1
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
246
Okunma
İnsanın Kendini Fark Etmesi ve Düşünce Sistematiğinin Gelişimi
Yazar: Murat Kerem
“Kendini bilen, Rabbini bilir.”
Hz. Muhammed (s.a.v.)
“Sorgulanmamış bir hayat, yaşanmaya değmez.”
Sokrates
İnsanlık tarihi, varlığın ve hakikatin peşinde yapılan uzun bir yürüyüşün adıdır. Bu yürüyüşte en temel sorulardan biri şudur: İnsan kendini ne zaman ve nasıl fark eder? Kendini fark etmeyen bir birey, sadece başkalarının tanımlarına göre yaşar. Oysa hakikî anlamda insan olmak, kendilik bilincine ermekle mümkündür. Bu bilinç, yalnızca felsefî bir farkındalık değil; aynı zamanda bir manevî uyanış, sorgulama gücü ve ahlâkî duruş gerektirir.
Kendini Fark Etmek: Bilincin İlk Adımı
Sokrates’in “Kendini tanı” çağrısı, insanı yüzeysel bilgiden öz bilgiye yönlendiren bir anahtardır. Bu çağrı, yalnızca bireysel farkındalık değil; aynı zamanda düşünce inşasının başlangıcıdır. İnsanın kendini tanıması; nefsini, zaaflarını, imkânlarını ve sınırlılıklarını fark etmesidir. Platon’un “ideal formlar” anlayışı da bu içsel farkındalığın bir metaforu gibidir: Gerçeklik, sadece görünen değil; görünmeyenin bilgisiyle kavranır.
Düşüncenin Sistematize Edilmesi: Aristo’dan Gazâlî’ye
Platon’un hocası Sokrates sorar, Platon tahayyül eder, Aristo sistematize eder. Aristo, düşünceyi kıyas ve mantık zeminine oturtarak insan zihnini düzenli düşünmeye zorlamıştır. Ancak düşünce, salt akılla sınırlı kalırsa indirgemeci ve kibirli bir yapıya bürünebilir. Bunu fark eden Gazâlî, Aristo’nun yöntemini kullanmakla birlikte onu vahiy ve kalp süzgecinden geçirmiştir. Ona göre hakikat, sadece aklın değil; kalbin de konusudur.
Modern düşünür Kant da “Allah, nazarî akılla bilinemez; amelî akılla bilinir.” diyerek aklın sınırlarını işaret etmiştir. Fakat bu sınırlama, insanın vahiy rehberliğinde bir düşünce sistematiği kurması gerektiğine dair güçlü bir uyarı gibidir. Nitekim düşüncenin istikamet bulması, ancak vahiy temelli bir merkezde anlam kazanır.
Yakîn ve Basîret: Felsefeden Marifete
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin sıklıkla vurguladığı gibi, iman yakîn ile taçlanmadıkça kuru bilgi kalır. Yakîn, insanın hem aklını hem kalbini kullanarak ulaştığı şüphesiz iman hâlidir. Basîretin kapanması, yani “yakîn körlüğü”, günümüz insanının en büyük çıkmazlarından biridir. Dünyayı anlamaya çalışırken kendisini unutan insan, dış âleme dair çok şey bilir; fakat iç âlemine dair derin bir cehalet içinde yaşar.
Said Nursî bu duruma şöyle dikkat çeker:
“Bir sineğin kanadındaki hikmeti görmeyen, gökyüzünü de okuyamaz.”
İnsan düşünür; fakat her düşünme hakikate götürmez. Düşüncenin kıblesi bellidir: Hakikat. Ve bu hakikat, insan-ı kâmil olma yolculuğunun hem başı hem de sonudur. Fethullah Gülen’in ifadesiyle, düşünce marifetle buluştuğunda, ancak insan hem kendini hem de Rabbini tanıyabilir.
Kendilik Bilinci: İrfan ve Ahlâkla Yoğrulan Düşünce
Mevlânâ, insanın derinliğini “can” üzerinden tanımlar:
“Sen kendini bir beden zannediyorsun ama sen aslında bir denizsin; içinde inci gizli.”
Bu bakış açısı, insanın düşüncesinin irfanla (kalbî bilgiyle) yoğrulması gerektiğini öğretir. Düşünce sistemi, sadece akıl yürütme değil; aynı zamanda merhamet, sorumluluk ve arayışla birleşmelidir. Böyle bir sistem, insanı kendine ve Rabbine götürür. Çünkü düşünce, yalnızca üretmek için değil; özüne dönmek, “ene”yi tanımak ve hiçlikte Hak ile buluşmak için vardır.
Düşünen ve Hisseden İnsan
Kendini fark eden bir insan, hem düşünen hem de hisseden bir varlıktır. Bu farkındalık, onu başkalarının kuklası olmaktan çıkarır; birey yapar. Sokrat’ın sorusu, Platon’un ideali, Aristo’nun sistematiği, Gazâlî’nin muhasebesi, Nursî’nin tefekkürü, Gülen’in irfanı ve Mevlânâ’nın aşkı bir çizgide birleşir:
İnsanı insan yapan, kendini bilmesi ve bu bilinci hakikate yönlendirmesidir.
Düşünmek bir yolculuktur,
Ama varış, ancak kalple olur.
Düşünceyle Yükselen Bir Sahâbî – Hz. Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.)
Kendini tanıyan, düşüncesini vahyin rehberliğinde yoğuran insanın en güzel örneklerinden biri, Hz. Abdullah b. Mes‘ûd’dur. O, ilk Müslümanlardandır. Hayatına basit bir çoban olarak başlamış; ama tefekkür, marifet ve Kur’ân’a olan derin bağlılığıyla ilim ve hikmet yolunda zirveye ulaşmıştır.
Allah Resûlü (s.a.v.) onun hakkında şöyle buyurur:
“Kim Kur’ân’ı, tıpkı nazil olduğu gibi okumak isterse, İbn Mes‘ûd’un kıraatiyle okusun.”
(Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 8)
Hz. Abdullah, sadece bilen değil; bildiğini düşünen ve yaşayan bir şahsiyetti. “İlim, kalbe inmedikçe hayra dönüşmez.” sözünü sıkça söylerdi. Kur’ân’la olan ilişkisi yalnızca ezberle sınırlı değildi; her âyet üzerinde tefekkür eder, nefsinde derin muhasebeye giderdi.
Sıradan bir bireyken, vahiy ve düşünceyle yoğrularak asırların örnek aldığı bir bilgeye dönüşmüştür. Onun hayatı, bu makalenin temel iddiasını yaşanmış bir örnek olarak doğrular:
İnsan, düşünceyle kendini inşa eder; vahiy ile kendini bulur.
Kaynakça
1. Platon, Devlet, İdea Yayınları
2. Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, Remzi Kitabevi
3. Gazâlî, El-Munkız mine’d-Dalâl, Dergâh Yayınları
4. Mevlânâ, Mesnevî-i Şerif, Haz.: Abdülbâki Gölpınarlı
5. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Lem’alar, Mektubat
6. Fethullah Gülen, Prizma, Kırık Testi serisi
7. İmmanuel Kant, Saf Aklın Eleştirisi ve Ahlak Metafiziği
8. Kur’ân-ı Kerîm, Hac Suresi 22/46; Zâriyât Suresi 51/20–21
9. Buhârî, Sahîh, “Fedâilu’l-Kur’ân”, 8
10. İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, c.3
11. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-‘Ummâl, nr. 28593
12. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ, c.2