediğim, düşünemediğim, düşünemeyeceğim, usumun ermeyeceği bir hareketti.
Ba-sıgdan zor kurtuldum. Son anda yetişen sanggün, ordusu ile onları yendi ve beni kurtardı. Tam zamanında yetişen sanggünüme en büyük payeleri ve armağanları
vereceğim. Ayrıca direnen, beni kurtarmaya çalışan saray muhafızlarımı da varsıl armağanlarla mutlu edeceğim. Elbette muhafızlarımın çoğu can verdi beni
ve oğuşumu korumak isterken. Onların oğuşlarına yardım etmek görevim. Ayrıca anılarına bir anıt diktirmek de görevim.
Başkaldırıya katılanların tamamı can verdi. Kırk bir Türk...
Ama ben bana söylenen bu sayıya inanmıyorum. Bunca olayı yapanın kırk bir kişi olduğunu kabul etmem çok zor. Mutlaka daha başkaları da vardı. Şimdi onları
bulmak ve canlarını almak için buyruk verdim. Bana ve oğuşuma tehlike olacak hiçbir Türk eri sağ kalmayacak. Çaşıtlık eden kim varsa kıyınını çekecek.,


"Gök yarıldı sanki. Işıklar içinde kaldı."
Gözle görülen, yaşanılan ve anlatılanlar bir yana, olanlar bir yana. Us yetmiyor açıklamaya. Nasıl olduğunu, nasıl gerçekleştiğini kimse anlayamıyor.
Tedirginlik sürüyor, korku kol geziyor. Başkentte yaşayanlar evlerinden dışarıya çıkmak istemiyorlar. Gözü-nekleri bile sıkı sıkı örtülü. Bir gecede o
kadar şey değişti ki.
Ben Tu Yu... ??:.,??
Çinli yazıcı... .?..,????- ...
Başkaldırı gecesini yaşayanların anlattığı olayları kaydeden usta yazıcıların yazıtlarında okuduğum inanılmaz gerçekleri, yazıtıma aktarmakta çok zorlandım.
Bu işi yapanların, başlatanların yalnızca kırk er ve başlarında Türklerin Kür Şad adıyla andıkları Aşina Chie-shih-shuai olduğunu kabul etmek çok zordu.
İmparator T’ai-tsung inanmamıştı. Yıllar sonra ben dahi inanmakta zorlandım. O günden bu güne bunca çağ geçmiş ama unutulmamıştı. Budunun usu, olduğu gibi
yeni kuşaklara aktarmıştı o gece yaşananları. Çinli yazıcı ustalarım da yazmışlardı.
Surlarla, duvarlarla korunan, yüzlerce muhafızın görev yaptığı imparatorluk sarayını bu kadar az bir güçle dağıtmak, bu kadar zarar vermek kişioğullarının
gücünü aşıyordu. Çinliler, benim halkım, o gece saray basan Türklere Gök’ten yardım geldiğine inanıyorlardı. Haklı mıydılar?
Bilmiyorum!,

Türklerin başkaldırısının üzerinden bir gün sonra: Tam bir karamsarlık egemendi taht odasına. İmparator T’ai-tsung tahtında oturuyor ancak sıkıntısı, tedirginliği
her hâlinden belli oluyordu. En küçük bir seste irkiliyor, gözlerini dört açıp çevreyi kolaçan ediyordu. Sadık saray muhafızlarından yüz kadarı alışılmadık
bir şekilde tahtın hemen ardında sıralanmışlardı. Geniş salonu dolduran vezirler, danışmanlar, buyruklar, sanggünler ve soylu kişiler sorulmadan tek söz
etmedikleri gibi konuşma sırası onlara gelmesin diye içlerinden dua ediyorlardı. Söz alıp da uslu bir söz etmek öylesine müşküldü ki.
Usa düşen soruların çoğu cevapsız kalıyordu. Tam olarak olanlara açıklama getiren çıkmamıştı. Atlatılan tehlike karşısında çaresiz kalınmıştı. Bu nedenle
imparatora karşı bir mahcupluk söz konusuydu. Yalnızca tam zamanında yetişip imparatoru ve oğuşunu kurtaran bu nedenle bir kahraman havasında dimdik duran,
Sanggün Su Wu-kai yaptıklarının övüncünde olduğunu belli ediyordu. Evet, Tang Hanedanı’nın etkinliğini ve T’ai-tsung’u, oğuşunu o kurtarmıştı. Aynı hanedanın
üyesi olmak ayrıca gurur veriyordu ona.
Wei Irmağı’na doğru at süren Türklerin ardından beş yüz çeri göndermiş, sonra da hemen saraya girip İmparator oğuşunun durumuna bakmaya koşmuştu. Sarayda
köşe başlarında yer tutmuş, yaylarına ok yerleştirmiş muhafızlar, duydukları ayak seslerini I Türklerin gelişine vermişler ve kendi erlerine ok salmaktan
çekinmemişlerdi. Birkaç ok çerilere denk gelmiş yaralanmalarına neden olmuştu. Su Wu-kai korkudan ne yaptığını bilmeyen ve söylenenlere inanmayan muhafızlara
bizzat seslenmiş ve onları ancak durdurabilmişti.

İçerde olup bitenlerden haberdar değildi. İmparatorluk oğuşuna neler olduğunu bilmiyordu. Sorduğu soruların çoğu da cevapsız kalıyordu. Sonunda T’ai-tsung
ve oğuşunun sığındığı odayı bulmuş, kapısında bekleyen muhafızları kurtulduklarına inandırıp kapıya dayanmıştı. Öncelikle içeride bulunanları ikna edip
kapıyı açtırması gerekiyordu. Bunun için de epeyce uğraşmak zorunda kalmıştı sanggün.
Sonunda imparatorun karşısındaydı. Döşek kıyafetleri içinde, perişan ve yorgundu imparator. Sanggün Su Wu-kai kapıdan girmiş ve yere kapanmıştı. İmparator
ise kendisini kurtaran ve saygılar sunan ordubaşını tanıyamamış, tek söz etmemişti nice sonra...
"Sen, sen misin soylu Su Wu-kai?" diyebilmişti.
"Benim Yüce İmparator!"
"Yetiştin mi? Durdurdun mu başkaldırıyı?"
"Yetiştim efendimiz. Başkaldırıyı durdurdum. Çoğu yok edildi Türklerin. Kaçmaya çalışanların ardına da ordu saldım. Çok yakında onların yok edildiği
muştusunu alırız!"
"Emin misin?"
Korkunun inancı zayıflattığı gerçeği... Sesi zor çıkan, ne yapacağını bilemeyen, çöktüğü yerde çok zayıf ve aciz görünen T’ai-tsug’u bu durumdan bir
an önce çıkarmak gerekiyordu. O imparatordu. Az sonra olanları duyan Çin soyluları akın akın saraya geleceklerdi. İçten içe Tang Hanedanı’na yağılık besleyenler,
Çin’i yönetmek için fırsat kollayanlar imparatoru bu şekilde görmemeliydiler.
"Efendimiz, eğer izin verirseniz bir süreliğine sarayı ben yönetip duruma el koyayım!"
Önce sanggünün ne demek istediğini anlamamış, onun dahi kendisine karşı geldiğini sanıp korkmuştu T’ai-tsung. Bunu fark eden Su Wu-kai hemen açıklamasını
yapmış ve efendisini rahatlatmıştı. Böylece aldığı sözlü yetki ile hemen buyruklarını sıralamıştı.,

"Bütün hizmetkârları bir araya toplayın! Koridorları gözet altına alın. Ulak salıp ordu isteyin. Sarayı ve çevresini temizleyin. Kayrpla_ rımızı tespit
edin ve can veren çerilerimizi bir araya toplayın. Gün doğana kadar bu işleri yapın ki budun ne olduğunu anlayanlasın, bilmesin. Ayrıca taht salonunu hazırlayın
ve imparatoru giydirin! Oğuşunu rahatlatıp odalarına yerleştirin ve her odanın önüne muhafız koyun!"
Budun anlamasın, bilmesin!
Budun olanları çoktan öğrenmişti. Kapılardan, gözüneklerden en yakın komşularına fısıldamalarla yayılmıştı haberler. Elbette kimse ne olduğunu tam olarak
anlayamamıştı. Ancak söylenenler yetiyordu.
"Türkler başkaldırmışlar!"
"Sarayı basmışlar!"
"İmparatoru tutsak etmek istemişler!"
İmparator ve oğuşunun yok edildiği, Türklerin sarayı ele geçirip yönetime el koyduğuna dair sözler de ediliyordu. Kimine göre ise Çin’in sonu çoktan
gelmişti.
"Yitiklerimiz..."
Konuşmalarını tek sözcüklerle sınırlamış gibiydi imparator. Söz söylemeye gücü yoktu. Yorgun ve çok üzgündü. Üstelik ne yapacağını bilmiyordu.
Yüzlerle ifade edilen sayı, usunu aldı T’ai-tsung’un. Birkaç kez yineletti. Ardından diğer soru...
"Başkaldıranlar..."
"Kırk bir..."
Bu soruyu defalarca sormuş, yineletmiş, inanmamış, birkaç kişiye doğrulatmıştı. Hâlâ soruyordu. Hâlâ inanmıyordu.
"Emin misiniz?"

Ortaya çıkan kötü durum nedeniyle haklıydı sorgulamakta. Bunca zararı kırk bir kişinin verdiğine nasıl inansın? Mutlaka birileri, yüzlercesi, binlercesi
daha olmalıydı. Henüz saraydaki sorgular bitmediği için bu yönde bir sorgulama başlamamıştı. Elbette bu başkaldırı ile yakından uzaktan ilgili olan her
Türk’ten hesap sorulacak, kıyını verilecekti. Çin’de tutsak bulunan Türkler için çok sıkıntılı günlerin başladığı açıktı.
Zamanında yetişerek imparatoru ve oğuşunu kurtaran ordubaş-tan başkasına hatta ondan daha üst orunlu kişilere bile güvenmiyordu imparator. Sanggün Su
Wu-kai’ye hemen bir üst orun ve unutulmaz bir ad vermişti.
"C’he-tsung..."133
Su Wu-kai Çin ordusunun ve başkentin yönetimini geçici olarak ele almıştı. Çünkü imparator, Büyük Sanggün’ün başkaldırı sırasında beceriksizce davrandığını
düşünüyordu.
Sanggün Su Wu-kai en yakın birlikleri başkente seslemiş, bütün sokakları, köşe başlarını tutturmuştu. Sarayı birbiri ardına üç sıra er kuşatmış yakınından
geçmek bile yasaklanmıştı. Başkentin sokakları bomboştu. Korkulan oydu ki başkaldırı yayılsın ve sürsün!
O gece ve daha birçok gece uyuyamayacaktı T’ai-tsung. Uzandığı ya da oturduğu yerde her sese kulak verecek, irkilecek ve bundan sonra hep korku içinde
yaşayacaktı. Hemen her yerden bir Kür Şad’ın çıkıp canını alacağı beklentisi içinde kâbuslar görecekti. Yalnızca o değil bütün başkenti aynı korkular içinde
kalacaktı.
Ben Tu Yu...
İmparatoru kurtaran Su Wu-kai için verilen adın "Her yerde yetişen" ya da "Hemen yetişen ve kurtaran" anlamına geldiği bilinmektedir.,

Olanları anlamakta zorlansam da ben dahi ikna olmasam da anlatılanlar, yazılanlar böyle. Günlerce süren bir beklenti ve başkaldırı korkusu egemen olmuş
Çin başkentine. Budun evlerinden çıkmamayı seçmiş. Korku içinde beklemiş. İpek dokuma tezgâhları çalışmamış. Kimse tarlasına, bahçesine gitmemiş. Gölgelerden
bile ürken bir yapı bütün sarayı etkilemiş. İnanılması zor öyküler anlatılırken sesler kısılmış, zaman zaman Gök’e kayan gözler oradan gelecek yeni erlerin
beklentisine çevrilmiş. Fısıltı ile yinelenen, kulaktan kulağa yayılan öyküler gerçekle düşü birbirine karıştırmış. Anlatılanlar, yazılanlar bu ifadelerle
renklenmiş.
Bir araya toplamışlardı isyancıların naaşlarım. Yan yana yatırmışlar, silahlarını, sağa sola dağılmış kuyaglarını, miğferlerini yanlarına bırakmışlardı.
Her bir okun, yayın, kılıcın, kargının, giysinin sahibini bularak sayıyı tam olarak tespit etmeye çalışıyorlardı. Bir o yandan sayıyorlar, bir bu yandan...
Sayı değişmiyordu.
"Kırk..."
"Bir kişi eksik!"
Başlangıçta kırk bir Türk olduğunu tespit etmişlerdi. Ancak Kür Şad’ın naşını bulamamışlardı. Tek tek, yeniden gözete almışlar, sor-gulamışlar...
Wei Irmağı’na doğru kaçarlarken onları izleyen beş yüz çerinin başı olan Çinli heyecan içinde aktarmıştı olanları.
"Irmağa doğru at sürenleri saydım. Yalnızca on üç kişi kalmışlardı. Başlarında Aşina Chie-shih-shuai ve on iki eri... Çok yaklaştık artlarından. Onları
kuşattık. O yanda devriye gezen sak erlerimiz de önlerini kestiler. Tam on üç..."
"Hepsini kırdınız mı?"

"Elbette! En son olarak Aşina Chie-shih-shuai’i atının üzerinde gördüm. Can vermiş öylece atının yelesine kapanmıştı. Sonra..."
Başını kesmişler, saraya getirmişlerdi. Sonrası düşle gerçek arası bir anlatımdı. Dikkatler başka yöne çevrilmiş ve neler olduğu çözümsüz kalmıştı.
İmparator T’ai-tsung kendisine getirildiği söylenilen başı görüp görmediğini hatırlamıyordu. Üstelik şimdi ortalıkta yoktu. Kendiliğinden uçup gitmemişti
ya. Korkular gerçekleri bulmalarına engeldi. Bu nedenle sorgular yeniden başlıyordu.
"Can verdiğine emin misin?" ,. ;
"Elbette! Kesinlikle! Başını kesip..."
"Peki, nerde? Naaşı? Ya atı..."
Yeniden atlılar çıkarılmıştı Wei Irmağı kıyılarına. Yeniden aranmış...
"Gördüm!" diyordu bir çeri. Hâlâ gördüklerinin etkisinde...
"Aşina Chie-shih-shuai’nin başım kestiler. Orada, atının üzerinde başsız kaldı. Vardık yanına. Kimse dokunmaya cesaret edemiyordu. Bir zaman kıpırdamadı
at. Sanki kutlu birini taşır ve üzerinden düşürmek istemez gibi.
"Sonra..."
"Sonra galiba biri bir şey yaptı ki sırt üstü yere düştü başsız haliyle... İşte o an kimse ilgilenmez olmuştu. Ben..."
Nefesi kesiliyor, anlatamıyordu. Korkudan tir tir titriyordu. "Anlat" diye zorluyorlardı.
Kekeleyerek...
"Ne diyeyim? İşte... Gördüm... Göğsü yarıldı sanki. Işıklar içinde kaldı. Bir bozkurt, Gök renkli bir bir Gökkurt... Çıkıverdi. Ben öylece bakarken...
Bir anda fırladı ve uçmayla koşma gibi... Gök’e doğru..."
"İçinden çıktı öyle mi?"
"Evet! Ama baktığımda naaş yoktu yerinde. Gitmişti!"
"Ussuz adam! Düzgün anlat yeniden. Nasıl oldu? Naaş mı uçtu?"
"Yok göğsü, yüreğinin olduğu yer yarıldı ve..."
Anlatılan ama anlatılamayanlar.
Bunu anlatan er bir zaman sonra usunu tamamen yitirdi. Bir avare gibi dolanmaya başladı ortalıkta. Sürekli yineliyordu gördüklerini. Başka bir söz etmiyordu.
"Aşina Chie-shih-shuai’nin göğsü yarıldı. Bir Gökkurt fırladı çıktı. Gök’e uçtu!"
Hakaret olsun diye ortalık yerde bırakılmıştı kırk erin naşı. O gecenin eseri yaraları hâlâ kanarken...
Başlarında çok sayıda Çinli çeri, Türkler alıp, yoğlamasın, hak ettiklerince Gök’e yolculamasınlar diye bekliyorlardı. Onlara ibret olsun ve bir daha
başkaldırıyı seçmesinler diye...
Türkler bütün yasaklara, zorlamalara rağmen her gün geliyorlardı yiğitlerini ziyarete... Bir ibadet gibi... Uzaktan da olsa...
Her gün yeniden sayılıyor ve...
"Otuz sekiz, otuz dokuz.
"Ne? Kırk olacaktı!"
"Yeniden sayalım..." j Nasıl oldu, ne oldu anlamadılar. Birer birer eksildi kırk yiğit. Alınan bütün önlemler, korumalar fayda etmedi.
Bunun başka bir destana dönüşmesi kaçınılmazdı. Birer birer eksilen naaşların ne olduğunu ancak destanlar anlatabilirdi. Böylece korku yayılmaya devam
edecekti. T’ai-tsung daha fazla ters etki yapmasın diye kalanların hepsinin gömülmesini istedi. Başka çaresi yoktu. Böylece söylencelerin ve korkuların
ardı belki gelirdi.
Tutuklamalar başladı. Bunca işi kırk bir Türk erinin yaptığına inanmadıkları için Çinliler tutsak Türkleri, başkaldıranların oğuşla-rından başlayarak
yaşadıkları yerlerden ahp zindanlara atmaya, kendilerince yargılamaya başladılar. Tuli Kağan’ın oğlu Holuhu Ti-gin de bunların arasındaydı. Kür Şad’ın
konçuyuna ve oğluna ulaşılamamış, yiğit kızı tutulmuştu.
Ayca’yı okladılar.
Daha birçok Aşina soylusunu...
Bunu korku yaptırıyordu. Yeni bir başkaldırı korkusu...
Holuhu Tigin’i oklamadılar. Bütün orunlarını aldılar üzerinden. Sürekli gözlem altında tutulmak üzere Çin’in içlerine, uzak Ling-wai eyaletine sürdüler.
Orada oğuşundan, budunundan uzak, bir başına yaşamaya mahkûm ettiler.
Onca katliamdan sonra durdular ama huzur bulmadılar. Türkler yakınlarında oldukça, başkentte yaşadıkça imparatorun ve oğuşu-nun hayatı güvende değildi.
O hâlde ne yapacaklardı?
Kür Şad başkaldırısının üzerinden üç ay kadar geçmişti. Alman bütün önlemlere rağmen etkileri sürmekteydi. Hemen her gece kentin bir yerinde başka bir
destan, başka bir öykü doğuyordu. Genç, yaşlı hatta çocuklar, gördükleri inanılmaz görüntüyü anlatıp paylaşıyorlardı. Kimi atının üzerinde başsız olarak
görüyordu Kür Şad’ı, kimi sapasağlam ve kırk yoldaşı ile birlikte... Kimisi ise Gök rengi, ışıklar içinde parlayan bir bozkurdun öç almak için kente indiğinden
söz ediyordu. Zaman zaman boğazı parçalanmış, başı kesilmiş bir Çin soylusunun, bir Çin çerisinin varlığı da bu öyküleri canlı kı lıyordu. Kim, neyi, nasıl
yapıyor anlaşılamıyor, failler bulunamıyordu. Çin soylularından bir kısmı bütün bu olanları Türklerin Çin’deki varlığına veriyorlardı. Mutlaka Çin’den
çıkarılmalı, gönderilmeliydiler. Yoksa kimse hayatından emin olamayacak, korku sürecekti.
O gün önemli bir gündü Çin için. Günlerdir süren huzursuzluğun sonunu getirmek üzere, Çin’in bütün ileri gelenleri imparatorluk sarayının geniş taht
odasında toplanmıştı. Dokuz yıldır Çin’de tutsak yaşayan Türklerle ilgili karar verilecekti. T’ai-tsung bu karara bütün soyluların ortak olmasını, herkesin
fikrini açık etmesini istemişti. Bu büyük sorun çözülmezse Çin budun huzur bulmayacaktı. Ardı arkası gelmeyen öyküler Tang hanedanının geleceğini tehdit
eden sonuçlara doğru ilerliyordu. Kendisini ve sarayını koruyamayan bir imparator Çin’i nasıl yönetecekti.,

Yazan: Ahmet Haldun TERZİOĞLU

Paylaş:
1 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
Kürşad'ın kahramanlığı Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Kürşad'ın kahramanlığı yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
Kürşad'ın Kahramanlığı yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL