1
Yorum
2
Beğeni
5,0
Puan
228
Okunma

Ladik, Konya’nın Sarayönü ilçesine bağlı şirin bir belde. Ladikli Ahmet Ağa da bu şirin beldede gönüllere taht kurmuş bir hak dostudur.
Ladik denilince akla gelen ilk isim şüphesiz Ladikli Ahmet Hüdai Hazretleri gelir. 1888 yılında Sarayönü ilçesine bağlı, Lâdik (Halıcı) kasabasında dünyaya gelen Ladikli Ahmet Efendi’nin babası Mehmet, annesi Emine Hanım’dır.
Yusuflar sülalesindendir. Üç erkek, bir kız olmak üzere, dört kardeştir. Manevi bir yolla kendisine Hüdai adı verilmesini şu dizeleri ile anlatırdı;
Ol Mevla’m koymuştur Hüdai adım/ Melekler ederler gökte feryadım/ Mevla’mın aşkından almışım tadım/ Yansa da ayrılmaz haktan Hüdai.
Ladikli Ahmet Ağa, Hatice Hanım’la evlendi. İkisi oğlan, dördü kız olmak üzere, altı çocuğu olan Ladikli Ahmet Hüdai’nin askerlik hayatı da çileli ve uzun geçti. 26 sene askerlik yapan ve bir İstiklâl Savaşı gazisi olan Ahmet Ağa’nın savaş sırasında yaşadıklarını Mustafa Özdamar ve Osman Karabulut hazırladıkları kitaplarında onun ağzından şöyle anlatıyor.
Hacı Ahmet Ağa anlatıyor: “Şimdiki Yahudilerin yerleştiği Gazze şehri civarında, İngilizlerle harp ederken mensup olduğum birlik İngilizlerce pusuya düşürülmüş, birliğin tamamı makineli tüfeklerle taranıp bir kısmı öldürülmüş bir kısmı da yaralanmıştı. Ben de vurularak çöle düştüm.
Yanımdaki arkadaşlar da peş peşe vurularak üzerime düşerek şehit oldular. Bunların arasında sıcaktan kavrulan kumların üzerinde, son derece susuzluktan yanıyor, bir taraftan da yaralarım sızlıyordu. Artık Mevla’ma yönelmiş, O’na kavuşma anımı bekliyordum. Bulunduğumuz mevki esas birliğimize üç günlük yol, bu arada hiçbir canlı yok. Yardım ve kurtuluş ümidi kalmamıştı. Tam bu sıralarda nihayetsiz kerem sahibinin kudret ve vefa eli bize erişti.
Tam çaresizlik içerisinde, sıcak kumlar üzerinde susuzluktan kavrulan bedenim al kanlar içinde mecalsiz, yaralarım sızlarken, güneşin vurduğu yerden bir beyaz atlı belirdi, bize doğru geliyordu. Düşman zannı ile korkumdan kendimi ölüler arasında, ölmüş gibi göstererek yere yatmıştım.
Atlı bize yaklaştı ve bana. Esselamüaleyküm Ahmet ne oldu yaralandın mı? Kalk bakalım diyerek ismimi söyleyince korkum kalmadı, başımı kaldırdım baktım.
Kalkmaya mecalim yok dedim. Attan inip yanıma geldi, beni sıkıştıran şehit arkadaşlarımı üzerimden birer birer çekti. Susuzluktan yanıyordum.
Sana su vereyim mi? deyip, su dolu bir matara verdi. Susuzluktan yanan bağrıma, o vefa elinin verdiği hayat ve aşk bahşeden şifa suyunu kana kana içtim.
Mübarek zat, ellerini sızlayan yaralar üzerinde gezdirirken, sızılarım duruyor taze hayat buluyordum. İşte o su, beni başka bir aleme götürdü.
Bana ne oldu ise Rahman’ın vefa elinden içtiğim o hayat ve aşk bahşeden sudan sonra oldu .Sonra beni kaldırıp atının terkisine aldı. En yakın, üç günlük yoldaki genel karargâha götürdü. Bu yolu nasıl, ne zaman geldiğimizi bilemedim.
Karargâhın yakınına atının terkisinden beni indirdi. Bir değneğe kırmızı bir bez bağlayıp askerlere salladı. Ayrılacağımız zaman beni getiren bu zata, ‘Efendim sizi bir daha görecek miyim’ dedim.
Mübarek zat bana, ‘Ahmet Ağa, eğer sen Hak rızası için yaşarsan her zaman seninle beraberiz. Yok, öyle yaşamazsan, bu son görüşmemiz’ dedi ve ekledi, ‘Askerler gelip seni alınca sana inanmazlar. Onlara beni nöbetçi subaya götürün, dersin. Hadiseyi nöbetçi subayına anlat, benim de selamımı söyle’ dedi ve kayboldu.
Askerler bir sedyeyle gelip beni aldılar. Beni götürürlerken parola soruyorlardı; fakat ben cevap veremiyordum. Birliğimi söyledim bana inanmadılar. ‘O birlik vurulup yok edilmiş. Hem sen kurtulduysan, senin söylediğin birlik buraya 3 günlük yol. Nasıl geldin? Sen yalan söylüyorsun’ dediler.Ben de, ‘siz beni nöbetçi subayına götürün’ dedim. Askerler beni nöbetçi subayına götürdüler.
Nöbetçi subayı, ehli hal, aşık bir kimseymiş. Ben nöbetçi subayına birliğimizin başına gelenleri, yaralanıp düştüğümü, beni kurtaran adamın gelişini ve durumunu anlatırken subay heyecanlanıyordu, kendisine, ‘beni kurtaran kimsenin size selamı var’ deyince subay hemen altındaki sandalyeyi bana verdi, bana hürmet etmeye başladı.
Hemen beni tedaviye alıp yaralarımı sardılar. Yaramı saran doktor işin farkına varmış, bana inanmayanlara, ‘Sizin burnunuz koku almıyor mu? Şimdiye kadar hiçbir askerde böyle bir koku duydunuz mu? Şu hastanın kokusuna bakın, mis gibi kokuyor’ dedi.
Ben hastanede bulunduğum müddet içerisinde, hocam bir iki defa bana, ‘Ahmet, terhis olup memleketine gittiğinde, ben yine gelip seni bulacağım, merak etme’ dedi, gitti.
Elhamdülillah iyileşip taburcu oldum. Çok sürmedi bizi terhis ettiller, artık memleketim olan Ladik’e gelmiştim.
İşte hocamın bana çölde yaralı iken gelip kurtardığı sırada verip içirdiği, bana hayat bahşeden o sudan sonra bende bir aşk başladı. Aşk ateşi günden güne benim sinemi yakmaya ve beni dağlara, ıssız yerlere sürüklemeye başladı. Evde duramaz oldum, derdimi de kimseye anlatamıyordum.
Yine bir gün sıkıntımdan, üzüntü ve kederimden ne yaptığımı, ne yapacağımı bilmez bir halde iken, aşkın galebesi ile dağlara çıkıp gittim.
Bir kış günü idi, her taraf kar kaplı. Bir de baktım ki, on bir tane kurt arkama düştüler. Durumlarından aç oldukları belli idi. Korkup olduğum yerde durdum, onlar da durdular. ‘Ya Rab sen muhafaza eyle’ diyerek, Rabbime niyaz ettim. Hayvanlar ağızlarını kaldırarak hep birden öyle bir uludular ki; vücudumun bütün tüyleri adeta elbisemden dışarı çıkmıştı.
Tam o sırada, semadan kurtların üzerine beyaz, koyun kuyruğu şeklinde bir şey indi. Hemen kapışıp yediler ve birazını bırakıp gittiler.
Onlar gittikten sonra, o şeyin düştüğü yere varıp, ‘acaba bir parça kalmış mı?’ diye bakarken ufacık bir parça buldum. Hakikaten kuyruk şeklinde beyaz ve yumuşak bir şeydi. Bu parçayı aldım yedim. Günlerce açlık hissetmedim.
İşte böyle günler, aylar geçiyor. Hep gözlerim yolları gözlüyor. O’nu bekliyorum çünkü geleceğim demişti. Gönlümdeki yangın ateşi arttıkça, lisanım gönlümdeki feryadı dışarıya döküyordu.
Tam on iki sene geçmişti aradan. Nihayet bir gün Elhamdülillah, hocam teşrif edip göründüler, artık dünyalar benim oldu.
İşte o günden sonra, hemen her gün uğrar, lüzum eden ders ve malumatı verirdi.
Zamanla beni alır, kendisi ile beraber manevi toplantılara götürürdü. Kendisi gelmediği zaman, manevi telefonla haberleşir, emredilen yere saatinden önce varırdım. Daima böyle saatinden önce vardığım için de, üstadım beni çok sever memnun olurdu.”
Vatanın kurtuluşundan sonra askerden bir gazi olarak memleketi Lâdik’e dönen Ahmet Ağa vefatına kadar burada örnek bir şahsiyet olarak yaşarken geçimini ise hayvancılık ve tarımla sağladı.
Zamanının çoğunu odasına gelen misafirlerine hizmet ederek geçiren, onları iyiliğe ve hayra davet eden, kimseyi ayırmadan herkese dua eden Ahmet Ağa sohbetine katılan hiç kimseyi eli ve gönlü boş çevirmemesiyle tanınırdı. Misafirlerinden arta kalan zamanında ise dağlarda çobanlık yapmış, tarla ve bahçelerini ekip biçmekle meşgul olmuştur.
Son zamanlarında hasta yatarken, ‘Sen gidince bizler ne yapacağız Ahmet Ağa?’ diye ağlamaya başlayan misafirlerine, Ahmet Ağa, yataktan doğrularak, ‘Allah var oğlum. Allah var, keder yok’ demiştir.
Ve tarihler 8 Haziran 1969 tarihinde Rahmet-i Rahman’a kavuşur Ahmet Ağa. Kabri, Ladik kasabası mezarlığındadır. Gününün büyük bölümün geçirdiği odası ise kendisinin kullandığı şekilde muhafaza edilmiş ve ziyarete açık haldedir...
Konu keramete gelip çatınca: Takmayın kafanıza bunları oğlum! Kerâmet var kerâmetin içinde… Amma madem ki yârenliğin ucunu ganattınız söğleğim:
Bu kerâmet dediğiniz şeyler, kudretine azametine payân olmayan Allah’ın ilerde olacak şeyleri böğünden göstermesi gibi bir şeydir. Mesela ben bazı misafirlerime, yaz ortasında kış, kış ortasında yaz meyveleri ikram ederim… Hatırları hoş olsun diye…
Rabbimin bir lutfu bu, ihsanı… Bunun hakikatını açamam size. Üstündeki örtüyü kaldıramam. Doğru değil, uygun da olmaz. Anadan üryan soyunmaya benzer bu sizin karşınızda. Amma meselâ bunlara benzer şeyler olacak ilerde.
Şimdilerde bizim memlekâtımızda pek yok, olsa da yaygın değil amma, ilerde camlı bahçalar olacak… Kış ortasında yaz avarı yetiştirilecek o camlı bahçalarda. Fenne devredilecek bu kerâmet o zaman yani…
O da Allah’ın işi, bu da Allah’ın işi. Allah verirse verir, vermezsevermez. O istemeyince bir şey olmaz. Bir şeyi isteyebilmemiz için, O’nun o şeyi istememizi istemesi lazım.
Allah bir kuluna kerâmet kapısı açınca, depelerine çıkılmaz cebel cebel dağları, kum taneleri gibi küçültüverir ona, derdi.
Merhum, erenlerden biri olduğu halde, kırklar toplantısına, divan-ı salihine katılanlarla irtibatlı olduğu halde başında sürekli küfrün şapkası, elinde sürekli sigara ile görülür, bazı kimselerin hiç anlam veremediği haller sergilerdi.
Son derece zeki ve taktik biriydi. Sadece dost sohbetlerinde, iyi niyetinden emin olduğu ve kendi hallerini anlayamayan kişiler olduğunu görünce "Evladım, anlamayacak bir şey yok, hepsi hile...
Hepsi harbin hilesi/taktiği, bu şapka da, bu sigara da öyle..." derdi. İktidarımızı ihanetlerle ele geçirmiş hain Sabetaycı gizli Yahudilerin, son kalan alimleri de yok etmek istediği en zor zamanlarda takipten, baskıdan epeyi uzak şekilde yol almıştır.
Kendisi, pek çok mühim hadiseyi önden haber vermiş veya sonrasında bu hadiselerin iç yüzünü izah etmiştir.Sözde mürşidlerin manevi toplantılarda görüp görmediği sorulunca "Onların hiçbirini görmedim. Onları göreni de görmedim.
Hiç hünerleri yok, mürşid değiller. Tek mürşid var bu zamanda, o da Süleyman efendi hazretleridir" derdi.Keşke bende O zata evlâd olabilseydim derdi, Bu türlü konuşmaları şahitlerin ağzından yazılı olarak kayda geçirilmiştir..
Adamın biri Ladik’li Ahmed Ağa’nın cigarasına takıldı bir gün. “-Ahmed Ağa’yı bir de evliyadan diller… Evliyanın işi ne mekruhtla yaav? Fesübhanallah!…” diye içinden geçirirken, Ahmed ağa, hiç o değilden, sanki ona değil de bir başkasına söylüyormuş gibi konuştu: Oğlum, dedi, gönlünde dedikodu yapıp durma! İçini gıybetle bulandırma!
Eğer bir safran, tafran bişiyin varsa dışına kus da, kurtul geç! “-Kime söylüyor acaba bunları?” diye kıvranmaya başladı adam. Çünkü mecliste Ahmed Ağa’dan başka bir şey söyleyen, bir şey soran yoktu.
O adam, “-Kime söylüyor acaba bunları?” diye içinden iç geçirince, Ahmed Ağa: Sana söğleryorum oğlum, sana! Kime olacak sana! Kalbinde sakladığın teşviş, fitne olur san! Önünü keser durur! Gönlüne saab ol!
Bir itirazın varsa dışına vur! Tutma içinde… İçinde tuttuğun her şey yara olur. İçinde tutulacak şey vaar, tutulmayacak şey var. Bunları ayıramazsan hayatın heder olur, der.
Akşehir Kaymakamı Ahmed Ağa’ya: Ahmed Ağa, demiş siz hep görüşüyorsunuz, bir de bana göster Hızır Aleyhisselâmı!.. Ahmed Ağa, Kaymakamın talebine yuvarlak çerçeveli bir cevap vermiş: Oğlum, nasibse görürsünüz inşallah! demiş.
Ahmed Ağa’nın hayranlarından olan Kaymakam, bir Ramazan günü, iftara yakın, iftar sofrasına oturmuşlar, ailecek iftar topunu bekliyorlar… Kaymakam sigara tiryakisiymiş. Kaymakam tiryakiliğin verdiği ruh haliyetiyle beklerken, kapısı üç kez çalınmış. Çıkmış bakmış Kaymakam, kapıda bir adam: -Biseciii! Bise alırmısınız efendiii?
Arkasında da bir deve, geviş getiriyor geve geve. Ne desin Kaymakam? Ne bisesi be adam? Biseyi ne yapayım ben? Peki efendi kızma! Bizden sorması, sanki ısmarlamış gibiydiniz de…
Hadi iftar-ı şerifler hayrolsun! demiş, çekmiş devesinin yularını: Biseciii! Bise alan, katran alan… Kaymakam kapıyı kapatıp da sofraya dönerken, mırıldanıp kendi kendine içinden: Allah Allaaah! Bu saatte bise mi satılır be adam? Mübarek iftar vakti… Fesûbhanallah! çekmiş.
Bir müddet sonra tekrar Ladik’e gittiği zaman: Aşk olsun Ahmed Ağa, bize Hızır Aleyhisselâmı daha göstermeyecen mi Hacı Babam? diye sitem etmeye kalkınca, Ahmed Ağa: Size de aşk olsun hay guzum! Kapınıza gelen Hızır’ı kovarsınız, ondan sonra da gelir bize sitem yaparsınız! demiş.
Kaymakam şaşkınlık içinde: Ne demek o? Ne zaman geldi Hacı Babam? diye sorunca, Ahmed Ağa: Ramazanın son günlerinde, siz sofrada beklerken kapınıza bir Biseci geldi mi? Geldi? Devesinin semerindeki katran küplerine dikkat ettin mi, semere bağlı mıydı, değil miydi? Ben bu tiryaki kafasıyla nerden dikkat edecem ona Hacı Babam? İçeceksen sen iç cigarayı oğlum! Cigara seni içmesin!…
Hem sen nasıl bir Hızır bekliyordun? Yakası kartlı, kravatlı birini mi bekliyordun? Kolalı gömlekli, ütülü pantolonlu birini mi bekliyordun? Neyse… Gördün işte gayrı… Görmedim diyemezsin! Kaçırdın ammaa, gördün işte yine de… demiş ve teselli etmiş Kaymakamı, Ahmed Ağa, ama…. Kaymakam epey eyvah çekmiş tabiii..
Kerametlerinden bahsedenler arasında ünlü tarihçi Kadir Mısıroğlu da vardır. O da bir sohbetinde 1960 darbesinden önce Ladikli Ahmed Ağa’nın darbenin olacağını önceden haber verdiğini anlatmıştır. Yine bu konuşmasında onun Hızır aleyhis selam’ın dostluğuna mazhar olmuş bir Allah dostu olduğunu ifade etmiştir.
Süleyman Hilmi Tunahan Efendi’nin takipçilerinden Hüseyin Kumaş Hoca da bir sohbetinde, Ladikli Ahmed Ağa’dan bahsetmiştir. Onu Ladik’te ziyaret ettiğini, bu ziyareti esnasında Ahmed Ağa’nın Afyon’daki bir talebe yurdunu sanki görmüş gibi kendisine tarif ettiğini anlatmış, anlattıklarının da aynen doğru olduğunu söylemiştir.
Bunun gibi sayısız kerametleri olan Ahmed Ağa’yı, Ramazanoğlu Sami Efendi ve Hacıveysizade Efendi gibi birçok maneviyat büyüğünün yanı sıra Ali Ulvi Kurucu gibi birçok arif ve fazıl kişiler de ziyaret etmişlerdir. Bu güzel zatların hüsnü şahadetleri bile tek başına onun ne kadar doğru sözlü ve muteber birisi olduğunun şahidi olsa gerektir.
Ona yetişenlerden birisi de mesnevihanlık geleneğinin son halkası merhum Şefik Can Dede’dir. O da Ahmed Ağa’yı Ladik’teki evinde ziyaret etmiştir. Şefik Can Dede, bu ziyaretinde Ladikli Ahmed Ağa’nın kendisine anlattığı şu sözleri nakleder:
“Seferberlik zamanında Gazze’de savaşıyorduk. Düşman bizi muhasara altına aldı. Bir hafta boyunca ne su, ne yiyecek bulabildik. Daha sonra yardım ulaştı, kazanlar kaynamaya başladı. Yemek dağıttılar bize. Bir ekmeğin içine tahin koymuşlardı. Ben, ekmeği ısırdım, bir lokma ağzıma aldım.
O sırada karşımda, bir deri bir kemik kalmış bir köpek gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Biraz ekmek bölüp ona attım. Yanımdakiler: ‘Ahmed delilik etme, ye yemeğini’ diyorlardı. Ancak benim gönlüm bu hale elvermedi. Bir lokma kendim yedim, bir lokma köpeğe verdim.
Gece uykuya dalınca Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem teşrif ettiler, sırtımı sıvazlayıp: ‘Ahmed! Evladım, ben seni sevdim’ buyurdular. Daha sonra uyandığımda Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem’e karşı büyük bir aşk başladı içimde. O günden beri bu haldeyim.”
Konya Ladik’li Ahmet Ağanın menkıbeleri yazmakla bitmez elbette.Cenab-ı Allah rahmet eylesin,bizleri de onun şefaatine layık olanlardan eylesin.
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
1. Ladikli Ahmed Ağa, Mustafa Özdamar, Kırkkandil Yayınları, 2004
2. Üveysi Hacı Ahmed Ağa, Osman Karabulut, Şems Yayınları
29.08.2025//KIRIKKALE
HİDAYET DOĞAN OSMANOĞLU
5.0
100% (1)