0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
199
Okunma

Ülke olarak öyle bir noktaya sürüklendik ki, insanlar adeta şiddet eğilimli robotlara dönüşüyor. Yalnızca söz ve davranışlarımız değil, ruhlarımız da sertleşmiş durumda. Üstelik bu gidişat, toplumu ayrıştıran fay hatlarını daha da derinleştiriyor. Bir taraf kendini “ahlakın koruyucusu” olarak görürken, öteki taraf “özgürlüğün temsilcisi” rolüne bürünüyor. Oysa her iki uçta da ortak bir eğilim var: ellerinde benzin bidonlarıyla, toplumsal yaşamın lavlarını harlamak, yani ayrışmayı körüklemek.
Bunun en yakın örneğini Konya’da, bir doktor ile hasta arasında yaşanan gerilimde gördük. Doktorun, hastanın yaşam tarzına veya giyimine karşı duyduğu tepkiyi meslek alanına yansıtması, büyük bir tartışmayı beraberinde getirdi.
Öncelikle şunu netleştirelim: ahlaki sorunlar bireysel reflekslerle, hele ki mesleki sorumluluğun ihlaliyle çözülemez. Bugün bir doktor, yarın bir öğretmen, ertesi gün bir yargıç kendi anlayışına göre “ahlak dersi” vermeye kalkarsa, sistemin adalet ve güven zemini tamamen çöker. Çünkü o noktadan sonra ölçütler evrensel değerler değil, bireylerin keyfi yorumları olur.
Burada dikkat edilmesi gereken husus şudur: geçmişte başörtülü kadınlara yapılan saldırıları nasıl kabul edilemez bulduysak, bugün de açık giyinenlere karşı yapılan dışlamaları kabul edemeyiz. İlkesel bir tutarlılıktan bahsediyorsak, tavrımızı yalnızca bize yakın olanlara göre değil, evrensel insan onuruna göre belirlemeliyiz.
Kişisel olarak teşhircilik benim için de ciddi bir problem olabilir. Hatta toplumsal çözülmenin önemli göstergelerinden biri olduğunu da düşünebilirim. Ancak benim bu kanaatim, bir başkasının sağlık hakkını veya temel hizmetlere erişim hakkını elinden almam için gerekçe olamaz. Çünkü bu hakkı verme ya da vermeme yetkisi bireylerde değil, sistemin kendisindedir. Devletin eğitim kurumları, Diyanet İşleri Başkanlığı, Aile Bakanlığı, Kültür Bakanlığı ve hukuk mekanizması varken; bir hekimin meslek alanında kişisel kanaatini “ahlak polisi” gibi uygulamaya çalışması, toplumsal düzeni zedelemekten başka bir işe yaramaz.
Eğer doktor, bu rahatsızlığını bireysel sosyal yaşamında dile getirse, yani vatandaş olarak kendi itirazını açıklasa, meseleye farklı bakabilirdik. Çünkü orada, bireysel bir özgürlük alanı vardır. Ama mesleki kimliği üzerinden, toplum sağlığını ilgilendiren bir alanda kişisel inancını uygulamaya kalkması doğru değildir. Çünkü bu durum, toplumsal statüden kaynaklanan rollerin ihlali anlamına gelir.
Olayın bir de teolojik ve ideolojik boyutu var. Muhtemelen doktor, kendi inancına göre bir “cihat” yaptığını düşündü. Ancak şunu açıkça söylemek gerekir ki, cihat kavramı bireysel keyfiyetle değil, toplumsal adalet ve hukukun çerçevesiyle ilgilidir. Ahlak sorunu, aşırı tepkilerle değil, uzun vadeli toplumsal politikalarla çözülebilir.
Bugün gelinen noktada, insanlar “haklılık” adına yaptıkları haksızlıkları meşrulaştırmaya çalışıyor. Oysa sistemden kaynaklanan ahlaki çöküşü bireysel restleşmelerle önlemek mümkün değildir. Eğitimde değerler erozyona uğramışsa, kültürde yozlaşma artmışsa, hukuk adaletsizleşmişse; bir doktorun ya da başka bir memurun “ben kendi görev alanımda ahlak dersi veririm” demesi çözüm değil, kaos üretir.
Burada altı çizilmesi gereken en önemli ilke şudur: Hastanın yaşam tarzı, bizim ahlaki ölçülerimize aykırı olsa bile, onun sağlık hizmetinden faydalanmasına engel olamaz. Çünkü sağlık, eğitim ve adalet gibi hizmetler, sosyal devletin temel direkleridir. Bu hizmetlere getirilecek her tür keyfi sınırlama, sosyal devleti bitirir.
Devlet kurumlarında görev yapanlar, kendilerini kan davası güden gelenek temsilcileri gibi görmeye başlarsa, sorun hiç bitmez. Bir kişi gider, yerine bir başkası gelir, yalnızca isimler ve yöntemler değişir. Ama anlayış aynı kaldığı sürece ayrışma büyür, toplum çatışma alanına dönüşür.
Sonuç olarak; Konya’daki olay bize şunu bir kez daha gösteriyor: Ahlaki sorunları bireysel tepkilerle değil, sistematik çözümlerle ele almak zorundayız. Eğitimden kültüre, hukuktan aileye kadar tüm alanlarda sağlıklı politikalar geliştirmedikçe, insanlar kendi küçük “cihatlarıyla” büyük adaletsizlikler üretmeye devam edecek. Ve biz, robotlaşmış şiddet eğilimli bireylerle, ayrışmanın ateşini harlayan kalabalıklarla baş başa kalacağız.
Eğer gerçekten bu gidişata “dur” demek istiyorsak, önce ilkesel bir tutarlılığa sarılmak zorundayız:
Başörtülünün de, açığının da, inançlının da, inançsızın da temel hakları tartışmaya kapalıdır.
Toplumsal barışı ve ahlaki düzeni kurmanın yolu, bireylerin değil, kurumların sorumluluklarını yerine getirmesidir.
Erol Kekeç/27.08.22025/Sancaktepe/İST