0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
131
Okunma
“ Değerli okuyucu! Bu sayfayı çevirmeden önce bir kez daha iyi bir şekilde düşünmenizi salık veririz. Çünki bu sayfanın arkasında elinize geçecek bir Bronz Akçe sizi roman boyunca alışılmamış tuhaf olaylara sürükleyecektir!”
Benim gibi sizerinde “Yiğitlik ve öğrenme dürtüsü” nedeni ile umursamaz bir biçimde yukarıdaki uyarının içeriğini ciddiye almayarak ve başınıza gelecekleri de hiç düşünmeden,sayfayı çevirme hatasını yaptınız.Bu sizi tüm roman sürecinde Akçe tılsımından kurtaramıyacağı için, bende akla yatkın olan en kısa yolu seçerek sizleri roman ile böylece baş-başa yalnız bırakacağım. Kısacası; Bu hikayenin sonunda bitecek sohbetimizden sonra siz, Akçe ile uzun bir yolculuğa bensiz çıkacaksınız ve Helen ile Phillpp adlarında iki Alman Eski Eser Kazıcısı’nı hem tanıyacak, hemde onlara eşlik edeceksiniz.
Stuttgart Ana Gar’ının yan kapılarından birinin üstünde sarı metal parlak bir levhada kara harflerle; “Gezici Büfe Firması” yazısı vardı. Altındaysa duvara vidalanmış ve ok ile iki ayrı yönü gösteren plastik göstergeler duruyordu. Birinin üstünde; “Alım işlemleri 13 Numaralı tiren bekleme ve biniş yerinin yanındaki giriş kapısından yapılır” yazılıydı. Ben aşağıya doğru inen merdivenleri gösteren; “Danışma bodrum katındadır” olanını izledim.
Aşşağıya doğru indikçe hava da ışık gibi kararıp azalmaktaydı. En son basamağın bitiminde önümü basık, uzun ve loş bir tünel kesti. Tavanı uzun-kalın metal borularla kaplı olan bu dar geçişin her iki yanında duran; Üst-üste yığılı şişe kasalarının, boş servis arabalarının, kâğıt-karton balyalarının ve özenle ayıklanmış dönüşümlü artıklarının eşliğinde bu tüneli geçerek büyük bir alana kadar geldim. Karşımda, kovboy filimlerindeki bar kapıları gibi içe-dışa oynayarak açılan iki kanatlı büyük bir kapı vardı. Beni görünce kendiliğinden bana doğru açıldılar. Kapanmalarını bekledim. İçeri girerken beni sinek gibi “çıt!” diye ezmek için mi bekliyorlardı, ne? Küçükken ustası olduğum bir ayak oyunuyla kapıları aldatarak, kapanmak üzere olan aradan son anda içeriye süzüldüm. Kapılar kıçıma yel verip, sırtımda kapandılar. Karşılaştığım ilk servis arabasına büronun yerini sorduğumda; Tüm servis arabaları uzakta duran, temiz giyimli, şişman ve kısa boylu bir adamı gösterdi. Arkasında kalçası üstünde kavuşturduğu ellerini çözmeden beniizleyen bu adam, ayaklarını kıpırdatmadan Satranç Taşı gibi kayarak bana doğru gelmeye başladı. Ben;“Geleceğimi biliyor muydu acaba?” diye düşünürken, o alnının üstünde duran kara kalın çerçeveli cam gözlüklerini düşürmemeye özen göstererek başını yavaşça öne eğdi ve beni selamladı. “Yok canım! Nereden bilebilirdi ki?” kanısıyla bu selamı aldım. Onun beyaz gömleği, kırmızı gravatı, siyah cepkeni, parlak-rugan ayakkabıları ile idarecilerden biri olduğu belliydi. İçimden; “Mutlaka, cepkeninin sırtı da yeşil satendendir.” derken, o önüme kadar gelerek durdu. Bu adamın ince beyaz çizgili, özenle ütülenmiş siyah pantolonunun dizi üzerinde çıkıntı olduğuna göre, belli ki masa başı hizmetlisi idi. Çünkü öbür ayakçı hizmetlilerinin pantolonlarında böyle diz çıkıntıları yoktu; “Acaba Akaş’ın pantolonunun dizlerinde de böyle çıkıntılar mıydı?” diye kendimce fikir yürütürken, kadınsı bir sesin;
“ Size nasıl yardımcı olabilirim? ”
Diye cıyakladığını duyunca gülmemek için kendimi güçlükle tuttarak;
“ Bir elemanınızı arıyordum da...”
Diyebildim. O kalın, kıllı kollarını gerisinden alıp bana uzatı;
“ Hoşgeldiniz! ‘
Dediğinde sesindeki kadınsallık yokolup gitmişti. “Demek ki bana öyle geldi.” düşüncesiyle aldırmadım;
“ Buyrun, sizi dinliyorum.”
“ Dün sabah saat 6.30 da Würzburg’dan kalkan ve de 9.10 da Stuttgart’a gelen tirenin Gezici Büfe Satıcısı’nı arıyorum da.”
O uzattığım elimi sıktıktan sonra, bıraktı. Aynı elinin baş parmağını cepkeninin yan cebine asarak;
“ Niçin?”
Dediğinde ben bu sefer kendimi ele vermemeye kararlıydım:
“ Servis işçiniz dün benden bir hastahanenin ismi istemişti de... Sağlık elemanıyım... İsterseniz kimliğimi göstereyim...”
Tam elimi pantolonumun arka cebine götürmek üzereydim ki;
“ İstemez!”
Diye adamın ansızın kendi ekseninde dönerek, ayakları üstünde kayıp yandaki büroya girmesi ve yeniden dışarı çıkması bir oldu. Elinde de şimdi bir liste vardı. Burnunun üstüne düşürdüğü gözlüklerine bu kâğıdı iyice yaklaştırarak;
“ Garsonumuz Osterburken tiren durağında inip, başka bir tirene aktarma yapmış...”
“ Olamaz!”
Onun sözünü kestiğimden mi, yoksa karşı çıktığım için mi bilmem, o şimdi bana gözlüklerinin üstünden soru dolu gözleriyle bakmaktaydı. Sınar gibi neşeli bir sesle;
“ Olanaksız olan ne?”
Diye gülümsedi. Tüm güvenimi toplayarak;
“ O, Osterburken durağında benim tirenime binmişti de...”
Deyince yüzündeki gülme ifadesi;
“ Efendim?”
Sorusuyla ciddileşiverdi. Yanıt vermediğimi görünce de elindeki listeye yeniden bakarak;
“ Servis garsonunun adı, Albert...”
“ Albert mi?”
Sorumu cevapsız bırakarak elindeki kağıda gözlüklerini dahada yaklaştırdı ve;
“ Bay Albert Osterburken Tiren durağında inip, Heidelberg tirenine aktarma yapmış.”
Başını kaldırıp bana bakarak;
“ Başka arzunuz?”
Dediğinde bana “Yanıldığımı söyleyip, özür dilemekten başka” yapacak hiç bir şey kalmamıştı. Elini sıkarak teşekkür ettim ve oradan ayrıldım. Merdivenleri çıkarken; Gidenin-gelenin, binenin-inenin belli olmadığı karmakarışık bir evrende yap-yalnızdım! Oradan nasıl çıkıp, tirene binip, eve gittiğimi bu gün bile hatırlamıyorum.
Aradan altı ay kadar uzun bir zaman geçti. Akaş’a tirende bir türlü rastlayamıyordum. Tomardan arta kalan Hera’nın karakalem resmini ise hep çantamda taşıyordum. Bir hafta sonu onunla karşılaştığımda;
" MERHABA RESSAM!."
Diyen yankılı alaycı sesi kulaklarımda yeniden çınladı. Servis arabasını oturduğum koltuğun yanına çekerek karşıma oturdu;
" Merhaba Akaş."
Gözleri gülüyordu;
“ Beni aramışsın!”
Cevabı ile ses tonu doğallığına dönüşmüştü. Giyimi ise şimdi normaldi. Göğüs cebinde servis firmasının göstergesi bulunan gri bir ceket giymişti. Bu ceketin altındaysa, gıravatsız beyaz bir gömlek vardı. Ütüsüz, dar siyah pantolonu ise gösterişsiz idi;
" Çay, kahve?"
" Kahve lütfen."
Bu sefer bana; “Süt, şeker?” diye sormadı. Arabasından aldığı karton bardağa kahveyi doldurarak, içine bir şeker kondurdu ve plastik kaşıkla bana uzattı. Kendine de bir kahve doldurup, ilk seferki gibi karşımdaki boş koltuğa oturdu. Kahvesini zevkle yudumlarken birbirimize bakıştık;
" Evet?"
“ Tirende unuttuğun cildi geri verecektim !”
Onun; “Peki, ver öyleyse!” der gibi bakan gözlerinde, herşeyi bildiğinin izleri vardı. Çantamdan tomardan arta kalmış Hera’nın 4’e katlı karakalem resmini çıkardım ve ona uzattım;
“ Elimde yalnızca bu kaldı.”
“ Sende kalsın!”
Dedi. Gülmemek için kendini zor tuttuğu ses tonundan belli oluyordu. Resmi çantama yerleştirirken;
“ Okudukça kayboldular.”
Diyebildim. İkimiz de güldük;
“ Var olan şey kaybolmaz”
“ Senin tirende kaybolduğun gibi”
“ Bak, ben yine buradayım!”
“ Ya o yazı tomarı?”
Kısa bir süre düşündükten sonra;
" Akçe romanları mı?"
Diye çocuğuna ad koyan bir babanın gururuyla, soruma soru ile yanıt verdi. Kahvemizi yudumlayarak kısa bir süre sustuk. Söze ilk başlayan o oldu;
" Sen romanın hangi yanındasın Üstad?"
Sorusunu duyunca şaşırmıştım. “Hoppala, ne demek istiyordu acaba?” diye düşünürken, o sorusunu yineleyerek;
" Önünde, içinde, arkasında, hangi yanında?"
Okuduğuma göre roman önümde olabilirdi. Demek ki ben okuduklarımın arkasındaydım; “Arkasında?"
Ama ara-sıra kendimi romanın içinde bulduğumu hatırlayarak;
" Özür dilerim! İçinde?"
Diye düzeltmek zorunda kaldım;
" Ayna gibi mi?"
" Evet."
" Öyleyse okuduğun ve yaşadığını sandığın olaylar yada gördüklerin senin arkanda."
" Niçin?"
" Aynaya baktığında yalnızca arkandakileri görebildiğin için!"
Doğru söylüyordu. Ben bunu hiç böyle düşünmemiştim. Ben içimden; “Okumakla ayna arasında ne gibi bir ilişki olabilir?” diye düşünürken, onun;
" Ben okumaktan değil, yazmaktan bahsediyorum."
Dediğini duyunca, şaşırmadım. Onun benim düşüncelerimi okumasını artık doğal karşılıyordum. O;
" Okur, okudukça düş gücü ile canlandırır yazılanı."
Diye devam etti;
" Okudukça sayfalar kayboldu ama..."
" Kaybolan hiçbir şey yoktur evrende, dostum!"
Kahvesinden son yudumu içip;
" Roman senin beyninde."
Diyerek yerinden doğrularak ayağa kalktı;
" Yani ayna olan sensin!"
Elindeki bardağı servis arabasının arkasına asılı duran çöp kutusuna attıktan sonrada bana dönerek;
“ Kağıt, şekil değiştirip, düşünce oldu ve sana teslim edildi Üstad!"
Sözleriyle yeniden bana doğru gelerek karşıma oturdu;
“ Bu emanetlerin her ikiside sana bu romanı yazman için yardımcı olacaktır.”
“ Her ikisi mi?”-
“ Cilt kapağını unuttun sanırım.”
“ Ama o bende değil ki!”
Duymamazlıktan gelerek;
“ Peki Akçe, sende mi?”
Şaşırmıştım. Demek ki tomardaki Akçe kağıda basılmış bir baskı mürekkebi değildi;
“ Hayır!”
Ellerimin boş olduklarını ona gösterdiğimde, uzanarak bir eliyle her iki elimi tuttu ve içlerine baktı. Sonrada, öbür eliyle avuç içimi sevgiyle okşadı. Sanki gelecekte olacakları oradaki çizgilerde görüyormuş gibi, bir süre izledikten sonra kaygılı bir sesle;
“ Dikatli olmalısın! "
" Niçin?"
" Beklenmedik olaylarla karşılaşabilirsin.”
Hüzün dolu gözlerinde, benden gelecek bir sorunun bekleyişi vardı;
“ Ne gibi?”
Sorumu cevapsız bırakarak yüzüme bakmadan kısık bir sesle;
" Onu ben de henüz bilmiyorum ama, senin başaracağına eminim."
Diye devam etti. İşaret parmağının ucuyla hayat çizgilerimi izleyerek;
" Tavlada zarı tutmak değil, atmaktadır marifet!"
Bu cümle, yıllar önce İstanbul’da yüksek tahsil yaparken yitirdiğim bir dostumun tavlada sürekli
tekrarladığı kurallardan biriydi. Şaşırdığımı görünce de soru sormama fırsat vermeden yine onun sözlerinden biri olan;
" Bileğinle değil, beynin ile oynamalısın dostum!"
Deyince dayanamadım. Bu kadarıda fazlaydı! İçimden; „Niçin o benimle açık-açık konuşmuyor?’“diye yakınırken, o ellerimi bıraktı ve koltuğuna geri çekilerek yastlandı. „Acaba o olabilir mi?“ şüphem gittikçe artmaktaydı. ine soru sormama fırsat vermeden;
" Hayat çizgini çizen de, kesen de sensin!"
Diyerek kollarını göğsünde kavuşturdu ve bana dostça bakmaya başladı. Bense karşılık vermediği soruma mutlaka cevap almaya kararlıydım. Tam ona, oynadığı bu oyunun sebebini sormak üzereydim ki,
" Bu Akçe neyin nesi Akaş?"
Sözleri ağzımdan çıkınca şaşırmıştım. Düzeltmeme vede yenilememe fırsat vermeden;
" Anahtar gibi bir şey!”
Cevabıyla konudan uzaklaştı ve;
“ Kapıları açtıkça öğreneceksin."
Cevabını verdi. Bilmece gibi konuşuyordu;
„ Önlemek isteyenler olacaktır.”
“ Kimler?”
" Onu bana değil Akçe’ye sor!"
“Akçe’ye mi?”
Sorusuna cevap vermedi. Onun bir Bronz Akçe ile konuşmamı salık vermesinide yadırgadım ama, romanı okuduğumdan beri yaşadığım mantıksız olayları hatırlayınca da; „Demekki tüm tuhaf olaylar Akçe yüzünden başıma geliyor.“ diye içimden fikir yürütmeye başladığım. O;
“Evet!”
Diyerek düşüncemi onayladı ve;
“ Bunu sen, o son sayfayı çevirmeden önce düşünmeliydin üstad!”
Suçlamasıyla ayağa kalktı;
“Hoşçakal Ressam!”
Hüzünlü sesiyle servis arabasına doğru gitti;
Geri dönerek bana dosça bir gülümseme fırlattı ve seyyar satış arabasını itti;
“ ÇAY, KAHVE SANDEVİÇ! “
Yankılı sesiyle beni bir yığın sorularla baş-başa bırakarak şişe şıngırtıları arasında kaybolup gitti.
Bugün ben 70 yaşını aştım. Emekli oldum ve Krautheim’den 25 kilometre uzakta küçük bir kaplıca şehri olan Bad Mergentheım’de eşim İnge ile oturuyorum. Bana verilen görevin bilinci içinde Akaş ile karşılatığım günleri, Akçe ile yaşadığım serüvenleri, tılsımlı bir aynanın içinden “Masal Anlatı Tekniği” kullanarak yedi romandan ilki olan AKÇE’yi sizlere; (7) Atina hikayesi ile başlayarak böylece sizlere sunuyorum.