3
Yorum
5
Beğeni
5,0
Puan
309
Okunma
Başka bir dünyadan gelmiş gibiydim, gelişi güzel bakıyordum herşeye.Yaptığım eylemlerden,kendime ve çevremdekilere olan davranışlarımdan,hatta muhtaçlığına kendimi kul ettiğim geçmişimden nefret ediyordum. Aklıma sığmayan bir zamanda yaşamaya çalışmak büyük bir kahırdı benim için, belki de bir acının kahrıydı, zamanı yanlış yöne akan hayatım...
Aleksitimi hastası olduğumu öğrendiğim gün tüm düşüncelerimin aslında yok hükmünde olduğunu ve bunları ifade edecek her hangi bir duyguya hiç bir zaman sahip olmadığımı hatta bundan sonraki yaşamımda olamaya cağımı da anlamıştım.24 yaşındaydım.Zor bir hayatım ve birbirinden ayrıştıramadığım önceliklerim vardı.Muhtaçlığım olduğu kadar geçmiş zamana karşı içimde biriken o nefreti de yaşatma zorunluluğu, bir çok kez kendimle ters düşmeme sebep olmuştu.Her ne kadar delilik sınırına yaklaşmamış olsam da hayatta kalabilmek için tersine giden zamanı yakalamam gerekiyordu.Bir yerlerden başlamam gerektiğini hatırladığım her an, bir çatışmanın ortasında buluyordum kendimi.
Annemin üzerime titreyen o korumacı tavrı hayatımın kontrol kalemi gibiydi ve o kalem yaşantıma ait tüm kısıtlamaların tek suçlusuydu...
Garip olan neydi biliyor musunuz?Bunun hiç kimse tarafından farkedilmemiş olması.Kendim farkettiğmde ise, çok geç kalmıştım.
Hayata sevgiye,aşka,tüm yaşam belirtilerine,öyle böyle değil,hepten geç kalmıştım herşeye...
İki dünyam vardı.Biri nefes alıp hayatın akışına kendimi bıraktığım,diğeri,kısıtlı bir duygu haliyle kendimce,kendime göre yarattığım...Hangisinde yaşamalıydım?Cevabını hiç bir zaman veremediğim bu soru, kronik bir ağrı gibiydi düşüncelerime.
Çocukluğum ilgi ve şefkatten yoksun olarak geçmişti.Dışsal bir denetim mekanizması olarak gördüğüm annem, yaşantımın sosyal bir fobisi olup çıkmıştı.Empati yönünden zayıf görünmemin tek nedenidir bu.Herşeyi sembolik olarak ifade etmeye başladığımda anlamıştım aslında nasıl bir travmanın içerisinde olduğumu. Bundan kurtulmak için sürekli gizleniyordum.Çoğu zaman gerilim dolu bir çatışmanın ortasında buluyordum kendimi.Şimdi daha iyi anlıyorum,o zamanlar kendimden gizlenerek aslında kendimi arıyormuşum farkında olmadan.Ne tuhaf değil mi?
Kısa cevaplarla ördüğüm iç dünyamın duvarları aynı zamanda kendini bulamayan, anlatamayan, istediğini olması gerektiği gibi yapamayan kendime de sınır olmuştu.Bu duvarları yıkmaya çalıştıkça girdiğim travmalar,yaşadığım panik ataklar,duygusal ve bilişsel yıpranmalar,sadece anlatım dilimdeki duyguyu değil benliğimdeki duyguyu da yok etmişti.İşte bu yüzden soyut bir hikayenin hayal kırıklığı yaratan karakteriydim beni tanımak isteyenlerde...
En büyük eksikliğimin söz yokluğu olduğunu biliyordum ,birilerine birşeyleri anlatmak isteyipte anlatamamak ne kadar büyük bir işkenceydi. Ezberlediğim sıkıntılar bile, o sıkıntıları ifade edebilecek bir dile sahip olmadığım için sürekli eleştiriyorlardı beni.
İnsanın içinde çözüm bekleyen bir sıkıntının sesini duymaması,içindeki duygu sağırlığının en son evresinde olduğunu gösterir.Kimseyi anlamamak,iç dünyasında sürekli kargaşa çıkarmak hatta aklının bir köşesinde duran olasılık denen o iyi niyetli düşünceyi umursamamak,o son evredeki dip kavramı nın boyutudur.Hal böyle olunca o boyutta yaşanan her şey, bir belleğin taşıyıcısı olarak yüklendiği hatırlayışlarla içi çürümüş zamanda yerini alır...
Birbirini hatırlamayan çocukluğumun ve gençliğimin benden başka herkese iyi görünme isteği,dokunaklı bir hiçlik gibiydi. Hiçlikle tanıştırıldığım o günün üzerinden koskoca 16 sene geçmişti.Sekiz yaşında bir çocuktum.İki katlı müstakil evimizde küçük bir mezarlığa gömülmüş gibi hissediyordum kendimi.Odamdaki o çerçevesiz aynada hergün kırılışlarımı seyredip ağlıyordum.
Gözlerinin üzerinde dolaşan bir hissizlik bulutuyla annemin kaşları hep çatık bir şekilde izliyordu beni.Ağzımda kamaşan bir çok soruya "şimdi zamanı değil"dediğim her an,aslında annemin içime yerleştirdiği korkudan kurtulmak için kendimce uyarladığım bir kurtuluş söylemiydi.Çok korkuyordum,bazen korkunun dozunu o kadar yoğun hissediyordum ki, üzerime basarak beni ezip geçtiğini bile düşünüyordum.
"Yine niye ağlıyorsun"diye her söylendiğinde,anneme hep aynı cevabı vermekten bıkmıştım.
"Bir ölüye ağlıyorum,görmüyor musun anne?"
Hiç sormadı biliyor musunuz?
"Hangi ölü" diye.
Umursanmamak böyle bir şeydi galiba,
çocuktum, bundandır,kendime yakıştırdığım "ölü"kelimesine sarılışım,bundandır...
İşte böyle çok büyük söylemleri vardı ufacık kalbimin ama koskocaman bir hiçlikle çevrilmişti.
Hiçliğin ağrısı tuttuğu zaman terapi odası
gibi gördüğüm babamın gölgesine sığınırdım
Hassas bir kalbi vardı babamın.
İcra memuruydu.İnsanlara bakıp bakıp üzülmekten çok yorulmuştu.Sonu gelmeyen üzülmelerin içinde çırpındığını görüyordum.
Babama her sarıldığımda, ona hissettirme den aldığım üzülmelerle yükünü bir nebze de olsa hafifletirim sanıyordum.Gölgesinde kaldığım her an çok değerliydi benim için.Bütün gün yüzü hiç gülmeyen annemle kıyasladığımda babamın tüm yorgunluğuna rağmen o güleçliği,gözlerimin içine bakarak gülümsüyordu bana...
/...
5.0
100% (1)